30 Kasım 2008 Pazar

I am back baby

3 günlük bir ayrılıktan sonra döndüm. İstanbul trafiği, taksi şoförleri hakkında çok güzel izlenimler edindim. Fırtına olacak, kar yağacak denirken güneşli bir İstanbul'la karşılaştım (bir ara yağmur yağdı ama olsun), bu sabah biz ayrılırken bize inat mıdır nedir çok güzeldi hava. Fotoğrafları aktarınca ve biraz dinlenince detaylı bir yazı yazarım. Şimdilik bu kadar.

Ha, bu arada, unutkanlığımın nedenlerinden birini buldum (kronik yorgunluk, pek çok işi aynı anda yapmaya çalışma haricinde). Masamda hep her gün için üzerine notlar alınabilecek büyüklükte bölmeleri olan bir takvimim olurdu benim. Oraya yapacaklarımı vs hep not alırdım. Sınav şu gün şu saatte, o gün şuraya gidilecek vs. Bu sene bir türlü istediğim gibi bir takvim bulamadım ve hiçbir şey yazamadım. Bu da kafamın dağınıklığına katkı yaptı sanıyorum. Uyuz cadının şu yazısındaki kedili takvime ve verdiği linkteki diğerlerine bayıldım. 2009 için istediğim gibi bir takvim alacağım. Hatta eve de almalıyım. Böylece 2009'a yepyeni bir ferulago olarak girebilirim. :)

28 Kasım 2008 Cuma

Dayanamadım yazıyorum

Aslında yola çıkmadan önce birşey yazmayacaktım, yorum yapılırsa onaylayamam düşüncesiyle ama dayanamadım. Gazetede Sertab Erener'in "Hadise Eurovision'da Hadise olabilir" beyanatını okudum. Sertab Erener'i çok severdim. Sakin Ol'dan başlayarak tüm albümleri var bende diyebilmek isterdim ama son 2 albümünü almadım (belki de 3). Çok iyi bir ses ama özellikle Eurovision'dan sonra değiştiğini düşünüyorum. O Eurovision yarışmasını seyredememiş olmaya hala üzülürüm. Japonya'da kaldığım 3 ay içerisine denk gelmişti ve bir pazar günü olmuştu yarışma. Saat farkı nedeniyle zaten denk gelir miydi bilmiyorum ama çalıştığım laboratuarda pazar günleri çalışılmadığı için lab.a girip canlı sunan bir internet sitesi arama fırsatım olmamıştı. Kaldığım yerdeki televizyon da sadece Japon kanallarını gösteriyordu. Japonca bilmeyen biri için Japon kanallarını seyretmek süper oluyor. Bir keresinde zerre kadar anlamadığım duygusal bir film seyretmiş ve yine de ağlayabilmeyi başarmıştım. Eurovision'da birinci olduğumuzu ancak ertesi sabah internette gazetelere baktığımda görmüştüm. Dediğim gibi, hala üzülür hayıflanırım. Ancak o birincilikten sonra Sertab'ın değiştiğini, biraz (bayağı aslında) havalara girdiğini düşünüyorum. Yaşamı, düşünceleri, Demir Demirkan'la birlikteliğinin mükemmelliği ve başka şarkıcılar hakkındaki yorumlarına bakıyorum da "ben oldum, harikayım" gibi bir havası var bence artık. O yüzden onu eskisi kadar sevemiyorum. Hele bir de Eurovision konusunda ona ve sevgilisine danışılmasına gıcık oluyorum iyiden iyiye. Geçen sene Mor ve Ötesi seçildiğinde, şarkının TRT-1'de sunulmasından sonra "şarkının sözlerini falan dinlemedik, iyice dinledikten sonra karar vereceğiz" gibi birşey söylemişti Demir Bey. Bence Deli şarkısı gayet güzeldi. Klasik bir Mor ve Ötesi şarkısı. Hala zevkle dinlerim. Cambaz veya Bir derdim var gitseydi keşke diye düşündüğüm de olmuştur ama gayet iyi bir şarkıydı. Yarışma gruba bir şey kaybettirdi mi peki? Hayır, bence bilakis daha fazla tanındılar. Kocam mesela bu şarkıdan sonra bayıldı gruba. 2008 elemesini ve yarışmasını da hop oturup hop kalkarak seyretmiştik. Şarkı bence çok başarılıydı. Bu sene ne olur bilmiyorum ama Sertab Hanım icazet verdiğine göre Hadise başarılı olacak. Üstelik buna daha ortada şarkı yokken karar vermiş, ne güzel. Şarkı önemli değil madem, neye göre geçen sene o yorumu yaptınız o zaman ey muhteşem ikili.

Artık bıraksınlar her yarışma öncesi onların görüşünü almayı. Tamam, büyük bir gurur yaşattılar bize, sağolsunlar, varolsunlar ama şimdiki ortamda, Balkan ülkeleri bu kadar bölünmüş ve birbirine oy verirken katılsalardı yine birinci olabilirler miydi? Ahkam kecesekler madem, bari biraz daha mutevazı şekilde yapsalar. Neyse, İstanbul dönüşü görüşmek üzere.

27 Kasım 2008 Perşembe

Bu diyet manyak etti beni

Diyete girdikten sonra sağlık manyağı oldum hafiften. Uyuz cadı bir ara yazmıştı ona buna karışan insanlarla ilgili bir yazısında. Hangisindeydi hatırlayamadığım için link veremiyorum. Ben de biraz etraftakilere öğütler veren sağlık takıntılı birine dönüşmeye başlıyorum galiba, bir an önce önlem almalıyım. Nasıl zayıfladın diye soranlara 6 öğün yemenin nimetlerinden, tatlı, çikolata, abur cubur yemek yerine çantada ceviz, badem, kuru kayısı bulundurup bunları tüketmenin daha iyi olacağından bahsediyorum. Gerçi çok yakın çevreme yapıyorum bunu, daha kitlelere yayılmadım ama kendime hakim olmalıyım, herkesin kendi seçimi. Kuru baklava yemesen iyi olur diyen birine kötü kötü bakmıyor muydum ben de zamanında.

Sevdiğim bir yanı da var ama bu durumun. Sokakta yürürken, alışveriş merkezindeyken onu bunu yiyen biraz tombik bir kadın gördüğümde "napmışsın abla sen kendine böyle, hala da yiyorsun, bırak yeme" diyorum. Telepatik yeteneği yoksa eğer beni duyamıyor ve yemeye devam ediyor haliyle. Bundan 3 ay önce ben de öyleydim diyerek gurur duyuyorum kendimle. Ve kilo veremiyorum bir türlü diyen kimseye de inanmıyorum artık. Veriliyor işte kardeşim, boğazı biraz tutmak lazım, doğru beslenmek lazım. Kahve içmeye gidildiğinde içine krema koydurmamak lazım. Bunları yapabildiğim için çok mutluyum. 6 kilo verdim ama yağ oranımdaki azalma ve kas kitlemdeki artışa (daha da önemlisi çevremdekilerin gözlemine) göre daha fazla vermiş gibiyim.

Bunu buraya yazdım çünkü ileride hamilelik, doğum, emzirme nedeniyle kilo alır da veremez ve veremediğim için de kendime bahaneler uydurursam hemen dönüp bu yazıyı okuyacağım. Veriliyor işte kardeşim, yeter ki boğazını tut biraz.

:)

26 Kasım 2008 Çarşamba

Yine mi Angie

Az önce radyoda bir dedikodu haberi verdiler, bu haftasonu yapılacak bir ödül töreninin kırmızı halı görüntüleriyle doğrulanabilirmiş. Dedikodu şu: Angelina Jolie tekrar hamileymiş. Radyodaki kız "Yok artık diyebilirsiniz ama 3 aylık hamile olduğu söyleniyor" dediği sırada ben cidden de yok artık demiştim. Daha ikizleri yaşına girmedi, kadın tam bir kuluçka makinesi gibi. Demek Brad Pitt üstüne ceketini atsa hamile kalıyor kadın. Ben daha bir taneyi becerememişken elalem futbol takımına doğru ilerliyor maşallah.

Gerçi bir yandan da takdirle karşılıyorum eğer haber doğruysa. Kadını cesareti için kutlamalı herşeyden önce. Bir de bu kadar güzel bir anne-baba genlerini mümkün olduğunca yaymalı, daha çok çocuk yapmalı. İlk biyolojik kızlarına hayranım mesela, o ne tatlı şey öyle maaşallah. Nasıl olsa bakma-büyütme problemleri yok, ben olsam ben de doğururdum.

Diyet haberlerine devam

Sabah olağan diyetisyen randevuma gittim. Bu hafta pek umudum yoktu aslında, geçen haftadan farklı hissetmiyordum kendimi. Hatta bacağım nedeniyle genelde oturup kaldığım için hareketsizlik nedeniyle de kilo vermemiş, hatta almış olduğumu düşünüyordum (1-2 parça bitter çikolata da yedim itiraf ediyorum). Geçen hafta aynı kiloda kalmıştım ama 1 kg yağ kaybettiğim ortaya çıkmıştı. Bu sefer 500 g kaybetmişim, yani 1 haftalık hedefe ulaşmışım. Demek biraz daha hareketli olabilseydim daha fazla gidecekti. Buna da şükür. Gram bazında konuşunca az gibi gelitor insana ama bu son verdiğim 500 g ile ilk 3 aylık hedefimiz olan toplam 6 kg'ı kaybetmeyi başarmış oldum. Darısı diğer 3 aya artık. Çok mutluyum.

Diyetisyen dönüşünde yapılması gereken işlerimi halledeyim, fakülteye öyle gideyim demiştim. Yapacaklar birikince hiçbirini unutmamak için liste yazmıştım. Ne çare ki listeyi fakültedeki odamda unuttum. Sabah evden çıkmadan bir tane daha yazdım, çantama koydum ama daha sonra bulamadım (unutkanlık hala son sürat). Aklımda kalanları sırayla yapmak için Kızılay'da dört döndüm. Unuttuğum birşey olmadı sanıyorum. İki kez yazınca aklıma girmiş iyice demek ki. Okulda da yazarak çalışırdım hep (hala da öyle).

Sakarya'dan geçerken çiçekçilerde Nergis gördüm. Çıkmışlar yine ne güzel, bayılıyorum kokularına. Hemen aldım bir demet, şu anda masamda, pet şişeyi keserek az önce oluşturduğum vazo müsveddesinin içinde duruyorlar. Garipler susuz kaldı yaklaşık 2 saat boyunca benimle gezip durmaktan. Hava da feci sıcaktı şanslarına. Resimlerini çektim, akşam eve gidince eklerim sayfaya.

Bekle beni İstanbul ve garip bir hikaye

Haftasonu İstanbul'a gidiyorum. Ekim ayında kongre için geldiğim güneşli sıcak İstanbul'dan sonra bu sefer de yağmurlu, soğuk bir İstanbul göreceğim galiba. Gerçi benim için İstanbul genellikle NGBB ile sınırlı, çok kısa süre kalacağım için geçen seferki gibi gezme tozma olmayacak. Olsun, bahçedeki değişiklikleri görmek bile güzel. Bu dönemde hangi bitkiler çıkmış, neler var neler yok görmek lazım. Bu nedenle internet erişimim olmayacak, yazamayacağım, yazılanları okuyamayacağım. Ama hava müsaade ederse eğer güzel fotoğraflarla geri dönmeyi planlıyorum, döndükten sonra sizlerle paylaşırım.

Kocam da bana eşlik edecek sağolsun. Trenle Eskişehir'den alacağım onu ve yolumuza devam edeceğiz. Dönüş de yine aynı şekilde. Ne zaman bu şekilde trende buluşsak aklıma kocamla trende karşılaştığımız bir olay gelir, şimdi buraya yazmasam olmaz. Kocamın askerlik yaptığı dönemdeydi. Bir cuma gün nöbet sonrasıydı sanırım, Ankara'ya gelmişti ve Eskişehir'e birlikte dönecektik. Tren Polatlı'da durduğunda bir çift ve minik kızları bindi. Adam kesin oradan görevli bir subay, saç tıraşından anladık. Karısını ve kızını Eskişehir'e yolluyormuş. Ön sıramızdaki tekli koltuğun üzerindeki rafa bavulu yerleştirdi, karısı ve kızıyla vedalaştı ve trenden indi. Kadın ve kızı tren istasyondan uzaklaşana kadar tekli koltuktaki yerlerine oturmadan babaya el salladılar. Ne dokunaklı bir sahne değil mi. Buraya kadar normal. Sonra kadın tekli koltuğa hiç oturmadan bizim önümüzdeki ikili koltuğa oturdu. Bu da normal, tren boştu, kızıyla daha rahat oturmak isteyebilir, buraya kadar da normal. Anormal olansa az sonra olacaklar. Cep telefonuyla birini aradı ve az sonra yine kulağı cep telefonuna yapışık halde biri geldi ve kadının yanına oturdu. Öpüştüler vs. Biz arkada pür dikkat olayı izliyoruz. Kocam hemen çaktı olayı, var birşey dedi ama ben inkar durumundayım nedense. Ne bileyim, ağbisi olabilir, bir akrabası olabilir, babayla arası bozuktur mesela, olamaz mı. Hikaye yazıyorum elaleme. Ama az sonra ben de itirazı bıraktım. O kadın ben olsam ve ağbimle tren yolculuğu yapıyor olsam herhalde minik kızım pencereden dışarı bakarken fırsat kollayıp adamı şapır şupur (yanaklarından) öpmezdim. Ya da ben o adam olsam yine minik kızın pencereden bakmasını fırsat bilerek kadının saçlarını koklamazdım (yoksa kadın mı kokluyordu, neyse ne fark eder). Kocamla yol boyunca ağzımız açık önümüzdeki çifti seyrettik. Be kadın, yanındaki çocuktan da mı korkmazsın, o çocuk babasına bilmemne amcayı gördük demez mi? Tanıdık biri demek ki. Eskişehir'e geldiğimizde birlikte indiler trenden ve uzaklaştılar. Biz de kadının kocasına acıdık arkalarından bakarken.

