31 Ağustos 2009 Pazartesi

Aslında bugün başka yazı yazmayacaktım ama...

Bugünkü yazımı yazmıştım, başka birşey yazmayı düşünmüyordum ama kocamdan gelen bir telefon yazmamı gerektirdi. Sanki biliyormuşum gibi telefonu açar açmaz "Kıtır öldü mü?" diye sordum. Minik ve kendi cinsine göre artık çok yaşlı olan cüce hamsterimiz Kıtır ölmüş. Artık iyice yaşlanmıştı. Tüyleri dökülmüştü. Geceleri tekerini hiç çeviremiyordu, sürekli uyuyordu. herhalde gözleri de pek iyi görmüyordu ki artık yemek verdiğimizde elimizden kaparken zorlanıyordu, herhalde kokuya doğru geliyordu hayvan. Oysa önceden elimizden kaptığı gibi yemeğe başlardı cevizini. Son zamanlarda tutamayıp yere düşürüyor, sonra da sonra yerden almaya çalışıyordu zavallım benim.

Biraz ağladım. Beklenmedik birşey değildi aslında. Kocam her haftasonu evden çıkarken "Kıtır'la vedalaş, bir daha göremeyebilirsin" diyordu ama insan ölmesin istiyor. Her cuma yaşıyor olduğunu görünce sevinirdim. Ara sıra yaşıyor mu, nefes alıyor mu diye bakardık. Dediğim gibi çok yaşlanmıştı artık. Tüyleri hafif dökülmüştü, eski tombul halinden eser kalmamıştı ama yine de bizim Kıtır'ımızdı.

Ben ağlarken kocam "ağlama" dedi. "Hemcinslerine göre gayet güzel bir hayatı oldu. 2 kez yaz tatiline çıktı, cevizler, fıstıklar, hatta kızarmış patatesler yedi hayatı boyunca, üzülme". Sonra da "acaba hayvan kolesterolden mi öldü" diyerek beni güldürmeyi başardı.

Sonuç olarak minik yavrularımdan biri gitti. Boş kafes görmeye dayanamam ben, o yüzden yeni bir Kıtır almak, eskisi kadar çok sevmek lazım.

Şuradaki haliyle hatırlamak lazım Kıtır'ı, hayat dolu ve aynı zamanda minik yılbaşı çamına karşı öfke dolu :)

Gittikçe anneme benziyorum + günün bombası

Ben çocukken annem resmi bayramlarda televizyonda gösterilen kahramanlık filmlerini seyreder ve her seferinde de ağlardı. "Her sene aynı şeyi gösteriyorlar nasılsa, neden ağlıyorsun?" diye sorduğumda duygulanıyorum kızım derdi bana. Artık ben de ağlıyorum. Dün kocamla 30 Ağustos törenlerini seyrettik televizyonda. Askerlerimiz, uçaklarımız, teçhizatlarımız geçtikçe gözlerim doldu, gururla seyrettim onları. Keşke Hipodrom'da olsaydık da töreni canlı canlı seyretseydik dedim hatta.

Bu sabah da televizyonda Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı'nın Sıhhiye'den TBMM'ye yürüyüşünü gösterdiler. Askerler Onuncu Yıl Marşını söyleyerek ilerlerken bir baktım birşeyler akıyor yine. İyice sulugöz oldum galiba. Herhalde yaşlanıyorum.

Sabah tren garında bankamatiklerin yanında geçerken birinin üstünde bir yazı gördüm. Tam fotoğraflıktı, ama etraf kalabalıktı, çekmeye utandım. Çirkin bir kağıt üzerinde (kesekağıdı gibi birşeydi) yurdum insanı şöyle yazmış: "Sayın Banka Görevlisi. Bankamatik kartımı yuttu. Gelince şu numarayı çaldırıverin." 532'li bir de cep telefonu numarası yazmış altına. Şu lafı kullanmayı hiç sevmiyorum aslında ama tam yeri galiba: şaka gibi :)

27 Ağustos 2009 Perşembe

10 yılda bir

Tarih tekkerrürden ibaret derler ya, benim tarihimin kendini tekrarlama döngüsü on yıl. En azından saçlarım için. Dün en son on yıl önce yaptırdığım bir şeyi yaptım: Saçlarımı kestirdim.

Gözünüzün önüne on yıldır kuaföre gitmemiş, upuzun ve bakımsız saçlı bir zavallı gelmesin hemen. Bilakis her 1.5 bilemediniz 2 ayda bir uçlarından aldırırım saçlarımın. Anahtar kelime de bu işte: uçlarından.

Uzun saçı severim. Saçlarım pırasa gibi düz olduğu için kısa modeller pek yakışmıyor zaten. Sürekli fön çekmek, kabartmak gerekiyor. Kendi haline bırakırsan aynen besleme saçı. Buna rağmen gittim kestirdim.
En son 10 yıl önce şöyle olmuştu. Kuaförümle her zaman kesim pazarlığı yapan, kesmeye başlamadan önce ne kadar keseceğini görmek isteyen, gösterdiği miktarı her seferinde azaltmaya çalışan ben gittim ve dedim ki: Kes. Omzumdan dökülen lepiska saçlarımı önce omuz seviyesine düşürdüm, ondan da memnun kalmadım, 15 gün sonra biraz daha kes dedim. Daha sonra bir süre kısa kullandım. Ama ne kısa, kısa saçı seven ve kestirmemi isteyen annem bile yeter artık dedi. Enseyi iyice açtırınca hoş olmadı anladığım kadarıyla.

Sonrasında 2-3 yıllık bir bekleyiş sonrasında saçlarımı uzattım. Ondan sonra da hafif model değişiklikleri haricinde kısaltmadım.

Ama nedense dün içimden kestirmek geldi. Geçen yaz perma yaptırmıştım ki bu da yine 10 yılda bir olan şey. Perma ilacı saç rengimi feci açar, uzadıkça diplerden düz kısımlar çıkar ve sinir olduğum bir görüntü yaratır, sürekli fön çekmeye başlarım, saçlar yıpranır derken yine dellenirim. Tatile gitmeden önce gidip 4-5 parmak kısalttırmıştım permalı kısımlar azalsın diye. Gerçi o zaman biraz pişman olmuştum acaba çok mu kısa oldu diye ama bu sefer zerre kadar pişmanlık yok. Yine permalı kısımlardan kurtulmak isterken "sen bildiğin gibi kes haydi bakalım" dedim ve saçlarım 10-12 cm kısaldı. Ense biraz daha kısa, katlı, yanlar çene altına gelecek şekilde hafif uzun. Daha kocam görmedi, umarım beğenir. Kestireceğimi söylemiştim ama bu kadar dramatik bir kısalma beklemiyordu şaşırdı. Bu arada ekleyeyim, bunalımda falan değilim. Kadınlar depresyonda olduklarında saçlarını kestirirler, rengiyle falan oynarlar ama tamamen kendimde olarak gittim kuaförüme. Ayrıca içimde herşeyin daha güzele, iyiye gideceği şeklinde bir ümit de var. Mutluyum yani.
Sonuç olarak 10 yılda bir tekrarlanan şey oldu. Bu hesaba göre yaklaşık 5 yıl sonra gölge attırmam ve 9 yıl sonra perma yaptırmam lazım. Perma haşa (görürüm ben seni 9 yıl sonra) ama çok az miktarda gölge belki öncekini biraz daha unutunca :)

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Merak etmiyorum

Turkcell dandik reklamlarıyla beni iyice 3G'den soğuttu. Hediye olarak verdikleri 1 saatlik mobil tv'yi kullanmadım bile. Hele görüntülü konuşmayı denersem Hidayet bir yerlerden çıkıp Mustafa Topaloğlu'nun muhteşem Obama klibindekine benzer salak dansını yapacak, o üç kız arkamdan fırlayıp merak ne güzel şey diye beni kovalayacak sanıyorum.

O kadar reklam bütçen olsun ama git bu salak reklam serisini yaptır. Serinin her reklamı birbirinden kötü. Sanırsın hayat bir müzikal de herkes böyle dolanıyor ortalıkta. Bir de bir sürü adama oynasın diye para saymışlar, valla tamamen israf, yazık olmuş. En zavallıları da merak ne güzel şey diye ortalarda dolanan kızlar. Garipler reklama çıkıp ünlü olacağız diye düşünürken Facebook'ta kendileri için "3G'nin anlamı 3 Gerizekalı diyenler" diye gruplar kurulmuş. Çok acı ama reklam gerçekten de salakça. Turkcell'i benim üstümden kazandığı paraları böyle çarçur ettiği için kınıyorum.

25 Ağustos 2009 Salı

Benim de ödülüm oldu



Sevgili serrose ve GeCe bana ödül vermişler sağolsunlar. Yaratıcı Blogcu ödülü. Aslında birşey yaratıyor sayılmam, aklıma gelenleri, yaşadıklarımı yazıyorum ama yine de ödül almak hoşuma gitti. Sağolun bir kez daha.

Gelelim ödüllerimizin kurallarına:


1) Sizi ödüllendirene teşekkür edin.

2) Sizi ödüllendirenin blog linkini yayınlayın.

3) Ödülün logosunu yayınlayın.
4) 7 yaratıcı bloggerı ödüllendirin.

5) Bu 7 blogun linklerini yayınlayın.

6) Ödüllendirdiklerinizi bundan haberdar edin.

7) Kendiniz hakkında 7 ilginç şey yazın.



1, 2 ve 3 tamam. geldik 7 yaratıcı blogger ı ödüllendirmeye ki bu zor. Genelde herkes bu ödülü aldığı için 7 olmayabilir.

And the award goes tooooo...........

İlk ödülüm sevgili kocam RamirezK'ya. Yaklaşık 9 ay kadar önce bir blog açıp bu zamana kadar yazmamak için türlü bahaneler bulmadaki yaratıcılığı için.

İkinci ödülüm sevgili serrose'un kocası, enişemiz fok ve balık'a. O da yazmama konusunda kocamdan farklı değil gördüğüm kadarıyla. Serrose yanında olduğuna göre bloga biraz daha vakit ayırabilir belki artık :)

Üçüncü ödülüm içimden geldiği gibi'ye. Yazılarına bayılıyorum. Koko projesi çok ilginçti mesela, bilgilenmeye ihtiyacımız var bir sürü konuda.

Son ödülüm de nora was here'e. Zaten bayılıyordum yazılarına, singer bob iyice tüy dikti :)

Şimdi haber vermeye gideyim bloglarına.