Tamam bizim üstümüze vazife değil elbette, kim ne isterse yapar bize ne ama yine de şaşırdık işte. Belki de günahlarını aldık, kimbilir bambaşka bir durum vardı ortada, belki kadının eski kocasıydı, çocuğu ziyarete getirmişti ve yeni kocasıyla veya sevgilisiyle geri dönüyordu ne bileyim.

İşte bu sefer de ben Eskişehir'de sevgilimle buluşacağım ve biz yine bu olayı hatırlayacağız.

İlkaycığım, size uğrayamacağız, nolur kızma. Aslında uğrayacaktık, hatta kocam "İlkay hamile hamile hizmet mi edecek sana saçmalama" diye kızmıştı bana da, pazar öğlene doğru evde olursanız eğer sürpriz bir ziyaret yapalım o zaman demiştik, böylece bana bezelye, nohut hazırlama fırsatın olmayacaktı. Ama dün yazdığın yazıyı okuyup 3 gün dinlenmen gerektiğini görünce sizi rahatsız etmemek için biletleri değiştirip pazar sabah erkene aldık. Bir sonraki sefere oğlunu kucaklamaya geliriz artık :)


Tren yazımı en bilinen ekspreslerden biri olan Hogwarts Express'in Lego oyuncağıyla bitiriyorum. Tren resmi ararken buldum bunu, bayıldım. Türkiye'de var mı acaba? Olsa da oynasam (yaş sınırını birazcık aşıyorum ama olsun) :)

25 Kasım 2008 Salı

Bazen istiyorum ki...

Çizgi filmlerde çocuklarda iyiliğin kötülüğe karşı üstünlüğü kavramının gelişmesi için hep iyiler kazanır ya, ben bazen kötüler de kazansın istiyorum. Hepsinde değil, He-Man'de mesela. İskeletor garibim ne yaparsa yapsın Prens Adam nam-ı diğer He-Man planlarını hep bozar ve kötülük her zaman iyilik karşısında kaybetmeye mahkumdur. Ben çok acırdım bu İskeletor'a ve arada sırada da kazanmasını isterdim. Aslında iyilerin arada sırada kaybetmesi belki de çocuklar için daha gerçekçi olacaktır. Ne de olsa hayat da böyle değil mi, iyi olsak da, iyilik yapsak da bunun cezasını çekmiyor muyuz bazen?

Merak ediyorum

Bu yazı biraz özel olacak, o yüzden detay veremeyeceğim kusura bakmayın. Sadece biraz içimi dökmek istedim, kimbilir belki de silerim bunu bir süre sonra.

Dünden beri kafamda bir (daha doğrusu birbiriyle bağlantılı birçok) soru: Aşk neden biter, bitince ne olur? Yeni bir hayata başlamak bu kadar kolay mı? Yeni bir aşk eskisini hükümsüz kılıyor elbette ama ya yaşananlar, paylaşılanlar bu kadar çabuk mu unutuluyor? Kendini bildin bileli biriyle geçirilen hayat nasıl oluyor da bir kalemde silinip bir başkasıyla farklı şekilde geçirilmeye başlanıyor? Bu kadar kolay mı? Kimin için kolay?

Şu aşk çok karmaşık birşey ve hayatın neler getireceğini bilmek mümkün değil. Bundan birkaç yıl öncesine geri dönüp bugünleri tahmin etmeye çalışsak bu yaşananlar insanın aklına gelir miydi? Biten bir aşkın farklı sonuçları çıkıyor ortaya yavaş yavaş ve ben sanki biten aşk bana aitmiş gibi sinir içindeyim, üzgünüm. Empati kurmaya çalışıyorum ve şimdiye kadar da yapabildiğimi sanıyorum ama artık olmuyor. Geçmişi düşünüyorum, şu anki duruma bakıyorum, geleceği hayal etmeye çalışıyorum ve nedense benim canım yanıyor.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Dalya


Ben de dalya dedim. 100. yazımı yazıyorum. Blog dünyasına adım atışım İlkay'ın kocasının yolladığı bir maille başlamıştı. İlkay blog tutuyor, adresi de bu demişti. O günden beri her gün hatta günde birkaç kez meripoint'e bakar oldum. Uzaklarda olan arkadaşımın hayatından kesitlere tanık oldum, hüzünlerini, mutluluklarını ben de yaşadım, bilmediğim yönlerini keşfettim, hepsi de çok hoşuma gitti. Sonra takip ettiğim diğer bloglar geldi, hiç tanımadığım insanlardan bir çok şey öğrenmeye başladım. Bu arada ben de yazdım, hislerimi, düşüncelerimi, yaşadıklarımı ve aptallıklarımı önce kendimle sonra da başkalarıyla paylaşmaya başladım. Okur kitlem önce sadece İlkay, kocam ve bazen fakültedeki oda arkadaşımken derken başkaları da oldu. Derken blogsuz yapamaz oldum. Kapatıldığında kendimi çok kötü hissettim. Bu dijital günlük işini çok sevdim ben. Facebook çılgınlığı gibi zamanla azalmaz diye umuyorum. Mümkün olduğunca yazmak, yazıp geriye döndükçe hayatımdaki değişiklikleri görmek istiyorum. Daha nice yüzlere...

Unutkanlığa devam + öğretmenler günü kutlaması

Unutkanlığa son sürat devam ediyorum. Düzelmeyi umarken cuma günü bir darbe daha indirdim kendime, bravo bana. Yola çıkmak için apar topar hazırlandım, annem-babam sağolsun beni almaya gelip çantalarımı getirdiler ve AŞTİ'ye doğru yola çıktık. Biletimi genelde internet üzerinde ayırtırım/alırım. Bu sefer biletimi otobüs şirketinden kazandığım puanlarla alacaktım, benim gibi sürekli yolculuk yapanlar için harikulade bir uygulama, kartlığımda taşıdığım kamil koç kartıyla biletimi aldım, otobüsün yanına gittim, çantaları yerleştirdim ve o anda nedense aklıma cüzdanıma bakmak geldi. Koca bavulumun içinde cüzdanımı aradım, taradım yok. O göze bak, bu göze bak yok işte. Çıkmadan önce gördüm, başka bir yerde unutmuş olamam, yolda çantam kapalıydı ve arabayla geldik, çaldırmış olamam. Fakültede unutmuş olmalıyım, hatta yerini bile biliyorum aslında. 10 yıl kadar önce o zaman odam laboratuarın orada bir yerdeyken ve ben de 10-15 adım ilerideyken çantam açılıp cüzdanım çalınmıştı. O aralar zaten 1-2 ayda bir birinin canı yanardı, yıllardır bulunmamıştı kimin yaptığı. Gerçi diğerlerinin cüzdanı Kızılay'daki bir pasajda bulunuyordu ama benimkinden ses çıkmadı. Karakola gidip cüzdanım çalındı dediğimde "ee, neden geldiniz" gibi anlamlı bir soru sorup benim ısrarımla tutanak tutmuşlardı. Kartlarım, kimliklerim, az bir miktar param gitmişti. Ben kapattırana kadar kredi kartımla bir ganyan bayiinden para çekmişler. 80 TL idi ama o zamana göre iyi para. Neyseki ödemememiştim vs. O günden beri kolumda asılı bir freebag ile dolaşırım, cüzdanımı, telefonlarımı içine koyarım, o olmadan kendimi çıplak gibi hissederim. Herkes alıştı bu halime, eskiden dışarı mı çıkıyorsun diye sorarlardı. Tabii beni tanımıyorlar, minicik freebag'e bavul çantamdaki neyi sığdırabilirim ki?

Neyse, en sık yaptığım cüzdanımı arka gözde unutup çıkmak. Genelde durağa gittiğimde aklıma gelir ve yol yakınken dönüp alırım. Bu sefer ise yol yakın olsa bile zaman yok. Otobüs 15 dakika sonra kalkacak, yetişmeme imkan yok. Bırakıp gitsem otobüs kaçacak, rahat hatta tekli koltuk bulmuşum kendime, üstelik de puanla almışım bileti, yakmak işime gelmez. Cüzdanın orada olduğundan da eminim (emin gibiyim ama yine de içimde ne olur ne olmaz hissi var). Annem imdadıma yetişti, fakülteye gidip orada mı değil mi diye baktılar. Biz bu arada yola çıktık ve ben telefon gelene kadar bir miktar kendi kendimi yedim. Neyse ki rahat hatta gidiyordum, cep telefonları açıktı, kredi kartlarını iptal ettirmek için orayı burayı arayabilirdim ama otobüste konuşmayı çok sevmem, etrafı rahatsız ettiğimi düşünürüm, fısıltıyla konuşsam da olmaz offffffffff. sonraki 20-25 yolda anlamsızca etrafa bakarken annemin telefonuyla içime su serpildi. Cüzdanımı elleriyle koymuş gibi bulmuşlar :) Hafifçe oh çekerek yolculuğumun geri kalanını huzur içinde geçirdim. Yanımda annemin verdiği bir miktar para, kimlik olarak ise evlilik cüzdanı, bu haftasonu kocamın cüzdanına sığındım anlayacağınız...

Yazımın sonunda öğretmenler günü için de iki kelam yazayım. Annem emekli ilkokul öğretmenidir, hatta 1 yıl benim de öğretmenliğimi yapmıştır. Annenizin öğretmeniniz olması kadar talihsiz birşey olamaz hayatta. Hiçbir öğrencisine fiske vurmayan bu kadın bana bir tokat atmıştı zamanında. Sıkıysa velimi gönderip şikayet edeyim, kimi kime şikayet edeceksin? Hak etmiştim gerçi, normalde şımarık bir öğrenci değildim, öğretmenin kızıyım diye havam yoktur ama bir gün çıldırtmışım kadıncağızı, dayanamamış. Çok akıllıca bir taktik üstelik. Diğerlerine ibret oldum ama boş yere ibret oldum, dediğim gibi kimseye fiske vurmadı annem. Hatta aşı zamanında da ilk aşıyı ben olurdum. Sıranın arkalarından bulur beni en öne getirir, şak diye vurdurturdu iğneyi. Arkada saklanmaya çalışanlar da "kendi kızı bile kaçamadı, çaresiz aşı olacağız" diye direnmekten vazgeçerlerdi. Akıllı kadın. Öğrencileri o kadar severdi ki onu sallanan dişlerini bile anneme çektirirlerdi. Evde bağırış çağırış annelerine dokundurtmayan mini mini çocuklar nasıl bir sevgi bağı varsa öğretmenleriyle aralarında okula gelip anneme çektirirlerdi dişlerini. Gözlerim doldu bak yazarken. İşte bu kadının öğretmenler gününü kutluyorum. Hem çok iyi bir öğretmen olduğu için, hem de benim öğretmenim olduğu için iki kez. Öğretmenler günün kutlu olsun öğretmenim.

23 Kasım 2008 Pazar

Hiç o kadar korkmamıştım

Geçen sene başıma gelen bir şeyi yazacağım bugün. Nedense dün aklıma geliverdi birden bire. Madem kendime günlük olsun diye de yazıyorum bu blogu, bunu da yazayım ki ileride geri dönüp okuduğumda "aaa böyle bir şey olmuştu evet" diyebileyim.

Geçen sene Eylül ayında (o zamanlar) Kıbrıs'ta yaşayan ağabeyim iş gereği Ankara'ya geleceğini söyledi. Uçuş numarası, geliş saati öğrenildi. Havaş'ın servisi bizim fakülteye yakındır, orada karşılayacaktım onu. Okulda nedense kimseler yoktu, izin döneminin sonuydu galiba, bir tek hocam vardı. Ona da durumu anlatıp ağabeyimi (ay dayanamayacağım ağabey yazmaya) ağbimi karşılamaya gideceğimi söyledim. Sonra dedim ki kendi kendime, "uzun zamandır gelememişti Türkiye'ye, haydi git süpriz yap, havaalanında karşıla onu. Kapıdan çıkıp da seni görünce şaşırsın." Yetişmek için apar topar çıktım okuldan, son hızla gittim. Yürüdüm mü taksiye mi bindim hatırlamıyorum ama herhalde yürümüşümdür (hafıza zayıflamaya başlamış bile, yazdığım iyi olmuş). Baktım kalkmak üzere olan bir otobüs, hemen bineyim dedim. Bir sonraki 15 dakika-yarım saat arasında bir süre sonra kalkacaktı (bu da gitmiş hafızadan). Amma velakin otobüste yer yokmuş. Ben de binmezsem geç kalacağım (uçağın zamanında geleceğini varsayarsak). Yüzümdeki acılı ifadeyi gören şoför hostes koltuğunda oturmayı kabul edersem beni alabileceklerini söyledi ben de hiç ikiletmeden hemen kuruldum koltuğa. Oh ne rahat, en önde etrafa baka baka gidiyorum. Telefonları hemen kapadım tabii. Elektronik aksama zarar vermesin diye hemen kapatırım. Ama mutlaka içeride kapatmayan 1-2 sığırcık olur. Gıcık olur o gün işleri rast gitmesin diye beddua ederim (Beddua etmeyi hiç sevmem, edilmesini de istemem, en kötü bedduam budur. Şu andan itibaren 24 saat süreyle işin rast gitmesin derim, ne de olsa benim canımı tehlikeye atıyor, bu kadar ağır bir bedduayı hak etti. Ama hayati önem taşıyan birşey de olmasın). Neyse, dağıtmayayım konuyu. Gayet güzel gidiyoruz. Ben yaklaşık 2 yıl sonra ağbimi görecek olmanın sevinciyle içim kıpır kıpır sürekli saatime ve etrafa bakınıyorum. Önde bir de ekran da hatta, otobüsün orasını burasının kamera görüntülerini şoföre gösteriyor. Pursaklar'a gelmeden biraz önceydi sanırım, şoför telefonunu açtı bir yeri aradı. Dedi ki "Bagajdan bir uyarı geliyor. Denedim ama durmuyor, tekrar uyarı veriyor. Cep telefonu olabilir belki". Hakikaten de bir şeylere basıyor, orayı burayı kurcalıyor, kamera görüntülerine bakıyor ama bagajın içini gösteren yok tabii. Aklımdan o anda geçenler aynen şunlar: (Etrafta oraya buraya bomba koyma paranoyası da var, hayalgücüm sınır tanımadı haliyle). Şoför herhalde girişteki güvenliği aradı. Bagajda bir şey varmış, Cep telefonu olabilirmiş ama öyle olsa güvenliği arar mıydı? Acaba karşıdakiler ne dedi. Gerçi adam rahat da görünüyor ama ya bomba varsa. Cep telefonunun bagajda ne işi olur ki? Olsa da açık mı olur? Başka bir cihaz mı var acaba? Yoksa bomba mı? Uçağa mı bomba koyacaklar yoksa otobüse mi? İntihar bombacısı mı var yoksa otobüste?

Bunların hemen akabinde otobüste bomba olduğuna kendimi ikna ettikten sonra ne zaman patlayacağı konusuna geçtim:

Hemen mi? Yoksa havaalanında mı? Güvenlik acaba girişte bizi durdurup hemen aramaya mı başlayacak? Patlarsa ne olacak? Ne zaman olacak? Demek ölmeye gitmek böyle birşeymiş.

Sonra da geride kalanlar aklıma geldi tabii ki:

Acaba bir sonraki otobüsü mü bekleseydim? Ama ölüm çekiyor derler ya, öyle bir şey oldu demek ki, yoksa hostes koltuğuna neden oturtsunlar beni, kesin ecelim geldi ben de koşarak gittim. Kaderin önüne geçilmez napalım. İyi de kimseye haber veremedim ben. Kocam, annemler nerede olduğumu bilmiyor. Ben burada ölürsem bu otobüste olduğumu öğrenme şansları var mı? Cep telefonlarım kapalı. Şimdi açıp konuşamam da. Kocama son bir kez seni seviyorum demeden mi öleceğim? Ya annemler, mahvolurlar bunu duyunca. Peki ya araba taksitleri ne olacak? Ben ölünce kocam ödeyebilecek mi? Banka arabaya el mi koyar yoksa, daha yapacak işler de vardı, yarım kaldı hepsi.

Çok kötü bir his. Aklıma 11 Eylül'deki uçak yolcularının aileleriyle son kez konuşması geldi. Ne zor bir şey olmuştur kimbilir, hem arayan hem de aranan kişi için. Offf, içim sıkıldı, ben belki de konuşamayacağım bile. Dünya üzerinde nerede olduğumu bilen tek kişi hocam, o da sadece Havaş terminaline gittiğimi sanıyor, burada olduğumdan kimsenin haberi yok.

Pursaklar-havaalanı arası nasıl geçti anlatamam. O yol ne kadar uzun olabiliyormuş meğer (üstelik de alt geçitler vs. ile sürenin kısalmasına rağmen). Bu arada şoför hala normal görünüyor. Vay be diyorum adam ne kadar soğukkanlı, otobüste panik çıkmasın diye kendini zorluyor herhalde.

Neyse, girişe geldik, durduran olmadı. Demek ki içeride boşaltacaklar diyorum. Otobüs önce giden yolcu kapısına yanaşıyor. Çabuk inin diyorum içimden, ben de bir an önce atayım kendimi otobüsten. Ama ben de inemiyorum çünkü şoför gelen yolcu kapısına gideceğimi biliyor, otobüse binerken söylemiştim. Zaten hemen inersem de bombacının ben olduğumdan şüphelenir belki. İçim içimi yerken gelen yolcu kapısına yanaşıyoruz ve ben teşekkür edip atıyorum kendimi aşağıya. O halde bile kibarım.

Sonra ağbimin uçağının rötar yaptığını öğreniyorum. Beklemeye başlıyorum. Kocamı arayıp hemen soluk soluğa olan biteni anlatıyorum. O da bana haklı olarak "salak" diyor. Kendime derim ama başkasından duymayı hazetmem. Ama bu sefer o kadar yakıştı ki bu sıfat bana, sesimi çıkarmadım. Çok kızdı bana neden haber vermedim diye. Ya sana birşey olsaydı diye kızdı durdu. Ben olsam çok daha ağır şeyler söylerdim hatta. Ama o kadar apar topar bindim ki otobüse tamamen ecele gider gibi o kadar olur yani. Biraz da hayalgücümün etkisiyle böyle bir macera yaşadım ama olmayacak şey de değil.

Buradan sonra da bir hikaye var aslında ama yazmayacağım, o da bana kalsın. Sonra ağbim kapıdan çıktı ve herşeyi unuttum.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Kocamla yemek yaptık

Geçen haftadan kalan noodle yapma planımızı dün akşam eve geldiğimizde gerçekleştirdik. 1 hafta beklememizin sebebi malzemelerin eksik olmasıydı. Kocam noodle yemeyi pek sever. Ankara'ya geldiğinde mutlaka Acity'deki Galga (moğol barbekü)'ya uğrarız. Eskişehir'de ise Yum Yum Noodle House imdadımıza yetişiyor. Fiyatları Ankara'ya kıyasla çok makul. Geçenlerde kocam kendimiz yapamaz mıyız bunu, yağını falana ona göre ayarlayalım diye sorunca hemen aklıma Real'de noodle bulabileceğimiz geldi. Migros'ta gördüğümü hatırlamıyorum çünkü. Hemen Real'e gidildi ve 2 paket noodle alındı. Kocamın istediği diğer malzemeleri de Eskişehir'de tamamlayacağımızı umduk ancak soya filizi bulamadık. O yüzden yine Ankara'dan getirmeye, getirene kadar da yemek planını ertelemeye karar verdik. O akşam Yum Yum imdadımıza yetişti tabii ki (ben yiyemiyorum diyet gereği, sadece seyirciyim). Bu hafta maalesef aramama rağmen soya filizi bulamadım ama diğer malzemeler tam olunca yine de yapmaya karar verdik. Brokkoli, havuç, kırmızı biber ve mantar ekledik, wokta az miktarda yağda kızarttık, sonra da önceden 5-6 dakika haşladığımız noodle'ı ekledik. Kocam acı biberini, baharatlarını kendine göre ayarladı. Tek hatamız şu oldu (bizden kaynaklanmıyor aslında), noodle paketinin üzerindeki tarifi yapalım dedik (aslında onu kes, bunu kavur, şunu ekle, yine kavur, tarife ne gerek). Tarifte bir yemek kaşığı sulandırılmış nişasta ekleyin diyordu. Maalesef ekledik ve wok tabanına yapışıp kaldılar. Bir daha koymayacağız. Soya sosunu da ekleyince harika bir yemek oldu.

Ne var yani, normal bir yemek işte, makarna yapmaktan ne farkı var, ya da bloga yazmaya değer mi diyebilirsiniz. Ama benim için büyük önemi var. Kocam çok fazla sebze yemeyi sevmez. Brokkolinin adını bile anmaz mesela ancak burada yediği noodle'ın içine koyduklarından tadına alıştı galiba ki brokkoli de alalım, koyalım içine dedi. Çok şaşırdım. Kocam + brokkoli= mission impossible? Olabiliyormuş demek ki. Kırmızı biber, mantar? Aman Allahım. Taze soğan eklemeyi unuttuğumuz yeni fark ettim. Onu da bu akşama yaparız artık.

İkinci önemi ise wokun başına kocamın geçmesiydi. Ben sadece sebzeleri soydum ve doğradım. İçine koyduğu eti o kızarttı, wokta sebzeleri yağda kavurdu, noodle ekledi, herşeyi o yaptı yani. Dedim ki bunu fotoğraflamalıyım. Özellikle de benim gibi Ege mutfağına, sebzenin her türüne düşkün biri için unutulmayacak bir andı bu. Keşke enginar yemeye de ikna edebilsem. (Not: Geçen haftadan beri hasretle beklediğimiz için porsiyon biraz büyük. Bir de ilk defa kendi evimizde dumanı tüten sıcak bir noodle yiyoruz, evden sipariş verdiklerimiz gelene kadar soğuyordu çünkü).

21 Kasım 2008 Cuma

Benim garipliklerim mi? İşte bunlar

İlkaycığım mimledi beni. Garipliklerimi yazmam gerekiyor şimdi. Başkalarına garip gelebilir ama benim için öyle değiller, o yüzden yazarken zorlandım aslında. Belki de kocama, annemlere sormalıyım. Ne de olsa sizi iyi tanıyan biri daha objektif düşünebilir. Bir de dediğim gibi bana garip gelmiyor ama onlara kesinlikle garip geliyordur. Aklıma geldikçe bir kenara yazayım dedim ve sonunda işte bu liste çıktı ortaya:

- Bebeklere bebiş denmesinden nefret ederim. Bebiş nasıl? sorusu bence kesinlikle sevimli değil. O yüzden lütfen bebeklerim olduğunda bebiş demeyin.

- Birşeyin bitmiş olmasına ve yerine yenisinin konulmamasına gıcık olurum. Bu husustaki ilk üç (top three): Sürahideki suyun bitmesi ve damacanadan doldurulmaması, çöp kabındaki torbanın yenilenmemesi, tuvalet kağıdı da aynı şekilde. Hatta tuvalet kağıdı bitmeye yakınsa mutlaka yan tarafa yenisi konmalı. Elimi attığımda elim boşta kalırsa deliriyorum.

- Kitapların asla sayfalarını kıvırmam, kitap ayracım yoksa gazete parçası, not defteri kağıdı da mı yok? Asla yapmam.

-Dürtülmekten hiç hoşlanmam.

- Her yıl mutlaka bir vesikalık çektirip değişimimi görmeye çalışırım. (Bazen yılda 2 kez).

- Arabaya bindiğimde elimde yüküm varsa (çantamın haricindeki torbalar, kitaplar vs) arka koltuğa veya bagaja koymam, hepsini kucağımda taşımalıyım (otobüs alışkanlığı sanıyorum).

- Marketten penguen, uykusuz dergilerini alırken en öndekini almam, aralardan birilerini alırım. En önde duranları genelde açıp okuyorlar, benim dergimi ilk ben okumalıyım.

- Bazı konularda sabit fikirliyim. Şu anda aklıma bir örnek gelmiyor. Sizin önerinizi dinlerim ama kendi bildiğim daha mantıklı gelirse (ki gelir) onu yaparım.

- Evde giydiğim eşofman vs ile yatağa girmem. Pijamalarımla da yere, halıya oturmam, oturmak zorunda kaldıysam da bir daha yatakta giymem, yıkamaya atarım.

- Uçları açık bir makas görürsem mutlaka kapatırım.

- Kullandığım herşeyin mutlaka bir yedeği olmalı. Şampuan, lavabo açıcı, pop-up mendil, tuvalet kokusu, makyaj temizleme pamuğu, otobüs kartı ilk aklıma gelenler. Eğer bittiyse ve yedeği kullanıma soktuysam hemen yenisi alınıp konmalı.

- Nohut, bezelye, fasulye, mantı gibi taneli yemekleri mutlaka çatalla yerim. Tek tek çatalın ucuna geçirmeye çalışırım, sadece yemeğin suyu kaldığında kaşık kullanmaya geçerim.

- Ters duran terlikleri, ayakkabıları ben de düzeltirim. Hatta sol-sağ olarak bile ters olmamalılar.

- Saatsiz dışarı çıkmam, çıktıysam bütün gün birşey eksik gibi gelir.

- Migros'a falan gittiğimde çorap reyonuna mutlaka uğrar kışlık çoraplara bakarım. Almasam da bakarım ama genellikle alırım. Ev o yüzden çorap dolu.

- Yukarıdakiyle bağlantılı olarak çorap rengi mutlaka giyilen kıyafetle uyumlu olmalı. Kot pantalon ve botun içinde görülmeyebilir ama uyumlu olacak.

- Burnu gitmeye başlayan çoraplar hemen ev çorabı yapılır, bir daha dışarıda asla giyilmez.

- Yere çöp atamam. Bir çöp kutusu bulana kadar cebimde, çantamda gezdiririm.

- Siyah tükenmez kullanmayı sevmem. Favori rengim mavidir.