Gelelim son maddeye. İşte mimlerin sevmediğim yanları bunlar. Kendimi zaten anlatıp duruyorum ama mim sorusu olunca aklıma hiçbirşey gelmiyor. O yüzden bir kopya çekip daha önce yazdığım bir mim cevabından faydalanacağım. Eh, mimden kaçınma yaratıcılığı da bu olsa gerek, ben de haketmişim galiba bu ödülü :)



Son maddenin yazısı burada, buyrun, hakkımdaki 7 ve daha fazla ilginç şeye bakın.

23 Ağustos 2009 Pazar

Kısa kısa

Diyet haberi veremedim ne zamandır. Geçen perşembe gittim, biraz kilo vermişim ama ödemdi sanıyorum, kayda değer birşey değil. Yağ ölçümlerim alındı gerçi, güzel olan kısım da bu. En son Haziran sonunda almıştık, sonra önce diyetisyenim tatile gitmişti, sonra da ben. Böylece neredeyse 2 aylık bir aradan sonra yağ ölçümlerimde vs. bir farklılık olmadığını gördük. Vermemişim ama almamışım da. 1 aylık bir izin süresinin 2 haftasını annemlerin yanında geçirdiğimizi dikkate alırsanız gayet iyi bir sonuç aslında. Bir de geçen haftalarda kocamla dayanamayıp yediğimiz helvalar var (Balıktan sonra helva yemezsek olur mu ama?). Onların yağ içeriğinin bir miktar katkısı olmuştur sanıyorum. Bu hafta tekrar dikkat etmeye başladığım için herhalde çok daha iyi bir sonuç alacağım.

Bu arada diyetisyene gitmeye başlayalı tam 1 yıl olmuş. Aradaki hamileliğim kilo kaybıma biraz sekte vurdu, yoksa çoktan sitediğim kiloya varmıştım. (Keşke devam etseydi de şu anda son aylarımı yaşıyor olsaydım, kilo alıp vermek hiç umrumda olmasaydı, neyse hayırlısı).

Çok yakın bir arkadaşım da benimle birlikte gelmeye başladı. Durumu bana göre daha az dramatik olduğu için (başlangıçlarla kıyaslarsaki yoksa şu anda ben çok daha iyi durumdayım) daha kısa sürede istediği sonucu elde edecek sanıyorum.

Geçen hafta cam sildim ve yağmur yağmadı. İşin sırrını çözdüm. Eğer camları silsem mi acaba? diye düşünüp sonra silersem kesin yağmur yağıyor. Ama ben ne yaptım, pazartesi sabahı 11 trenine bineceğim için sabah evde geçirdiğim ekstra saatlerden birini aniden cam silmeye ayırdım. Planlı programlı birşey olmadığı için de yağmur yağacak fırsat bulamadı. Yola çıkmadan cam silmek ayrıca bir manyaklık olsa gerek, bu konuya hiç girmeyeyim.

Bu gece yine bir canlı yayın var cnbc-e'de. Canlı ödül törenlerini vs. kaçırmayan ben Kainat Güzellik Yarışmasını kaçıracak değilim herhalde. Sabah 4'te ayaktayım. Bu sefer 7 trenine bineceğim için bu kadar erken kalkmak daha iyi olacak Bir sürü reklam arası olacak nasıl olsa, işimi gücümü de rahatlıkla tamamlarım.

Hala iyi gelişmeler bekliyorum ama umutluyum, güzel şeyler olacak (bir an önce olsunlar lütfen).

20 Ağustos 2009 Perşembe

Gerzek konuşmalar

Bu sefer de metrodan çıkarken yürüyen merdivende arkamda duran iki kızın konuşmasına şahit oldum. Birisi diyordu ki "...hem teknoloji var, hem melekler ve şeytanlar. Bir çok şey öğrendim hem de çok sürükleyici." Kitabın ne olduğunu anladık böylece. Sonra diğerine neler okuduklarını sordu. Berikinin aklına galiba önce birşey gelmedi, "ben neler mi okuyorum" gibi bir vakit kazanma cümlesinin ardından "Yaşar Kemal'i çok seviyorum dedi". İlk Dan Brown hayranı kızımız "ben Türk yazar okumuyorum" diye beni hayretlere gark eden cümleyi patlattı. Ne diye söylediğini anlayamadım. Bir kaç seçenek var aklımda gerçi:

1) Aslında normalde kitap da okumam da bunun filmini beğenmiştim, o yüzden okudum.
2) Türk yazar okumamayı marifet sayıyorum, yabancıları okuyunca sanki etrafta daha fazla havam oluyor.
3) Türk yazarlar benim entelektüel seviyemin altındalar.
4) Neden dediğimi bilmiyorum aslında, bir arkadaşımdan duymuştum, bana çok havalı bir cümle gibi gelmişti, ben de her fırsatta sarfetmeye çalışıyorum.

Artık hangi maksatla söylediyse. Zamanında tanıdığım bir dangalak da aynen bunun gibiydi. Türk yazarları okumaya değer bulmazdı. Neyse ki maddi manevi bir ilişkim kalmadı kendisiyle. Ne dangalaklar var ya etrafta, insanın aklı duruyor.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Bu kadar da olmasın

Tamam, herşeyde bir hayır vardır, şimdi olmazsa bile sonra ortaya çıkar, hayır görünende şer, şer görünende hayır vardır ama herşey de bu kadar mı üst üste gelir mi? Biri bitmeden diğeri mi başlar böyle? Artık kötü haber almak, duymak, vermek istemiyorum. Herşey güzel olsun, herkes mutlu, rahat, huzurlu olsun istiyorum. Keşke herkesi mutlu edebileceğim bir sihirli değneğim olsaydı. Bazen bunu o kadar çok istiyorum ki.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Beklediğim telefon nihayet çıktı

Uzun zamandır N97'nin çıkmasını bekliyordum, nihayet çıktı. Aslında kullanmakta olduğum N73'ten gayet memnunum, istediğim herşeye sahip. 3 megapiksel kamera, mp3 player, radyo, microsoft office uygulamaları ve internet. Daha ne isterim ki. Hatta N97 olmasa da olur mu benim için? Olur tabii. Peki nerden beğendim ben bu telefonu? Anlatayım.

37 yaşındayım ama Gossip Girl dizisini izliyorum.Ne bileyim, hoşuma gidiyor işte, kınamayın beni, ya da kınayın, yine seyredeceğim nasıl olsa. Orada millet birbirine sürekli sms atıp duruyor. Özellikle Blair Waldorf'un kullandığı telefonu pek beğenmiştim (Gerçi yeni sezonda bir başka LG modeliyle değiştirilmiş). Ekranı yana kayıyor diye hatırlıyordum ama şimdi tekrar baktım da kapaklıymış. 1. sezon gösterimdeyken yani aylar önce beğenmiştim telefonunu, LG olduğunu öğrenince sağlık olsun demiştim, ben bir Nokia'cıyım çünkü. Daha sonra Nokia sitesinde (yabancı sitelerini de kontrol ediyorum, bizde olmayan modellerden haberler oluyor) N97 modelinin piyasaya çıkacağını öğrendim. Kapağı kayan model, widget denen minik programlarla kişiselleştirilebiliyor, metin yazma altta bulunan qwerty klavye ile çok daha kolay vs. vs. Bir sürü özelliği var. İhtiyacım var mı? Aslında hayır. Özellikle de fiyatı şu anda yaklaşık 1500 TL iken. N73'ümü alırken aynı salaklığı yapmıştım çünkü. Gerçi o zaman ihtiyacım vardı yeni bir telefona ve almıştım. Ben aldıktan kısa süre sonra fiyat düşmeye başladı ama ben 15 ay kadar o fiyattan ödedim o telefonu. O yüzden aynı salaklığı, özellikle de yeni bir telefona ihtiyacım yokken yapmak istemiyorum. Şöyle bir 600-700'e düşsün, o zaman bir düşünürüm belki. (Turkcell kampanyasına da baktım, çok pahalıya geliyor). İhtiyacınız varsa özelliklerine bir bakın derim.

13 Ağustos 2009 Perşembe

Yani bitti hani başladı

Farkında mısınız, eskiden bir "yani" furyası vardı. Konuşurken her cümlenin başına yani konurdu. Yani kelimesini duymaktan içime fenalık gelirdi. Artık bunun yerini "hani" kelimesi aldı. Bir süredir duyuyordum aslında ama son zamanlarda iyice kulağımı tırmalamaya başladı. Hani, hani diye konuşan bir arkadaşım var, onun hanilerine tahammül edebiliyordum ama artık televizyondaki tiplerin de kullanıyor olduğunu görünce bayılacak gibi oldum. Özellikle geçen haftaki yemekteyiz yarışmasında hani furyası almış başını yürümüştü. Umarım kısa süre sonra "yani" gibi kullanımı azalır.

Bu arada kocam da aynı şekilde gıcık bu duruma ve geçen akşam bu kadar çok hani ile kuşatılınca bir anda kendimizi "Peşimden koşanlar Nerde hani?" diye şarkı söylerken bulduk. Sağolasın Neco.

Haniiiiiiiiiii, hani (lütfen müziğine göre söyleyiniz). :)

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Kuzguna yavrusu... ve kızılay plajı

Bugün dolmuşta şöyle bir diyaloga şahit oldum. Dolmuş şoförü ve bir arkadaşı konuşuyorlardı. Konu balığa gitmekle ilgiliydi galiba, tam bilmiyorum, çok ilgilenmedim ama bir ara şöyle bir şey dedi arkadaşı: "Bizim evde iki çocuk var biliyorsun. 2. bizi duman ediyor, akıl küpü, bir o kadar da tatlı".

Yavrusunun akıl küpü ve tatlı olmadığını düşünen bir anne-baba var mıdır bu dünyada? Anne-baba olmanın birinci kuralı çocuğunuzun kayıtsız şartsız dünyanın en zeki ve en güzel çocuğu olduğunu düşünmek herhalde. Ben de bir an önce o mutlu güruha katılsam da yavrumun dünya güzeli olduğunu iddia etsem :)