- Çantamda mutlaka selpak, sakız olmalıdır.

- Hiç kullanmasam da mutlaka ankesörlü telefon kartı taşırım. Ne olur ne olmaz.

- Takvim sayfalarını asla zamanı gelmeden çevirmem. Mesela Kasım ayı bitmeden o aya ait sayfayı koparmam. Gün kısmının kutucuk halinde kaydırıldığı bir duvar takviminde ise saat gece 12'yi geçmeden kesinlikle kaydırmam.

- Kedi veya köpek sevdikten sonra elimi mutlaka yıkamalı veya kolonyalı mendille silmeliyim. Yıkayana/silene kadar o elimi kullanmam, üstünde birşey var veya yanıyor gibi gelir sanki.

- Çantamı yere koymamaya çalışırım.

- Migros dönüşü vs poşetleri yere koymam, kollarım kopar ama hiç yere indirmem. İndirmek zorunda kaldıysam (kahrolarak) eve girer girmez çöp torbası olarak ayırırım, evle temas ettirmem.

Aklıma gelenler bunlar şimdilik. Eminim kocam okuyunca yorum yazacaktır, o zaman onları da eklerim.

Ben de kocamı mimleyeyim o zaman. Haydi bakalım RamirezK, kendi listeni yaz bakalım.

20 Kasım 2008 Perşembe

Bana mı çekmişler acaba?

Yavrularım da sağolsunlar anneleri gibi biraz cins. Direkt kan bağı olmasa da aramızda (yok artık) üzüm üzüme baka baka kararır misali hepimiz cinsiz. Onları size daha önce tanıtmıştım. Şimdi sıra geldi cinsliklerini yazmaya.

Şekerim benim, tatlı kuşum, bana pek düşkündür (mavi giydiği zamanlarda da kocama). Ben bilgisayar başından pek kalkamadığım için kuşcağız da bana yakın olmak için bilgisayarın üzerinde dolanıp duruyor. Resimdeki bana kaçamak bakışlar atarkenki hali. Bakıyor, sonra da ekranın arkasında kayboluyor sonra bir daha bakıyor. Belki de ce-e oynuyor kendince :) Cinsliği ise mutfağa gittiğimi görünce hemen peşimden gelmesi. Musluktan su içmeye bayılıyor hayvan. Bizi de eğitti helal olsun kuşa. O peşimden gelince murluğu açar, altına kolumu uzatırım, suyun sıcaklığını yaz-kışa göre ayarlarım ve o kolumun üzerinde yürüyerek kah su içer, kah suyun altından geçer (uçamayacak kadar ıslanmamaya özen göstererek). Aslında tam kameraya çekilecek bir sahne. İlk fırsatta çekmeliyim.

İkinci cinsimiz Çıtçıt. Kanadının yamukluğu yüzünden uçamayan bu hanım bakımına çok özen gösterir. Her gün mutlaka saçlarını yıkar :) Tepedeki tellere tutunarak tepeüstü aşağıya doğru sarkar ve kafasını suluktaki suyla ıslatır. (Kızım o suya beslen diye vitamin falan koyuyorum ben, kafanı yıka diye değil). Ama belki de hayvan vitaminli suyla tüylerinin parlaklığını artırıyor, ahenkle dans ettiriyor, olamaz mı? Ben de onu bunu sürmüyor muyum kafama bakım yapacağım diye? Aferin punk kızıma benim.



Üçüncü cinsimiz Kıtır. Aslında buna cinslik denmez sanıyorum, zaruret nedeniyle olduğuna inanıyorum. Kıtır'ın kafesindeki talaşları genelde haftada bir değiştiririz. Zaten daha uzun kalırsa iyice koku yapmaya başlıyor. Bir keresinde bir haftasonu Eskişehir'de olmayışımız nedeniyle değiştirememiştik. Bir akşam eve geldiğimizde hayvanı yemlerini koyduğumuz minik plastik kabının içinde yatarken bulduk, bir anlam veremedik önce. Fotoğrafını çekmeye çalıştığımda hep uyandı. Nihayet şu aşağıdaki pozları çekebildim. Neden böyle yapıyor acaba derken bir de baktık ki talaşın her yerinde pislikleri var. Eee, temiz hayvan ne de olsa, üstüme bulaşmasın diye kendini yemek kabının içine hapsetmiş. Kocam hemen temizledi de hayvancağız rahatça tertemiz talaşlarının arasına gömülebildi. Sen de bir köşeyi tuvalet yapsan da sadece oraya pislesen olmuyor değil mi Kıtırcığım.
Birinde uyuyor, diğerinde uyku mahmuru tatlım benim.

Hepsini çok seviyorum, onlarsız bir hayat düşünemiyorum. Kocam da aynı şekilde. Evimiz ve daha da önemlisi biz müsait olsak hemen bir köpek alacağız ama şu anda mümkün değil. Mini mini köpek yavruları dolaşsa evde, Kıtırla birlikte koştursalar (Kıtır şeffaf topunun içinde tabii), kuşlar da etrafta uçuşsa (pardon Çıtçıt, sen uçamıyordun) fena mı olur. Bilakis ne de güzel olurdu.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Uyanıklara bak sen

Fakülteden biraz erken çıktım bugün. Aslında daha da erken çıkacaktım ama olmadı. 2 gündür bacağımda bir prolem var. Otururken hiç problem yok ama yürümeye başlayıp birkaç adım attıktan sonra diz çukurumdan başlayan bir kasılma aşağıya ve yukarıya doğru yayılıyor. Hele merdiven inmek tam bir işkence. O yüzden dün akşamdan beri bilimum jeli bacağıma sürüp sıcak sıcak sarıp oturuyorum. Tam diz bölgesi sarılı olduğu için yürüyüşüm de yarı zombi gibi oldu tabii. Bugün de sabahtan yapmam gereken işleri halledip eve gidip ayağımı uzatmak istemiştim. Ancak çıkışım yine 14:30'u buldu. Fazla yürümemek için fakültenin önünden kalkan ama Bakanlıklar-Kızılay üzerinden ring yapan bir otobüse attım kendimi. Otobüs gelene kadar (ki bu aralar neyi beklersem geç kalıyor. Oysa millet sigara yakar yakmaz otobüsleri geliyor. Ben de mi başlasam acaba?) duraktaki tabureye oturur yormam bacağımı demiştim ama aksilik buradan başladı bile. Tabureleri kaldırmışlar. Hafif çiseleyen yağmur nedeniyle hafif geciken otobüse atlayarak yolculuğuma başladım. Kızılay yakınlarında yolu kapatan bir trafik kazası yüzünden nispeten kısa sürecek otobüs yolculuğum koskoca otobüsün daracık sokaklara girmek zorunda kalması, oradan değişik yerlere çıkması nedeniyle kısa bir Kızılay-Bakanlıklar ve niceleri turuna dönüştü. İlkaycığım, al sana başka bir şık: Hafif çiseleyen yağmurda, en ön koltukta sol ayak ileri uzatılmış şekilde otururken etrafa bakınarak otobüsle dolaşma :)

Yolculuğumun bir yerinde Maltepe'den geçiyorduk. 2 dükkan çarptı gözüme, uyanıklar sizi dedim. Birisi koskocaman dövizler yazdırmış kapısına asmış: BOŞALTIYORUZ. Ama sol üst köşede minik bir "Rafları" kelimesi var. Küçük yazıya dikkat etmeyenler de sanıyor ki dükkan kapanıyor da indirim var, herşey ucuzdur. Al gitsin.

Diğeri de "Tadilat nedeniyle" yazmış. Günahlarını almayayım ama otobüs durakta dururken içeriye bakabildiğim kadarıyla bir tadilat göremedim. Ama dükkanın bulunduğu bina boyanıyordu, dışarıda boya iskelesi vardı. Eğer tadilat olarak bunu kastediyorlarsa bravo :)

Verimli bir yolculuk oldu benim için. Ve bir kez daha bugün erken çıkacağım dediğimde bir şekilde nazar değdirip çıkamadığıma, çıksam da eve ulaşamadığıma şahit oldum. Bundan sonra dillendirmeyeceğim önceden, çıkıp gideceğim.

Not: Otobüsle Malltepe Park'ın da yanından geçtik bir ara. Eski halini düşünüyorum da, çok güzel olmuş, en kısa zamanda gidip görmeli.

Unutulan bir gelinlik modeli

Geçenlerde bir blogda gelinlik modelleriyle ilgili bir yazı vardı hatta ben de yorum yazmıştım ama hangi blogdu unuttum. Bu kadar unutkanlık olur mu pes diyorum artık. Yıllar önce gördüğüm bir model vardı, evlenirsem buna benzer bir şey yaptırabilir miyim acaba diye düşünmüştüm. Işıl ışıl bir modeldi, çok beğenmiştim. Sonra aklımdan çıktı gitti, evlenirken de zerre kadar hatırlamadım. Modelin nasıl bir şey olduğu dediğim gibi, geçen gün yorum yazınca aklıma gelmişti. Yine de tam olarak hatırlayamamıştım. Ama az önce fakültede bir iş için disket lazım olduğunda eski disketleri karıştırırken o modelle karşılaştım . Hangi siteden bulmuştum, ne zaman görmüştüm hatırlamıyorum ama bence hala çok güzel. İleride nikah tazelemeyi falan düşünürsek aklımda olsun :)

18 Kasım 2008 Salı

Geçmişe bir yolculuk daha

Bugün geçmişe gitme günüm anlaşılan. Bugüne yetişemiyorum ama geçmişte dolanacak vakit bulabiliyorum, bravo bana. Ama ne yapayım, şu anda radyoda dinlemekte olduğum bir şarkı aldı götürdü beni. Radyoodtü dinlerim hep. Eskişehir'deyken de internet üzerinden dinliyorum. İnternet yayınları kesik olduğunda veya başka bir kanal dinlemek zorunda olduğumda içim bayılıyor, çok sevdiğim müzikten nefret ediyorum resmen. Cıs tak cıs tak garip garip şarkılar içimi bunaltıyor. O yüzden yıllardır Radyoodtü dinliyorum, kemikleşmiş bir hayranım yani. Ama nasıl sevmeyeyim ben bu radyoyu, baksanıza U2'dan en sevdiğim şarkıyı, With or Without You'yu çalıyorlar. Şarkı taaa lise dönemimden. Tam yılına bakmak için internete girmeli veya eve gittiğimde cd'ye bakmalıyım ama ben lise sonda almıştım bu kasedi. Yıllar sonra cd'sini de almıştım hatta. U2'nun bence en iyi albümüdür. Baksanıza şarkı neredeyse 20 yıllık ama hala zevkle çalınıyor, dinleniyor. Hatta dün de Erasure'dan bir şarkı çaldılar (Ship of Fools). Erasure ise lise yıllarımdan (belki de daha önce) sevdiğim bir grup. Eee, ben bu radyoyu dinlemeyeyim de ne dinleyeyim, cıs tak cıs tak şarkıları mı? Kalsın.

Bu arada 100. yazıya doğru yaklaşıyorum, pek heyecanlandım şimdi.

Not: Ekleme yapmam lazım. Az önce radyoda bir kızın isteğini çalıyorlardı. Issız ada konseptinde 3 şarkı seçiyor ve neden seçtiklerini de söylüyorlar eğer isterlerse. Bu kız dedi ki " Anastasia'dan "Left Outside Alone" şarkısını istiyorum çünkü benim çocukluğuma ait bir şarkı. Yuh dedim ben de. Bu kadar yaşlandım mı ben? Ne zaman yaşlandım peki?

Kısa kısa

Sabah diyetisyenimle olan randevuma gittim. Şehre birazcık yağmur düşünce trafik allak bullak olmuştu, biraz geciktim. Bu hafta zayıflamış olduğumdan emin şekilde tartıya çıktım. O da ne? Geçen haftayla aynı kilo. Ama nasıl olur. Diyetisyenim bile nasıl olur dedi hatta. Benim aklımda binbir düşünce, saçıma fazla mı köpük sürdüm, sabah taktığım yüzük mü ağır geldi? Ne oldu ne bitti derken yağ-kas analizimi verdi de cihaz rahat bir nefes alabildik. Tamam kilom geçen haftaya göre değişmemiş ama 1 kilo yağ kaybetmişim. Nasıl rahatladım anlatamam. Giydiğim kot da iyice bollaştı çünkü, var bir farklılık biliyorum ama yine de gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. İkimiz de çok mutlu olduk, hoplaya zıplaya ayrıldım hastaneden.