Kızılay'da yine kaldırımlar değişiyor. Daha doğrusu Ankara'nın bir çok yerinde çalışma var. Ben izne ayrılmadan önce Tandoğan'da çalışma vardı, bayağıdır da sürüyordu. 1 ay sonra geldiğimde hala bitmemişti. Bugün gördüğüm kadarıyla Çankaya tarafı da öyle. Kızılay ise dillere destan. Her yer kum içinde. Sanıyorum belediye başkanımız tatile gidemeyenleri de düşünmüş ve kumsalı ayaklarına getirmiş. 10 yıl kadar önce yine böyleydi, kumları savura savura dolanıyorduk etrafta. Bu sefer yollarda ekstra kazılar da var. Özellikle Meşrutiyet caddesinde arabalar kumda kayıp pati atıyor, otobüsler yanınızda durduğunda kaldırdıkları tozdan göz gözü görmüyor. Bu arada otobüs duraklarının tabelaları da sökülmüş, eğer hangi otobosün nereden kalktığını önceden bilmiyorsanız veya hatırlamıyorsanız vay halinize. Toz içinde döndüm eve. Allahtan hava serinlemeye başlamıştı da terleyip üstüme yapışmadı iyice :(

Hayat bu

Dün bir arkadaşımla ilgili üzücü bir haber aldım. Aslında almaktan korktuğum bir haberdi, ama haberin oluşumu çok daha üzücü oldu. Ortak hayallerimiz vardı onunla, önce benimkiler yıkıldı, şimdi de onunkiler. O kadar şeye katlandıktan sonra sonucun bu olmasına mı üzüleyim, bu şekilde olmasına mı yoksa arkasından getirdiklerine mi?

Daha kötü haberler duymaktan korkuyorum ve canım arkadaşım, biliyorum bunları okumuyorsun ama sana acil şifalar diliyorum.

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Sınav izlenimleri

Ne zamandır yazmayı ertelediğim sınav izlenimlerimi yazayım artık dedim, yoksa iyice unutacağım. Açık öğretim ve ÖSS sınavlarında görev almıştım en son. Para kazanmanın yanında farklı farklı okullar görüyorum, hangi okulda neler var, fiziki şartları nasıl, nasıl bir eğitim var diye de bakıyorum, çok hoşuma gidiyor. Mesela meslek liselerindeki eğitim bana çok ilginç geliyor, tornacılık, demircilik, kızlar için anaokulu öğretmenliği, kuaförlük vs, daha neler neler. Koridorlarda yapılan etkinliklerin yazılarına, resimlerine bakıyorum, okul hakkında bir fikir edinmeye çalışıyorum.

Bu sefer Zübeyde Hanım Kız Meslek Lisesi'ndeydim. Aslında adı daha uzun ama tam olarak hatırlayamadım şimdi.Yeri çok kolay, sürekli olarak önünden geçtiğim bir yerde aslında. Sizler de biliyorsunuzdur belki, Sıhhiye'de, Radyoevi ile Dil-Tarih'in arasında, eski bir taş Ankara binası. Bu sınav sayesinde içini görme fırsatı da buldum. Sizler için de 1-2 fotoğraf çektim. Soldaki koridorlardan biri. Resimden pek anlaşılmıyor olabilir ama tavanlar feci şekilde yüksek. İnsan kendini küçücük hissediyor. Okulun adı Zübeyde Hanım olduğu için her yerde Zübeyde Hanım ve Atatürk ile ilgili yazılar, resimler var. Hatta girişte çok güzel bir mozaik vardı ama resmini bir türlü çekemedim, hep bir gelen geçen oldu.

Okulun kuaförlük, güzellik uzmanı, anaokulu, organizasyon vs gibi branşları hatta bir de uygulama anaokulu var. Bana çok ilginç geldi, saç-makyaj yapımından sınavlara girmek ne güzel oluyordur kimbilir.

Bu resim de arka bahçeden. Çocuklar için minik bir oyun alanı var, ağaçlar içinde, tahta piknik masaları olan güzel bir bahçe. Sürekli önünden geçtiğim bu okulun böyle bir bahçesi olacağı hiç aklıma gelmemişti doğrusu.


Bu resim de sınıftan ilginç bir görünüm. Kalorifer borusu neden bir yere gitmiyor? Kışın nasıl ısınıyorlar acaba :)
Bu arada sınıf feci halde soğuktu. Zemin kattaydı ve ön tarafa bakıyordu. Taş bina olduğu için zaten zemin kat oldukça serindi, bir de pencerenin önündeki devasa çam ağaçları gölgelediği için iyice soğuktu. 10 dakika oturduktan sonra donuyorsunuz, o derece. Öğrenciler sorularla boğuştukları için bunalıyorlardı ama gözetmenim ve ben resmen donduk. Hele aralarda üst kattaki görevliler sınıfın sıcaklığından yakınınca 1-2 tane çakayım istedim.
Bakalım bütünlemelerde görev gelecek mi, gelecekse de kimbilir neresi gelecek?








9 Ağustos 2009 Pazar

Her güzel şeyin sonu var maalesef

Sayılı gün çabuk geçer misali iznim bitti. Sadece 1 hafta, 10 gün izin kullanabilenler kızacak belki ama 26 gün izin aldım bu yıl, baştaki ve sondaki haftasonlarını da katarsanız oldu size 30 gün izin. Dediğim gibi kızmayın bana, evimde, kocamla birlikte geçirebildiğim yegane zamanlar bunlar, çok görmeyin bana. (Zaten az bile geldi). Yarın yine dönüş yollarındayım. Bu sıcaklarda fakülteye gidip gelmek çok gözümde büyüyor aslında. Evimde oturup dışarı çıkmamak, vantilatör karşısında ütü yapmak bile daha eğlenceli geliyor şimdi. Neyse ki en güzel yanı yazokulunun da bitiyor olması. Ondan sonra okul tamamen boşalacak, in cin top oynayacak.

Bu arada Ağustos da neredeyse yarılandı, Eylül'deki okul hazırlığı için herkes tatilden dönmeye başlar yavaş yavaş. Üst kat komşularımız okullar kapanır kapanmaz gitmişlerdi, yakında dönerler. Artık 3 çocuğun koşturması, annelerinin her gün yerlere vura vura ev süpürmesi hiç bitmez. Dedim ya, sayılı gün çabuk geçiyor. Yukarıdaki tadilat sesine bile razıyım aslında, keşke biraz daha geç gelseler. Size söylemeyi unuttum, inanılır gibi değil ama yukarıdaki tadilat hala bitmemiş. Kocam geçen gün "herhalde mutfaktan yatak odasına metro yapıyorlar" dedi. Ne yapıyor olabilirler ki bu kadar uzun süre, aklım almıyor. Bitince apartman sakinleri için tur düzenlesinler istiyorum.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Çamlak çömlek patladı

1-2 akşamdır birkaç küçük çocuk aşağıda saklambaç oynuyor. Akşam dediğim de bu saatler işte, 9'a doğru, havanın iyice karardığı zamanlar. Öncelikle bu saatte çocukların dışarıda, karanlıkta ne işi var, bu ana babalara şaşıyorum. Saldım çayıra mevlam kayıra misali. Çocuklar saklambaç sırasında sürekli çamlak çömlek patladı diye bağırıp duruyorlar bir de. Be çocuğum, bu karanlıkta ebenin birini görüp sobelemesi bile mucizeyken kimin kim olduğunu nerden bilsin de doğru adamı sobelesin. Küçükken biz de patlatırdık çamlakları, çömlekleri ama gündüz vakti. Üstümüzdeki hırkaları değiştirir, sonra da ebenin görebileceği şekilde kolumuzun bir parçasını falan saklandığımızdan yerden gösterirdik. Ebe hırkanın asıl sahibinin adını söylediğinde de "çamlak çömlek patladı" diye fırlardık yerimizden. Şimdi düşünüyorum da tamamen salakça birşeymiş. Bu kör karanlıkta ise kesinlikle anlamsız.

7 Ağustos 2009 Cuma

Karaoke akşamımız

Kocamla bugün DR'a gidip geçenlerde gördüğümüz ama almadığımız karaoke setini alalım dedik. Sette bir karaoke dvd'si ve hediyesi olan mikrofon vardı. DVD olarak sadeceTürkü ve Fasıl olduğu için önce almayalım demiştik ama sonra haydi deneyelim dedik. Türküleri pek bilmem aslında ama Fasıl da pek çekici gelmedi açıkçası. Sonuç olarak elimizde çoğunluğunu bilmediğimiz bir Türkü Kraoke DVD'si var ve melodileri uydura uydura söylüyoruz, çok da eğleniyoruz. Tavsiye ederim.

Karaoke ile Japonya'dayken tanışmıştım. Orada karaoke tam bir sektör, her yerde özel karaoke yerleri var. Bir oda kiralıyorsunuz, yiyecek içecek siparişinizi veriyorsunuz ondan sonra gelsin eğlence. Listeden ister Japonca şarkı ister İngilizce seçebiliyorsunuz. İngilizce şarkılarda ağırlık Beatles şarkılarındaydı. Biliyorsunuz Yoko Ono nedeniyle Beatles Japonya'da halen oldukça popüler. Bir sürü ABBA şarkısı da vardı. 2 kez gitmiş, ikisinde de çok eğlenmiştim. Kocam bu karaoke sevgimi bildiği için Türkü DVD'sini almamızı istedi, iyiki de istemiş, kahkahalarla güldüğümüz bir akşam geçirdik. :)


5 Ağustos 2009 Çarşamba

Günler kısalmaya başladı

Günler iyice kısalmaya başladı. Yaz tatilinin bitmesine daha 1 ay var gibi aslında, hatta bu sıcaklara bakılırsa hiç bitmeyecek gibi ama her gün dakika dakika kısalan günler sonbaharın gelişini hatırlatmaya başladı bile. Göz açıp kapayıncaya kadar sonbahar gelecek ve günler iyice kısalmaya şnsanlar erkenden evlere tıkılmaya başlayacak.

Anlayacağınız havaların erkenden kararmasına sinir oluyorum. Hele de kışları zaten günler iyice kısalmışken bir de saatleri ileri-geri alıp iyice kısaltmalarına uyuz oluyorum. Açıkçası bu şekilde fazla bir tasarruf yapıldığına da inanmıyorum. Bu sonbaharda (eğer bir değişiklik olmamışsa) saatlerle oynamayı bırakacaklardı galiba, umarım bu karardan vazgeçilmemiştir de kışları hava 5 yerine 6'da kararır. Rusya'daki beyaz gecelere o kadar imreniyorum ki kışları.