Fakülteye gelirken metroda yanda oturanların konuşmasına şahit oldum. 3 adet genç, biri kız diğerileri erkek, bir de yaşlı, muhtemelen emekli bir amca birbirine bakan 4'lü koltuklarda oturuyorlardı.
Amca: Nerede okuyorsun evladım?
Öğrenci 1: Üniversite'de, İşletme
Amca: Aferin, tebrik ederim oğlum. Kaçıncı sınıftasın?
Öğrenci 1: 3. sınıftayım.
Amca: Az kalmış bitirmeye. (Karşıdaki çocuğa) Sen de mi üniversitede okuyorsun evladım?
Öğrenci 2: Ben de aynı fakültedeyim amca.
Amca: Mutlaka dil öğrenin, bu zamanlarınızı değerlendirin. İleride özel şirketlere girmek istediğinizde çok faydasını göreceksiniz
Amca: Ya sen kızım?
Öğrenci 3: (Kızların bunlarla ilgisi yokmuş) Ankara Üniversitesi Eczacılık. (Anaaa, bu bizim öğrenciymiş meğer)
Amca: Aferin evladım. O zaman senin dil öğrenmene gerek yok. (nasılsa eczane açacak ya)

Konuşma bu şekilde ilerledi. Durakta hepimiz birden indik, kız önden koşturarak uzaklaştı gitti. Amca iki çocukla birlikte merdivenlerden çıktı, çıkarken de nerelisin konulu konuşmalarına devam ettiler. Metrodan çıktıktan sonra amca çocukların ellerini sıktı, iyi günler diledi ve benimle aynı yöne doğru ilerledi. Çocuklar ise tam tersi istikamette ilerlediler. Arkamı dönüp bakmak istedim ama yapamadım, çünkü biliyordum ki "Amca da bizi buldu eheheh" konulu bir konuşma yapıyor, el kol hareketleriyle de destekliyor olacaklardı. O yüzden başımı çevirip bakamadım. Ama inşallah yanılmışımdır da öyle şeyler dememişlerdir adamın arkasından.

Adamcağız ne kadar da haklı aslında. Dil bilmek hatta 2 dil bilmek çok önemli artık. O çocukların dil düzeyi nasıl bilmiyorum ama öğrenciyken dil kursuna gidelim, dil öğrenelim diyen çok az öğrenci gördüm ben. Eczacılık okumama rağmen İngilizcemin yanına Almanca eklemek için kurslara gittim ben (Sonunda kullanmaya kullanmaya körelttim o ayrı). Hem de bizim müfredat şimdikine göre daha ağırken, şimdikiler kadar boş vaktimiz yokken. Ama bizimkilere bakıyorum da kimsenin ilgisi yok. O çocuklar umarım amcaya gülmemişlerdir. Sabah haberlerindeki "şu firma şu kadar çalışanı işten çıkardı" haberlerini duydularsa eğer herhalde gülmemişlerdir. Ekonomik kriz kapıda ama bizi teğet geceçek nasıl olsa , babalarımız nasıl olsa 2 yıl daha finanse edecek bizi diye düşündülerse gülmüşlerdir. Umarım ileride acı bir şekilde "o amca ne kadar da haklıymış" demezler ve bir 30 yıl sonra da onlar yolda gördükleri çocuklara "dil öğrenin" demezler.

Fakültede bir yandan çalışıp bir yandan çay içerken ağzımın yerini bulamadım ve üstüme, hem de krem rengi hırkamın önüne çay döktüm. Bravo bana. Hemen bavul çantamda bulunan ve geçenlerde fotoğrafını çektiğim kalem tipi leke çıkarıcımı aldım ve lekeyi çıkardım. Harika birşey, tavsiye ederim. Dokuya da zarar vermiyorsa eğer oh ne ala mualla.

Önemli bir site ve ondan bundan

Serrose'nin sayfasında önemli bir web sitesinden bahsedildiğini gördüm. Anne, baba olsun olmasın herkes mutlaka bakmalı. Çocuk istismarına son vermeli, verilmeli, verdirilmeli.

http://kampanya.annecocuk.com/

Sıra geldi ondan bundan yazıma.

Geçen gün eski takılarıma baktım durdum. Galiba benim de bir takı askısı almam veya daha da iyisi iyi bir ayıklama yapmam lazım diye düşündüm. Gümüş takılarımın durduğu kutuya gelince yıllardır takmadığım bir sürü küpemin, yüzüğümün, kolye ucumun ve zincirimin olduğunu gördüm. Yüzüklerin o zamanlar ne kadar küçük veya küçültülmüş olduğunu görüp şaşırdım, parmağıma hala uyanların olduğunu fark edince mutluluktan havalara uçtum (zayıflıyorum ya). Sonra da hiçbirine kıyamadım. Tamam, özellikle karardıkları için artık gümüş zincir takmıyorum, onun yerine beyaz altın bir zincirim var onu kullanıyorum ama yine de hiçbirini atmaya kıyamadım. İleride kızım olursa eğer ve yıllar sonra takılarımı kullanmak isterse diye kızıma haksızlık etmekten korktum. "Ama anne, hiç mi beni düşünmedin" der diye şimdiden içlendim. (Görüyor musun meripoint, 10 yıl sonrasına giysi alıyorsun ama üzülme daha manyakları var, ben doğmamış kızıma don biçiyorum :) )
Sonra da aşağıdaki yüzüğümü buldum, nasıl aldığımı hatırladım. Lise son veya fakülte bir, tarih derseniz 89-90 yılı , aman tanrım, bundan 18-19 yıl önce almışım bunu. Üstelik de aldığım yeri ve zamanı dün gibi hatırlıyorum. Güven Park'ın orada, Kumrular sokakla Yeni Karamürsel'in önündeki sokağın kesiştiği köşede eskiden bir pasaj vardı. Sonrada iç çamarışı pijama satan bir yer olmuştu, şimdi de simit sarayı gibi birşey var yanlış hatırlamıyorsam. Orada arkadaşlarşa buluşacaktık. Erken geldiğim için pasajdaki dükkanların vitrinlerine bakıyordum. Salaş bir gümüşçü vardı, vitrininde tozlu gümüşler olan. Rafların birinde bu yüzüğü gördüm. Birbirine yaslanan iki tane aslan kafası. Nedense beni kendine çekti, gözlerimi ayıramadım. Alayım, almayayım derken yanıma gelen iki kız da o rafa bakmaya başlayınca nolur nolmaz diye hemen girdip aldım. Tam de parmağımın ölçüsündeydi, küçültmeye gerek kalmadı (orta parmağa yüzük takmaktan nefret ederim de). Hemen aldım, çıktım ve parmağıma taktım. Fotoğrafları az önce çektim, hala parmağıma uyuyor. Yaşım gereği daha şatafatlı, taşlı, kocaman yüzükler mi takmam gerekir yoksa? Bana ne, taktım bile, böyle gezeceğim bugün. Parmağımda 18-19 yıl öncesinin bir anlık mutluluğu (küçük şeylerden mutlu olurum demiştim) ve aslan kafalarının bana verdiği güçle dolaşacağım. Akşam eve geldiğimde eğer vakit bulabilirsem tüm gümüşlerimi parlatacak ve özenle bir kutuya yerleştirip kızım için saklayacağım.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Hala yetişemiyorum

Koskoca bir haftasonu geçti ve ben hala gerideyim. Bu haftasonum çamaşır yıkamak ve ütü yapmakla geçti neredeyse. Üstümde hala bir yorgunluk. Cumartesi gece film seyrederken uyuyakaldığım için kocam bana yine kızdı. Haklı adamcağız, filmi ben seçiyorum haydi seyredelim diyorum ve uyuyorum, tek başına seyrediyor. Eğer birşey seyrederken kanepeye yatarsam sonuçta mutlaka uyuyorum. Dayanmaya çalışıyorum ama olmuyor. Şu miskinliği yorgunluğu bir atabilsem. Uykuyu çok sevmem ama kahvaltı yaptıktan sonra yine yatmak ve uyumak, uyumak, uyumak istiyorum bu ara.

Pazar günümüzü yıkanan çamaşırları ütülemekle geçirdim. Kısa aralıklar vererek saatlerce ütüledim sanıyorum, geçen haftalardan kalan bir sürü şey vardı (geçen haftasonu eve gelmeyince birikti haliyle), ütüle, ütüle anca bitti. Neyse ki ütü yapmayı çok severim. Yazın sıcakta biraz sıkıntılı oluyor sadece ama nedense seviyorum işte. Ama bu sefer bayağı yormuş beni, saatlerce ayakta durma nedeniyle oluşan belimin ağrısını bir türlü geçiremedim. Televizyon seyretmek için hafifçe uzandığımda yine uyuyakalmıştım.

Keşke bu hafta geri dönmesem de evimde otursam, hiç çıkmasam hatta, o işi halletsem, bu işin ucundan tutsam, hava dışarıda buz gibi ve ev sıcacıkken güzel bir müzik açsam, elimde nescafemle pencereden dışarıda bensiz akıp giden hayata baksam. Akşamları da tatlımın kollarında uyuyakalsam. O beni dürtüp uyandırmaya kalktığında da "uyumuyorum ki ben, sana öyle geliyor" diye şirretlik yapsam. Sonra da yüzümde koca bir gülümsemeyle o sıcacık kolların arasında yine uyuyakalsam.

Hayaller bir yere kadar. Kalkıp çantamı hazırlamalı, etrafı toplamalıyım. Otobüs bensiz hareket eder yoksa :(

15 Kasım 2008 Cumartesi

Yetişemiyorum zamana

Ne çabuk geçiyor, ne zaman geçiyor bu aralar hiç anlamıyorum. Bu haftam yine yoğun geçti, geri dönüp ne elde ettim diye baktığımda elle tutulur bir şey göremiyorum o zaman nasıl geçiyor bu zaman? En son bavulumu boşaltıp yazmışım, diğer blogları okuma fırsatını bile zor buldum. Fakültede sınavlar var, kağıt hazırla, kağıt oku hooooop, 1 gün geçti bile. peki evde ne yapıyorum, inanın bilmiyorum. Perşembe günü kocam geldi, o gün saat 2'den sonrasını onunla kah Seat servisi, kah ora bura gezerek geçirdim ve eve gider gitmez hemen uykum geldi. İyice yaşlanıyor muyum yoksa kediye mi dönüşüyorum anlamadım, erkenden uykum geliyor. Bir de kilo verdikçe insan kendini daha dinç hisseder, uyuklama, tembellik hali kaybolurdu hani. Kış geliyor, ondan herhalde. Cuma günü yine sınavlara gir, kağıt hazırla derken cuma da geçti gitti. Haftaya da farklı olmayacak çünkü bu sınav kağıtlarının okuması var bir de.

Yazılacak makaleler, yapılacak çalışmalar, çalışılacak dersler ve vakit bulamayan bir kadın. Çoluk çocuğa karışınca ne yapacağım hiç bilmiyorum. Siz annelerin bloglarına bakıyorum da süpergirl gibisiniz, hepinize maşallah. Aslında ben de aynı anda pek çok işi yapabilen, bir koltuğa bir kaç karpuz sığdırabilen biriy(d)im ama bu aralar neyim var bilmiyorum. Geçer bir an önce umarım.

Doçentlik başvuruları için kriterler de değişiyormuş galiba, ona da canım sıkıldı sabah sabah. Haydi bakalım hayırlısı.

13 Kasım 2008 Perşembe

İşte bu da benim bavulum

Biraz geç oldu ama nihayet beni sobeleyen serrose'un mimine karşılık verebiliyorum. Resimleri sabahın köründe kalkıp çektim, ortalık biraz karanlık olduğu için parlayan flaşın kusuruna bakmayın.
Bu benim çantam-bavulum. Küçük çantalara sığamıyorum, çanta büyüdükçe içine konulan şeyler de haliyle artıyor. Küçüklere sığabilen kadınlara hayranlıkla bakıyorum. Hatta sınavlara minicik çantalarla gelen öğrencilere buna ne sığdırıyorsun diye sorarım çoğu zaman. Üstüne süsler eklerim, buradaki süsler LÖSEV'den keçe çiçekler ve üstü örülmüş bir Japon parası (el emeği). Aynı çantanın bir de kahverengisi var. Annem "deli kızın çeyizi" gibi der hatta aynı şeyin muhtelif renklerini aldığımda ama iyi bir çanta bulmak çok zor, bulunca da almak lazım, nolur nolmaz diye. Daha kullanmaya kıyamadığım için pırıl pırıl.