Aşağıdaki karikatür benim durumumu pek yansıtmasa da aynı nefret sözkonusu :)

4 Ağustos 2009 Salı

Sinemaya gittim oh ne ala

Nihayet Harry Potter'ın son filmine gidebildim. Biz tatile giderken vizyona girmişti film. Cuma günü kargalardan önce yola çıkacağımız için perşembe hazırlık yapmak gerekiyordu tabii ki. Ben her ne kadar "arada filme gidelim, bavulları falan toparlarım akşam nasıl olsa" desem de kocamı kandıramamıştım. Dönüşte beni götürmeye söz verdi ve nihayet bugün gidebildik. Herkes herhalde önceden gittiği ve hafta içi olduğu için evimizin yakınındaki AFM'de salon boştu. Tam birbirimize "salonu yine senin için kapattım hayatım" demek üzereyken genç bir oğlan girdi salona. Olsun, yine de boş sayılır, 3 kişi fazla değil. Bu arada gideceğim salonun kalabalık olmasını istemiyorum ama diğer seanslar hep dolu geçsin, o salon hiç kapanmasın istiyorum, benim için büyük bir manevi anlamı var çünkü.

Neyse, filmi seyrettik, 2.5 saatten biraz fazla sürdü galiba ama zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Arada kitabı tekrar mı okusam acaba diye düşünüyordum, çıkışta ise son kitabı okumaya mı başlasam derken buldum kendimi. Kocam Harry Potter serisinin fazla hayranı değil, kitapları hiç okumadı, filmlere de gitmese olur aslında, bir eksikliğini hissetmez. O yüzden bari bu film oldukça heyecanlıydı, belki okumak ister diye sorayım dedim. "Hayatım, bak neler neler oldu filmde, hiç merak edip son kitabı okumak istemiyor musun, yok mu öyle bir istek içinde? diye sordum. Bana ne kadar anlamsız bir soru sordun dercesine bakıp "hayır" dedi. "Ne heyecanlı olayları ayrıca, şu oldu ama şu yüzden olmuştur, hatta gelecek filmde de kesin şunlar olacaktır" diye bir güzel tahminlerini söyledi. Ne yalan söyleyeyim, doğru tahmin etti. Ben kendimi filmde kaybederken, heyecanla seyrederken, kitabı okuduğum için neler olacağını bilmeme rağmen her seferinde yerimde sıçrarken o daha eleştirel gözle seyrediyor demek ki.

Sonuncusunu dört gözle bekliyorum.

Tatilin devamı

Bu yıl hiç daha önce hiç olmayan bir şey oldu: tatilde resmen kavruldum. Dün yazdığım gibi, kaybettiğimiz yüzüğü aradığımızda bile bu kadar kötü olmamıştım oysa. Olay şöyle gerçekleşti. Öğlen sıcağında feci halde esen rüzgar sayesinde yanmakta olduğumu farkedemedim. Sağ tarafa doğru yan yatmış halde dergi okurken cascavlak yanmışım. Vücudumun sol tarafı pembe-kırmızı, sağ tarafı beyaz halde dolaştım günlerce. Pembe kısımlara dokunmanın bile acı vermesi, 2 gün boyunca güneşe çıkamama, denize gidememe de cabası. Şimdi de kalıplar halinde soyuluyorum. Tabii ki soyulan kısımlar vücudumun sol tarafı. Çok renkli birşey oldum çıktım. :)

Tatilde yine etrafta bir sürü köpek gördük. Boyunlarında tasması olan cins köpekler yine ortalığa atılmış, kiminin kulağında belediyenin küpesi var kimininki yok. Onları buralarda bırakıp giden sahiplerine bir kez daha kanet okudum. Be adam, kimbilir kimin hevesini tatmin etmek için aldın o köpeği, zor gelince de buraya bırakıp gittin. Hiç mi için sızlamadı bu hayvan bundan sonra ne yer ne içer, kendini sokak köpeklerinden nasıl korur diye? Evde önüne mama, su konmasına alışkın olan bu garipler ne yapacak sen çekip gittikten sonra? Onu da bırak, bu hayvan seni kayıtsız şartsız sevmedi mi? Onun hayatından bu sevgiyi alıp gittin, kendinin reddedilmiş hissetmeyeceğini, üzülmeyeceğini, duygularının olmadığını mı düşündün? Eminim geri gelsen o hayvancık seni anında affeder ama sen kendini nasıl affedeceksin? Reziller.

Hayvan sevgisizliğinin bir diğer boyutunu da gördüm tatilde. Annem bahçenin kenarına yoğurt kapları içinde su bırakır. Gelen geçen köpekler, kediler ve bazen de kuşlar su içtikçe içimiz ısınır, mutlulukla izleriz o sıcaktan bunalan hayvanların susuzluklarını gidermesini. Şu anda Eskişehir'de de panolarda "kapılarımızın önüne bir kap su koyalım" şeklinde kampanya ilanları var, umarım koyan olur. Koyan olur da, ya o kapları alıp gidenler ne olacak? Olmaz demeyin, oldu işte. Bir sabah suyu değiştirelim dediğimizde yoğurt kabının yerinde olmadığını gördük. Be adam, alelade 2.5 litrelik dandik yoğurt kabından ne istedin, sana mı lazım oldu? Yoksa hayvanların su içtiğini gördün de buraya dadanmasınlar mı dedin? O hayvanların sıcakta dil bir karış dışarıda dolaştığını hiç mi görmedin? Sıcaktan bunalan, bu yüzden gölgelerden yürümek zorunda kalan köpeği görünce de mi için acımadı?