Çantamı boşaltınca ben de gruplar halinde fotoğraflamanın daha iyi olacağını düşündüm. Ve işte ilk grup:

1) Saç bantlarım ve tokalarım.
2) Sakızım (mutlaka taşırım ama ağzım kapalı çiğnerim, şaklatmam, balon yapmam, yapana uyuz olurum)
3) Minik ilaç kutum (vitamin taşıyorum, yoksa ilaç kullanmamaya çalışırım)
4) Selpak ve kolonyalı mendillerim (olmazsa olmaz) Hatta geçen haftayı grip olarak geçirince 3 paket selpak buldum çantamda ama bir tanesini fotoğrafladım)
5) El kremim olmadan hayatta dışarı çıkmam. Fakültede taşıdığım minik çantamda ayrıca bir tane daha vardır. Ellerim çok kuru maalesef.
6) Nedense tam 3 tane parlatıcı var. Ben de şaşırdım.
7) MP3 player (sadece haftasonları yola gidip gelirken alıyorum yanıma ama bu sefer çantada kalmış) Sony'nin bir ara çıkardığı 20 GB'lıklardan bu. 3 yıl önce aldığımız fiyatı düşünüyorum da piyasada şimdi bulunanlarla karşılaştırınca inanamıyorum. Daha onda birini ancak doldurdum sanıyorum, gerisi boş. Herhalde Sony de zarar edeceğinin farkına vardı da piyasadan kaldırdı. Minik bir harici hard disk olarak da kullanılabiliyor (Dile kolay 20 GB)
8) Cep telefonlarım (2 hat şart)
9) Flash belleklerim. Akademisyen olunca mı sayısı artıyor, ben mi cinsim anlamadım. Birisi 512 MB, diğerleri 4 GB

10) Cüzdanım. Hikayesini burada yazmıştım
11) Kartlığım (cüzdan olamadı ama bu kırmızı :) )
12) Bozuk para çantam (mini mini tavşanlar)
13) Anahtarlığım. Ucundaki süsler minik buda, hello kitty ve kocamın lazer fotoğrafı, bunun hikayesini de burada yazmıştım

14) Otobüs kartım (yenisini almalıyım, bu azalmış iyice)
15) Muhtelif bloknotlarım
16) Pedometrem (diyet sonrası olmazsa olmazım)
17) Çakmağım (hayır, sigara içmiyorum ama mutlaka yanımda bir çakmak taşırım, ne zaman lazım olacağı belli olmuyor
18) Muhtelif kalemlerim. (Renkleri ve sayıları zaman zaman değişmektedir)
Ve bu da son grup:
19) Makyaj çantam. Bunu da değiştirsem iyi olacak, eskimiş iyice. İçindekiler o günkü makyajıma göre değişiyor ama allık fırçası, sıkıştırılmış pudra, törpü, küçük tırnak makası ve nedense 2 adet cımbız demirbaş)
20) Yağ emici filmler. Japonya'da görmüştüm kendilerini, bayağı bir stoklamıştım, sonra da oradan bir kongre için Türkiye'ye gelen bir hoca sağolsun getirmişti. Karma cildi olanlar için hayat kurtarıcı.
21) Diş ipim (çantamdaki olmazsa olmazlardan biri)
22) Leke çıkarıcı kalem. Henüz kullanmadım ama mutlaka gerekecek biliyorum
23) Minik ayakkabı parlatıcı sünger. Tozlu ayakkabılara gıcığım. Bir erkekte de ilk baktığım şeydir hatta (ne kaş göz ne de kaslar, ayakkabılar bakımlı ve pırıl pırıl olacak. Neyse ki kocam benden daha hassas bu konuda).
Daha deodorantım, minik parfümüm, güneş gözlüğüm de var fotoğrafını çekmediğim. Zaten biraz daha oyalanırsam işe geç kalacağım. Son bir bilgi, bu yığına haftasonları kocamın cüzdanı ve arabanın ruhsatı da ekleniyor.















12 Kasım 2008 Çarşamba

Bugün varız yarın yok

Yazmak istiyorum ama feci bir yoğunluk var bu aralar. Yapılması gerekenler yetişmeyince akşam eve götürüyorum, böylece evde yapılması gerekenler aksıyor, derken herşey birbirine karışıyor. Daha sobelendiğim çantamın içini bile dökemedim ortaya. Şu anda bile yapmam gereken bir işten zaman çalarak bunları yazıyorum ama yazmam lazım.

Dün bir ara fotokopiye indiğimde bir vefat haberi aldım. Öğrencilerimizden biri vefat etmiş. Aftan dönen eski öğrencilerdendi, benden hayli büyüktü. Bizden hiç ders almamış olmasına rağmen her gördüğünde selam verir, nasılsınız hocam diye hal hatır sorardı (dün dersine girdiğim öğrenciler selam vermiyor mesela, yeni nesil iyice garipleşti). Her zaman güler yüzlü bir insandı, birkaç ders yüzünden sıkıntı çektiğini biliyorduk ama demek ki gülen yüzünün altında başka sıkıntılar da varmış, kalp krizi geçirerek hayata veda etmiş. Daha geçen hafta görmüştüm oysa, konuştuğum arkadaşlar "biz daha dün akşam karşılaştık, konuştuk" dediler. O akşam akıp gitmiş hayattan. Okulu bitiremeden, çok istediği, uğrunda aftan geri döndüğü eczacı diplomasını alamadan, yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişken...

Hayatın ne zaman ne getireceği, kimin başına ne geleceği belli olmuyor. Sevdiklerimizin kıymetini bilelim, hiçbir şeyi ertelemeyelim. Uzun zamandır ihmal ettiğim, ettikçe de utancımdan arayamadığım kadim bir dostum var. Hemen arayacağım onu, uzun uzun konuşacağım.

:(

10 Kasım 2008 Pazartesi

10 Kasım'a ek ve ondan bundan

Sabah fakültedeki törene maalesef yetişemedim. Çok istememe, hatta erken çıkmama rağmen feci bir trafik sıkışıklığı beni evden çıkıp alt sokağa girdiğim sırada yakaladı ve fakülteye gelene kadar da bırakmadı. Dolayısıyla saat 9:05'teki saygı duruşuna trafikte katıldım. Sirenler çaldı, arabalar durup korna çalmaya başladı, yolda yürüyen yayalar durdu. Çok duygulandım, gözlerim doldu, rimelim hafif aktı hatta. Yaş itibariyle iyice sulugözlü olmaya başladım galiaba (belki de içinde bulunduğumuz bu dönem yüzünden). Kendi kendime iyiki devlet erkanında değilim, yoksa Anıtkabir'de Atamızın huzurunda hüngür hüngür ağlardım herhalde diye düşündüm. Rahat uyu atam, seni hatırlayan bizler varız hala.

Haftasonum yoğun ve yorucu geçti. C.tesi günü eşimle Forum AVM'ye gittim, bayağı gezdik, tozduk. Bayağı büyük bir Outlet olmuş, içerisi ferah ferah. Gez, toz derken arabayı da servise bırakmıştık, onunla da ilgilenmek gerektiği için çok da oyalanamadık, böylece mini hayvanat bahçesi ve lunapark kısmına gidemedik. Servisten sonra Acity'ye de giderek cumartesi günkü Outlet kotamızı doldurduk.

Cumartesi akşam da Antares'te yeni açılan AFM'ye gidelim ve Quantum of Solace'ı izleyip yrni Bond'u bir kez daha takdir edelim dedik. Kocam genelde fazla kalabalık olmaması için son seanslara gitmeyi terih eder. Bu sefer ağbimi de beklediğimiz için otomatikman 22:00 seansına bilet aldık. Ben bu arada geziyorum tozuyorum ama feci hastayım. Geçen hafta katıldığım seminerde pencereyi açık bırakan salağın biri yüzünden saatlerce rüzgar yemiş durumdayım. Ben pencereyi kapattırdıktan sonra bir salağın (aynı salak mı bilmiyorum) tekrar açmasıyla o gün feci üşüdüm ve hastalık olarak bana geri döndü. Burnum akıyor, halsizim ama yine de aslanlar gibi gezdim kocamla. Gece sinemaya gittiğimizde artık pek dayanacak halim kalmamıştı galiba, bir ara uyumuşum. İlk yarıda dayanıyordum ama ikinci yarı için aynı şeyi maalesef söyleyemeyeceğim. Oysa ki bu filmin gelmesini dört gözle bekliyordum. Neyse ki kocam dedi ki: "Casino Royal'den sonra sarışın Bond yorumlarını dinlediğimde abarttığını düşünmüştüm ama bu filmde hakikaten süperdi". Artık DVD'si çıkınca alır seyrederim, ne yapalım.

Bu arada Antares'teki AFM için Ankara'nın en büyük sineması diyorlardı, gerçekten de öyleymiş. Salon 1, Ankamall'deki Salon 1'den büyük. Merdivenleri çık çık, in in bitmiyor, gerçekten feci büyüktü. O salon kışın nasıl ısıtılır bilemiyorum artık. Dediğim gibi, keşke daha önce açsalardı.

Pazar günü kocamı uğurlayıp bu sefer de annemlerle Forum'u gezdim. Yine burnum akıyordu, yine yorgundum ama yine dayandım. Ve hayvanat bahçesine gitmeyi yine unuttum. Ee geldikten sonra da vurdum kafayı yattım. Bir süre AVM'lerden uzak durur muyum acaba? Sanmam, iyice toparlar toparlamaz istikamet Ankamall. Özledim keratayı :)

Bugün 10 Kasım

Bugün Atatürk'ümüzü kaybettiğimiz gün. Onu hatırlayan, yaşatmaya, yaşamaya çalışan bizler oldukça, unutturmaya çalışanlara rağmen asla unutulmayacak. Düşünceleri, fikirleri, yaptıkları hala zamanının çok ilerisinde olan bu liderin dehasını anlayamayanlar, ölümüyle düya basınında çıkan yazıları okusalar keşke, o zaman belki anlayabilirler. Rahat uyu atam.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Bu haftasonu

Bu haftasonu kocam Ankara'ya geldi. Kocam yanımda, annem-babam yanımda, ağbim yanımda, bu haftasonu ev uzun zamandır olmadığı kadar kalabalık anlayacağınız. Şeker ve çıtçıt da şaşkın durumda ama hemen adapte olup herkesin kafasına konmaya başladılar (daha doğrusu sadece şeker, çıtçıt garibim kanadından dolayı hala uçamıyor, ama kafeste oraya buraya tutunup kanat çırparak kendini uçuyor sanıyor). Bu haftasonu gezip tozacağım, Forum Ankara ve Malltepe Park'a gidip görme planlarım var, izlenimlerimi yazarım.

7 Kasım 2008 Cuma

Bir sinema daha

Ankara'da bir sinema daha açıldı. Etlik'teki Antares'te açılan AFM sinemasını kastediyorum. Yaz başında "AFM sinemaları burada açılacaktır" dövizini gördüğümden beri hasretle bekliyordum. İnternet sitelerinde bir yerde 2008'in son çeyreğinde açılacağını okumuştum. 3 gün kadar önce uğradığımda kapıda güvenlikçilerden birine sorduğumda 1-2 haftaya kadar açılacak demişti. O yüzden bugün açılması benim için de sürpriz oldu. AFM'nin sitesine girdiğimde açıldı haberini gördüm ilk olarak. Üstelik Ankara'nın en büyüğü oluyormuş kendisi. Bir alışveriş merkezindeki olmazsa olmazdır bence (kitapçıyla birlikte elbette). Keşke daha önce açılsaydı da uzun yaz günlerinde fakülteden birazcık erken kaçıp sinemaya gitseydim, oradan da yürüyerek eve. Neyse, yine de yakın olması çok işime gelecek.

Sims oyunu mu bu?

Bilgisayar oyunlarına bayılırım. Herhalde benden 3 yaş büyük bir ağbimin olması ve onu oyun oynarken çok seyretmiş olmam nedeniyle . Hatırlarım da yıllar önce Diablo oynardı. Diablo 1 idi galiba, ben beceremezdim ama ağbimi oynarken seyretmek çok güzel olurdu. Hatta bir gece oyunu bitirecek diye sabahlamıştık. Manyaklık işte. Sonra ben kendi kendime bitirdim, hatta Diablo II'yi de bitirdim ve şimdi de Diablo III'ün çıkışını dört gözle bekliyorum. Konuyu dağıttım yine. Sims'den bahsedecektim. Hiç oynadınız mı bilmiyorum, ben ilklerden birini oynamıştım, sonrasında expansion setlerle her ortam, her durum için bir oyun yarattılar, mesela, Sims Hot Date, Castaway vs. gibi. Oyunda bir karekteri yönetiyorsunuz, görünüşünü, kıyafetini ayarlıyorsunuz, sonra kısıtlı paranızla bir ev kuruyorsunuz. Hazıra dağ mı dayanır? Yeni eşyalar alarak hayatı biraz daha kolaylaştırmak için para kazanmak lazım. Bunun için de işe girmek zorundasınız. İşe girip çalışıp bilmem kaç saat sonra eve gelip yemek yap, çöpü çıkar, banyo yap, tuvalete gir, bulaşık yıka, temizlik yap, bahçeyle ilgilen televizyon seyret, müzik dinle, işle ilgili kitap oku, işyerinde yükselmeye çalış, normal bir hayat bir nevi. Ama insan sosyal bir yaratık ve birileriyle arkadaşlık etmezse depresyona giriyor. Bunlar da öyle. Arkadaş bulacak, onları evinizde ağırlayacak, parti verecek, etrafı toplayıp yatacak ve sabah yine işe gideceksiniz. Oyun hastalık gibi sarıyor insanı ve fark ediyorsunuz ki zaman artık size yetmiyor. İşten yorgun geliyorsunuz, tek isteğiniz yemek yiyip yatmakken misafir geliyor. Gidip yatarsanız da sosyal puanınız düşüyor, oturayım derseniz enerjiniz bitiyor, orada bir yerde yere düşüp uyumaya başlıyorsunuz, bu arada işe gidemediğiniz için de kovuluyorsunuz.

İşte kendimi bazen bir Sims karakteri gibi hissediyorum. Ben de aynı şeyleri yapıyorum-yapamıyorum. Zaman yetmiyor. Oyunu bırakma sebebim de buydu zaten, kendime ayırdığım zaman zaten kısıtlıyken hastalık halinde oyun karakterimi yıka, yedir, içir, eğlendir uğraşıyor, ona zaman yetirmeye çalışıyordum. Bu aydınlanmadan sonra oyunu bilgisayarımdan kaldırdım zaten ki artık daha da az vaktim var.

Bu sabah erken kalktım, enerjim düşük başladım güne. Bir kahve içip biraz artırabilir miyim acaba? Yoksa ben de fakülteye gider gitmez yere düşüp uyumaya mı başlarım?
:)

6 Kasım 2008 Perşembe

Aha, küresel ısınma geliyor

Bugün annemler nihayet yazlıktan döndü. Havalar güzel gidince biraz geciktiler haliyle. Dediklerine göre vişne ağacında 2 tane çiçek görmüşler, bir başka bahçede de kayısı ağacı çiçek açmış, onda da 1-2 çiçek varmış. Ağaçlar da iyice şaşırdı. Garipler Mart ayındaki ilk sıcak dalgasında açıp sonra da takır takır donarlardı, şimdi Kasım'da açacağım diye uğraşıp didiniyorlar.

Annemler beni 3 aydır görmüyorlardı, bayağı inceldiğimi söylediler. Verdiğim de öyle 15-20 kilo falan değil üstelik. İşte diyetisyen kontrolünde kilo vermenin sırrı. Az bile verilse daha çok yağdan gittiği için vücutta genel bir düzelme oluyor. Şimdiki kiloma göre 5-6 kilo daha hafif olduğumda bile bu kadar iyi görünmüyordum bence. Keşke daha önce gitseymişim, aklıma şaşayım

Elalemin seçimi

Elalemin seçimi hakkında dün yazma fırsatım olmadı, şimdi yazayım. Amerika'da siyah bir başkan seçildi (aslında melez). Kökler dizisini hatırlarsınız, zencilerin kölelik için getirildikleri, zamanında siyahların bir sürü yere giremediği, ikinci hatta üçüncü sınıf insan olarak muamele gördükleri Amerika'nın artık siyah bir başkanı var. Ağlayan Amerika'lıları gösteriyor televizyon. Hatta Japonya'daki bir yerde (Obama ile aynı adı taşıyan bir yerleşim yeri varmış) bile kutlama yapmışlar. Hatta az önce duyduğuma göre Amerikan tarihinde ilk kez halk seçim sonucunun açıklanmasından sonra Beyaz Saray'ın etrafına doluşup kutlama yapmış. İnsanlar Bush'tan bu kadar bıktı demek ki (Neyse ki Bush'un kızları şimdilik politikayla ilgilenmiyor). Bakalım Amerika ve dünyanın geri kalanı, en önemlisi de biz bu seçimin sonundan nasıl etkileneceğiz. Haydi hayırlısı.

Konuyu yine bir diziye bağlayayım. cnbc-e'de Gilmore Girls diye bir dizi vardı, 7. sezonuyla bitti. Son bölüm 15 Mayıs 2007'de yayınlanmış Amerika'da, bizde biraz daha geç bitti haliyle. Son bölümlerde esas kızlardan biri (esas kızın kızı aslında) Rory bir internet gazetesinde iş bulur. Görevi Başkanlık aday adaylarından birini ülke çapında izleyerek haber yapmaktır. İşin ne kadar süreceğini sorduklarında eğer ön elemelerde başarılı olur da Demokratların adayı olarak seçilirse, genel seçimlere kadar 2 yıldan fazla sürecek diye cevap verir. Bahsedilen aday Obama'dır. Eğer dizi halen devam etseydi o kız düne kadar hala yollarda olacaktı demek ki :)

5 Kasım 2008 Çarşamba

Bir kuş hikayesi

Dünkü yazımda bir saka hikayesi anlatacağımı yazmıştım. Fazla geciktirmeden yazayım. Bundan yaklaşık olarak 14 yıl önce bir yaz akşamıydı. Bir gün apartmanımızın kapıcısı kapıya geldi. Anneme dedi ki "abla çocuklar aşağıda bir kuş bulmuş, sizin kuşlardan biri kaçtı herhalde". O zamanlar da muhabbet kuşlarımız vardı. (Ağbime yaşgünü hediyesi olarak gelen Bacak'tan beri muhabbet kuşu besliyoruz.) Bizde kuşlar genelde serbesttir, kafese girer çıkarlar, istedikleri gibi takılırlar. Acaba bir yeri açık unuttuk da kaçtılar mı diye hemen fırladım. Bir baktım ki aynen duruyorlar (Bir gün inanmazsınız, cam ardına kadar açık kalmıştı da bu kuşlar kıllarını bile kıpırdatmamışlardı, bu bakımı, ihtimamı nerede bulacaklar başka, akıllı hayvanlar). Bizim kuşlar evdeyse o kuş kimin? Hemen getir dedik adama, başkasının zavallı kaçak kuşu çocukların elinde hırpalanmasın, bizimkilere okeye dördüncü olsun bari dedik (3 tane vardı evet). Biz muhabbet kuşu beklerken kahverengimsi, yavru bir kuş geldi. Kahverengi ama serçe değil, değişik bir şey. Hemen Meydan Larousse'a baktık, pek birşeye benzetemedik. Akşam babam eve geldiğinde baktı ve hemen bu bir saka yavrusu dedi. Sakaları bilirsiniz, eğer bilmiyorsanız da şu yandaki güzellik oluyor kendisi. Seslerinin çok güzel olduğunu duymuştum. Ama satılmaları da bildiğim kadarıyla yasaktı. Demek elimizdeki bu çirkin yavru (yandaki resme bakınca çirkin kaldı haliyle) bir sakaydı, ne güzel onu da besleriz dedik. Fazladan bir kafesimiz daha vardı, ona yerleştirdik kendisini, yem ve su koyduk. Bizim kuşlar da kafesinin üstüne konup arkadaşlık ettiler buna (daha ziyade meraktan çatladılar). Bu biraz yem yedi ama fazla değil. Babam bunun anne babası da yakınlardadır aslında deyince ertesi gün kafesi balkona koymaya karar verdik. Bir ara balkondan sürekli aynı sesin geldiğini farkettik. Gece boyunca korkudan çıt çıkarmayan hayvan balkonda hep aynı şekilde ötüyordu. Annemle hemen balkona koştuk. Bir de baktık ki balkondaki çamaşır tellerinin üstünde 2 tane kuş. Biz gelince kaçıştılar tabii, yavru da canhıraş feryatlarına devam etti. Babam haklıymış dedik, kuşun anne babası gelmiş. Yavru uçabiliyor mu uçamıyor mu bilmiyorduk, o yüzden hayvanı kafesten çıkarıp balkon zeminine koyduk. Biz yere koyar koymaz yavru uçmaya başladı. Biraz ilerleyince anne babası da bizi görünce kaçtıkları yerden çıktılar ve yavruyu ortalarına alarak uzaklaştılar. Annemle ağzımız açık kaldı. Demek hayvan bir şekilde yuvadan uzaklaştı ve geri dönecek takati kalmayınca apartmanın çocuklarının eline düştü. Kuşlarda annelik-babalık duygusunun bu kadar geliştiğini bilmiyordum, aramaya çıkmışlar demek ki yavrularını, ya da kuşun feryatlarını duyup geldiler, bilmiyorum artık. Ama üçünün birlikte uçarak uzaklaştığı o sahne hala aklımdadır ve düşündükçe hala gözlerim dolar. Keşke bir video kameramız olsaydı da çekebilseydik. Şimdi okuyunca tavuk suyu çorbasına hikayeler mi neydi, onun gibi olmuş ama gerçekten de yaşanmış bir olaydır bu.

Günün ve her zamanın sözü

Günün sözü hiç beklemediğim bir yerde buldu beni. Bugün gaz kromatografisi teknikleri vs. hakkında bir seminer için fakülte dışında bir toplantıdaydım. İlk konuşmacının sunumunda şu ifade vardı. Gerçi kendisi herhalde bunu gaz kromatografisindeki verim-etkinlik vs için söyledi (aslında gerçekten böyle bir kavram var da kendi buna mı uyarladı onu da bilmiyorum). "Funny Concept" deniyormuş buna. "Good-Cheap- Fast" Yani "İyi-Ucuz-Hızlı" Bunların hepsi birlikte olamaz, yalnız iki tanesini seçmek zorundasınız dedi. Yani bir gaz kromatografisi sisteminde iyi bir ayrım hızlı olabilir ama ucuz olamaz. Hızlı ve ucuz bir ayrım/cihaz iyi olamaz. İyi ve ucuz olabilir ama hızlı olamaz. Bunu hayatın geneline yayabilir veya pek çok özel durumda da kullanabiliriz bence. Mesela bir pasta hem Albenili, hem Lezzetli olabilir ama Az Kalorili Olamaz gibi ve daha neler neler...
:)

4 Kasım 2008 Salı

Diyet ve ondan bundan...

Sabah diyetisyenimle olan randevuma gittim. Geçen hafta taşınma sırasında çok kalori harcadığımı sanıyordum. Yemek listeme de uydum, sadece su içme kısmında biraz sınıfta kaldım ama bu kadarını ben bile beklemiyordum. Son randevumdan bu yana (22 Ekim oluyor) 1.2 kilo vermişim. Yağ-kas-su oranıma haftaya bakılacak ama iyi durumda olduklarını sanıyorum. Çok mutluyum.

Akşam bir kırtasiyenin önünde geçerken şöyle bir yazı gördüm: "Pilli otomatik silgi geldi". Kırtasiyeyi çok severim, marketteki reyonlara özellikle bakar yeni neler var neler yok takip ederim, Office Superstore'a bayılırım ama bunun nasıl bir silgi olduğunu anlayamadım. Otobüste olmasaydım gidip soracaktım ama olmadı :)

Yine yolda giderken bir apartmanın teras katında güvercinlerle uğraşan birini gördüm. Güvercin beslemeyi asla anlamadım. Güvercinleri hiç sevmem zaten. Nankör hayvanlar. Aptal yaratıklar. Çankırı'da otururken (16 aylık Sağlık Müdürlüğü eczacılığım sırasında) balkonuma bir çift güvercin yerleşmiş ve yumurtlamıştı. Yumurtadan çıkan yavrular rahatsız olmasın diye hiç balkona çıkmadım, uzaktan ekmek falan verdim. Her yere pislediler sesimi çıkarmadım. Yavrular balkondan düşecek diye korktum. Ama sonra bir gün o pis hayvanlar karşı balkonda gördükleri minik bir leğen ve daireler halinde sarılmış olan uzun bir bahçe hortumuna tav olarak yuvalarını oraya taşıdılar. Benden korkarlar da balkondan düşer diye içimin gittiği o çirkin yavrular da anne ve babalarının ardından yeni evlerine doğru gayet güzel uçtular. Tüm aile gözümün içine baka baka gitti yani. Bir de kedilere nankör derler. Eminim balkonu temizlemeye çalışırken bana karşıdan bakıp gülüyorlardı. O zamandan beri güvercinleri sevmiyorum. Salak şeyler. Bir de yine yıllar öncesine uzanan bir saka hikayem var, onu da bilahare yazayım.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Kendimi alamıyorum, mutlaka izliyorum

Dizi yapımcıları kriz nedeniyle maliyeti %30 indirmeye çalışıyormuş. Her hafta, tüm kanallarda onlarca dizi oynuyor. Bir ara sayıları 100'ü aşmıştı galiba. Her diziyi 1.5 saate yayarsan, başroldeki yayık bakışlı kadınlara, adamlara benim hayatım boyunca kazanamayacağım paraları tek bölümde verirsen olacağı buydu tabii ki. Boşuna okudum diye düşünüyorum çoğu zaman ve hala da akıllanmadım. Nedense yabancı dizi yayınlamamak bir meziyet gibi oldu. Oysa eskiden hem yabancılar hem de yerliler olurdu. Dengeyi bulma zamanları çoktan geçti bence ama kendileri bilir tabii.

Benim yerli dizilerden takip ettiğim 2 dizi var. Birisi Avrupa Yakası, diğeri ise Bizim Evin Halleri. İlkinin arasındaki reklamların çokluğuna, öncesinde 1 saati bulan özetinin verilmesine dayanamıyorum, zaten çoğunlukla da bilmem kaçıncı reklamdan soran uyuyakalıyorum. Ama yine de en seyredilebilir dizi olduğunu söyleyebilirim. Galiba en iyisi kaydedip sonra reklamları geçerek seyretmek. 2. ise Trt-1 zamanından beri denk geldikçe seyretmeye çalıştığım bir dizi. Bu aralar feci halde içim bayıldı yalnız. O nasıl senaryo öyle, her gün olmasına rağmen haftada bir seyretmek bile yetiyor. Ankara dizisi olduğu için bırakamıyorum, başka da bir nedeni yok.

Onun haricinde gözde tv kanalım cnbc-e. Dizileri çok güzel ve en güzel olan şey de en uzununun 1 saat sürmesi. 1-2 reklam arası var, konu hızla ilerliyor, içini baymıyor insanın. Hepsinin de başlangıç-bitiş saati belli.