Kısacası etrafta hayvan çok ve maalesef bunların çoğu da insan formunda.

2 Ağustos 2009 Pazar

2 hafta sonra yine ben

Yaklaşık 2 hafta aradan sonra döndüm. Deniz, kum, güneş, bahçedeki salıncak özlemiş midir beni acaba? Seneye tekrar görüşürüz umarım diye veda etmiştim hepsine, özellikle salıncağa uzun uzun sarılmıştım. Galiba en çok salıncağı özleyeceğim. Kah kitaplar bitirdim onun üzerinde, kah kocama sarılıp oturdum. Evimizdeki balkon geniş, salıncak alsak rahat rahat kaldırır ama biliyorum o yaz tatilindeki zevki vermeyecek bana. Verse bile oradakinin özelliği kalmayacak, onun için seneye hasret gidermek en iyisi galiba.

Küçükkenki yaz tatili anlayışım denize girmek, daha doğrusu denizden çıkmamaktı. Yıllar geçtikçe değişti. Özellikle yoğun bir iş döneminde sonra devrile devrile yatmak, elimde güzel bir kitapla saatler geçirmek istiyorum. Ve ne mutlu bana ki bunu gerçekleştirebiliyorum. Sabah yine 6.30'ta kalktığım için sabah serinliğinde kitabımı alıp salıncağa geçip mutlu mesut 1-2 saat geçirmek, kocamla sabah erken erken denize gittikten veya kocam bisiklete bindikten ben de biraz daha kitap okuduktan sonra hafif bir kahvaltı yapmak, bahçedeki cherry domatesleri, biberleri dalından koparıp sofraya getirmek, annemle, babamla vakit geçirmek, geçen yıldan beri göremediğim akrabalarımla hasret gidermek, diyeti bozmamaya çalışmak, yine ondan bundan yiyerek kiloda herhangi bir eksilme veya artma olmadan geri dönebilmek, işte tatilimin kısa bir özeti size.

Bu yıl bol bol uyudum ve bol bol kitap okudum. Alacakaranlık serisinden bahsetmiştim size, serinin son 2 kitabını tatile saklamıştım. Salıncakta kitapları bir güzel bitirdim ve serinin fanatiği oldum. Kitaplar o kadar sürükleyici ki elinden bırakamıyor insan. Kendimi o kadar kaptırmışım ki kocam "hep kitap okuma, arada dergi falan katık et" dedi bir ara, çok güldük. Kitaplar bitince sudan çıkmış balığa döndüm. Acaba tekrar mı başlasam, bu sefer sindire sindire okusam dedim hatta ama ilk 2 kitabı evde bırakmıştım, olmadı. Twilight fanatiği olduğumu söyleyebilirim artık. Hatta bu seri 2005'te başlamış, ben nasıl oldu da duymamışım diye hayıflandım durdum. Liseye giden kuzenim çoktan bitirmiş mesela ben uyurken. Yine de kendimi avuttum. Harry Potter serisinin piyasaya çıkmasını heyecanla beklerdik. Sevin Okyay çeviriyi ne zaman tamamlayacak da basılacak diye merak ederdim, hatta son 2 kitabı daha fazla bekleyemeyip ingilizce olarak almıştım (sonuncuyu da yine o salıncakta bitirmiştim). O yüzden bu serinin 4 kitabı ben haberdar olmadan önce yazılıp bitince hepsini arka arkaya okuyabildim ne güzel diye kendimi avutmuştum. Ama kazın ayağı öyle değilmiş. Kuzenimin dediğine göre 5. kitap yazılıyormuş. Hatta ilk 12 bölümü internete düşmüş de yazar biraz unutulsun diye yazmaya ara vermiş. Al sana bir bekleme süresi daha. 5. kitapta neler olacak diye düşün dur bakalım. Yine kuzenimin dediğine göre ilk 12 bölümü birileri hayrına çevirip forumlarda falan yayınlamaya başlamış. Sınırlı internet bağlantımla arasam bir türlü aramasam bir türlü. Derken dayanamayıp bir yerlerden ilk 2 bölümü bulup okumaya başladım. Bu sefer de şu paranoya başladı bende. Acaba bu bölümleri cidden o yazar mı yazmış yoksa birileri mi uydurmuş? Eğer gerçekten yazarın eseriyse çeviriyi kim yapmış? Doğru mu yapılmış derken bir de orijinalini arayayım dedim ve yazarın resmi sayfasında buldum. Kitabın 264 sayfalık kısmı artık elimdeydi ve ben okuyabilirdim. Tabii bilgisayardan okumak gerektiği için salıncak keyfi yapamadım ama olsun, yine de değdi.

Son kitap Edward'ın ağzından yazılmış. İlk kitabın Edward versiyonu, onun duyguları, düşünceleri. Edward-Bella aşkının farklı ve fazla anlatılmayan boyutu, vampirin yemek-aşk bocalaması. Ve maalesef o da bitti ve ellerim yine bomboş kaldı. Çıksa da tamamını bir an önce okusak diye bekliyorum şimdi de :(

Tatil derken yine Twilight'a kaptırmışım kendimi. Oysa feci kavrulduğumdan bahsedecektim, yüzük kaybettiğimiz ve aradığımız zamankinden daha beter olduğumu yazacaktım ama bu da yarına kalsın, daha fazla uzatmayayım.