Bu sezon yeni başlayan dizilerden birinden kendimi alamıyorum. Aslında bir gençlik dizisi (bizdeki gençlik böyle değil herhalde) ama nedense bayılıyorum. Gossip Girl bahsettiğim dizi. Hatta internette dizi gösteren bir sitede tüm 1. sezon ve 2. sezonun da bir kısmı var, seyretmemek için kendimi zor tutuyorum. Bilmiyorum benim gibiler var mı? Yaşları benim yarım olan çocukların lise macerasını izliyorum resmen. Haydi daha önce Dawson's Creek'i seyrederdim (çemçük ağızlı Katie'ye o zamandan sinir olurdum) ama hem o zamanlar daha gençtim hem de benim yaşlarda seyreden bir sürü adam da vardı. Bu sefer ise galiba çevremde bayıla bayıla seyreden bir ben varım. Neyse. Bu dizide eski bir dostla karşılaştım. Hayat ağacı'ndan Sam Whitmore yani Kelly Rutherford. O diziye bayılırdım. Sam ve Kyle Masters ikilisini özellikle çok severdim. O zamanki asi, dalgalı uzun sarı saçlı, hafif yuvarlak suratlı ama ince fizikli Sam Gossip Girl'de iki çocuklu bir anneyi canlandırıyor. Hala çok güzel ve kesinlikle daha zarif. Acaba yarınki bölümün başına biraz baksam mı? Ama hayır bakmamalıyım, bırakamam yoksa, tüm sezonu izleyiveririm sabaha kadar oturup :)

Yine zam hep zam

Doğalgaza yine zam gelmiş, elektriğe de yüklü bir zam gelmesi yakınmış. Elektrik doğalgazla üretildiği için en son gelen bu %22'lik zamdan etkilenmemesi mucize olurdu tabii. Ankara Büyükşehir Belediyesi Botaş zammıyla ilgimiz yoktur diye döviz asmış doğalgaz satış yerine (Borcunu ödemeyi akıl etse ya asıl). Bu gidişle küresel ısınma artsın da kışları sıcak geçsin diye dua edeceğiz. Ama bu sefer de yazın serinleyememe, kuraklık, buzulların erimesi, dünyanın dengesinin bozulması sorunları karşımıza iyiden iyiye çıkacak. Ama eminim şu anda sokaktaki vatandaşa sorsalar (anchorwoman ferulago) küresel ısınmadan ziyade kendi cebinin ve evinin ısınmasını düşünüyordur. Bakalım bu kış nasıl geçecek.

1 Kasım 2008 Cumartesi

Yorgunum, hem de çok

Çok yoruldum, daha doğrusu hepimiz çok yorulduk. Annem, babam, ablam, kocam ve ben. Nedeni annemlerin taşınmış olması. Taşınma öncesi toparlanma kısmına ben pek katılamamıştım ama perşembe günü eşya taşınmasını müteakip evi yerleştirmeye başladık. Ben en son 2 yıl önce taşınmıştım. Bir kez yerleşince insan nasıl birşey olduğunu unutuyor nedense. Kocamla Eskişehir'deki yuvamızı kurmak için ev aradığımız zamanlarda kiralık ev sayısı çok azdı. Şimdi ise her yerde kiralık ev ilanı var, çok sinir bozucu. Eskişehir bilirsiniz öğrenci şehridir. 2 tane Üniversite olunca öğrenci sayısı (Ankara ve İstanbul'a göre genel nüfusa oranlarsanız) çok fazla. Gece hayatı, ev partileri de çok meşhur olunca yurtlarda kalmak isteyen öğrenci sayısı düşük oluyor. Bir de o zamanlarda askeri lojmanlarda tadilat vardı yanlış hatırlamıyorsam, lojmanda oturanlar bir süreliğine evlerini boşaltıp dışarı taşınmışlardı. Kiralık ev sayısı da azalmıştı tabii ki. Bir de öğrencilerin çok olması ve sürekli olarak mezun olanların yerine yenilerinin gelip ev tutması kiraları feci artıran bir faktör. Kiralık evlerin az talebin yüksek olması sonucu kümes gibi evlere 4 yıl önce 400 YTL istiyorlardı, eşeği bağlasan durmaz dedikleri cinsten. Öğrenci tutar nasıl olsa mantığıyla tek çivi çakılmayan evlere istenen paralara inanamamıştık. Bazıları da çok yüksekti. Şimdi oturduğumuz eve yakın bir daireyi sormuştuk bir seferinde. 200 metrekareye yakın mıydı neydi? Emlakçı direkt olarak öğrenci olup olmadığımızı sormuştu. Ben de sevinç içinde hayır çalışıyoruz, evlenmek üzereyiz deyince kadın ne dese beğenirsiniz:" O zaman siz karşılayamazsınız, kira 1000 lira, biz öğrenci arıyoruz". 3-5 öğrenci birleşip tutuyor tabii, kadın haklı biz karşılayamazdık. En sonunda şimdi oturduğumuz apartmandan bir daire bulabilmiştik. Ev 1. kattaydı, altı boştu. Isı yalıtımının yapıldığı iddia edilse de çok zor ısınıyorduk. Dış kapının sürekli açılıp kapanması, apartman girişinin soğuğu derken korkunç doğalgaz parası ödememize rağmen bir türlü ısınamıyorduk. 1. kat olunca balkon da demirliydi. Ama öyle böyle bir demir değil, balkonu komple, kafes gibi kapatan bir demir. Balkona çıkınca millet fındık fıstık atar diye yazın bile içeride oturuyorduk. 2. yılın sonuna doğru 3. katta bir daire boşalınca hemen oraya geçmek istedik. Taşınmamız çok kolay olmuştu. Taşıyıcılar gelip büyük eşyaları, toparladığımız kutuları, torbaları falan taşırken biz de kap kacak, ıvır zıvırı taşıdık durduk. İki daire de aynı olunca hangi eşya nereye gidecek derdi olmadı, eski yerlerine kondurduk. Perdeler deseniz öyle, hiç ayarlama gerekmemişti. Çok zorlandığımızı hatırlamıyorum yani. Annemlerin geçtiği ev ise yeni biten bir binada. Kocam kornişlerin takılması sırasında perişan oldu mesela. Yalıtım malzemesinin altında bilmem kaç santimlik beton varmış, kaç kez Koçtaş'a gidilip yeni malzeme alındı sayısını unuttum. Kombiyi anlatmaya gelen çocuk bile yeni eve taşınmak çok zordur abla, en iyisi birisi bir yıl oturacak ondan sonra geçeceksiniz dedi. :)

Bu arada, konuyu annemlerin taşınmasından bizim taşınma tecrübemize nasıl getirdim ben de anlayamadım. Keşke bizim de kendimize ait evimiz olabilse de orasını burasını halledelim derken perişan olsak :)

Ekim 2008-Farklı bir İstanbul (benim için)

Sabah hala erken, özellikle de bir cumartesi sabahı için. Genelde erken kalkarım zaten ama bu aralar geç uyanma gibi bir lüksüm yok çünkü diyetim gereği sabah 7'yi geçirmeden kahvaltımı yapmak zorundayım. Peki ya sonuç? Geçen haftaki kontrolümde İstanbul'daki kongre sonrasında 600 g verdiğimi ama yağda azalma olmadığını görmüştük. Demek kas ve su kaybetmişim. Maalesef o kadar olacak çünkü kongredeki açık büfe yemeklerden uzak dursam, dışarıda kocamla hafif birşeyler atıştırmaya çalışsam da İstiklal caddesindeki kestane kebapçılardan uzak kalamadık veya Çiçek pasajında oturup bira içme fırsatını tepemedim. O kadar olacak. Ama evimdeki tartıya bakarsak, ki o tartı bir zamanlar ne rakamlar göstermişti bana, toplam 7 kilo verdiğimi söyleyebilirim. Salı günkü randevumuzda yağlarım, kaslarım, sularım ortaya serilir.

Gelelim İstanbul'a. İstanbul bu aralar benim için sadece bahçeden ibaretti, sadece bahçeye gidip aynen geri dönüyordum, İstanbul'da deniz mi varmış, ne kadar ilginç dedirtecek bir seyahat fırtınası yani. İlkay'ı ziyarete bile neden sonra gidebilmiştim (ayıp biliyorum). Bu sefer Avrupa Yakası'nda olmanın ve kocamın da yanımda olmasının etkisiyle kongreye çok fazla takılmayıp gezmeye çalıştık. İstanbul'da şimdiye kadar nedense hiç gitmediğim yerleri gördüm, çok mutluyum.

Önce kaldığımız yerle başlayayım. Bize ayrılan öğretmen evini pek beğenmeyerek tüm ekip olarak karşı sıradaki otellerden birine geçtik. Sadece 10 lira fazlasına gerçekten bir şeye benzeyen bir yerde kaldık. Öğretmen evi yetkililerinin "nasıl olsa kamuda çalışanlar gelip bizde kalıyor, seçenekleri yok" fikrinden geçip orayı bir düzene sokmaları gerek bence. Doktoram sırasında bitki toplamak için sayısız kez Hatay'a gittim ve orada kaldığım öğretmen evinin bile (uzaklık anlamında söylüyorum, yanlış anlamayın, yoksa İskenderun'daki de pek parlak değildi) 5 yıldızlı bir oteli andırdığını söyleyebilirim. Neyse.

Kronolojik bir sırayla yazamayacağım, sadece aklıma geldikleri sırayla olacak.

Kongre The Marmara Otel'deydi, kaldığımız otel ise İstiklal'in altındaki Marmara'nın biraz aşağısında. O yolu topuklularla gidip gelmek zormuş, ilk fırsatta rahat ayakkabı ve kıyafetlere geçtik. İstiklal'in benzeri bizim burada (Eskişehir'de) Doktorlar caddesi olarak mevcut. Işıklandırmalar, ortasından tramvayın geçmesi, gençlerin fazlalığı... Eskişehir'e uzun zaman sonra geldiğimde (kocamla tanıştığım zaman) aynen İstiklal gibi gelmişti bana. Öncelikle İstiklal'deki Saint Anthony (Antuan) kilisesini gezdik. Graz ve Viyana'da (yine bir kongre sırasında) çok fazla kilise ve bir katedral gördüğümüz için fazla etkilenmedik ama umduğumdan büyük olduğunu söylemeliyim.

Galata Kulesi'ne çıktık. Yalnız zamanlamamız pek iyi değilmiş. Siz de gidecekseniz eğer günbatımında gitmemenizi öneririm çünkü fotoğraf çekmek isteyen bir sürü turist oluyor. Normalde etrafı seyredip sağa ilerlemeleri gerekirken elde kamera öylece durup bekliyorlar. Yukarıda trafik feci tıkalıydı anlayacağınız. Tıkış tıkış inmeyi bekledik. Yukarıda etrafı beklerken aşağıdaki 2 kişinin çaldığı müzik çok hoş bir ortam yaratmıştı, keşke o tıkanıklık olmasaydı.

Topkapı Sarayı'na gittik. Müze kartımız bizi kapıdan direkt olarak geçirdi de gişelerdeki feci bilet kuyruğuna girip bilet almaya çalışarak zaten kısıtlı olan vaktimizi harcamadık. Öğleden sonraki oturumlara katılmam gerektiği için çok yüzeysel gezebildik. Bir dahaki sefere kiraladıkları kulaklıkla o minik cihazdan alıp dinleye dinleye gezmeye söz verdik. Vakit iyice ilerleyince (özellikle kutsal emanetler kısmında trafik vardı yine) hareme giremeden dösim satış bürosuna girdik ve Topkapı Sarayı'nın bir DVD'sini ve kitapçığını alarak Ayasofya'ya doğru çıktık. Aya Sofya dedikleri kadar varmış, çok beğendik. Üst galeriyi de ihmal etmeyerek gezdik ve oradan Sultan Ahmet'e geçtik. Cuma namazı vakti olduğu için sadece dışında bakındık ve fazla oyalanmadan geri döndük. Arkeoloji müzesini bile gezemedik, o da başka sefere artık.

Kocam bir Ferhan Şensoy hayranıdır. Ben de severim kendisini. O yüzden Ses Tiyatrosu'nun içinde olduğu Halep Pasajı'na girdik. Bir de baktık ki bizim gala yemeğimizin olduğu akşam ve aynı saatte Ferhangi Şeyleri'in 1614. oyunu var. Kocam çok uzun yıllar önce Eskişehir'e turneye geldiklerinde en arka sıralardan bilet alabilmiş. Hatta koltuk bile değil, aralara konulan sandalyelerdenmiş. O yüzden dedim ki "haydi gidelim". Kongre kayıt parasına dahil olan gala yemeği biletimi yaktım anlayacağınız, hiç de üzülmedim aslında. Biletlerimiz aldık ve oyuna girdik, hem de en ön sıradan. En güzeli de oyun sonrasında kitaplarını sahnede imzalamasıydı. Korka korka fotoğraf çektim, keşke korkmasaydım da farklı bir açıdan çekebilseydim çünkü fotoğraflarda sadece sahne, Ferhan Şensoy'un kolu ve bacakları ve kocamın sırtı var. Sağlık olsun, bir dahaki sefere umarım.

Yapı Kredi Kazım Taşkent Sanat Galeri'sindeki sergileri gezdik. Birisi bir fotoğraf sergisiydi. Gezdik ve ben fotoğraf sanatından hiç anlamadığımı fark ettim. Diğer sergi ise biraz daha bana hitap eden bir sergiydi: Aphrodisias'tan Roma portreleri.
Dali'ye ise maalesef gidemedim çünkü bir başka toplantıdaki sunumum için cumartesi sabahı erkenden bahçeye geçmem gerekiyordu. Biz 1. Köprünün tıkanıklığı içerisinde cebelleşirken fakülteden 2 arkadaşım sergiye gitti. Kıskandım biraz ama sağlık olsun diyelim. Umarım ileride yerinde görebiliriz (boş hayaller). Havalar çok güzeldi şansımıza, arada estiği de oldu tabii. O esintilerden biri kocamı hasta etti, c.tesi bahçeye gider gitmez misafirhaneye geçip battaniyelerin altında yattı garibim. Akşam yemeğe bile kalkamadı ama uyku, sıcak ve karıcığının özenli bakımı sayesinde (su, yemek, ilaç vermek oluyor sadece ama hepsine sevgimi de kattım) biraz toparladı da pazar sabahı trenimize binip yola çıkabildik. Gerisi aynı terane, o Eskişehir'de indi trenden, ben Ankara'da :(