28 Şubat 2010 Pazar

Sinir oluyorum

Ne zamandır yazacağım ama yeni dönem öyle bir yoğunlukla başladı ki ben bile inanamadım. Oysa ne zamandır sinir oldum bir iki ifadeden bahsedecektim size.

Daha önce "adına" ve "hani" kelimelerinin kullanımlarından bahsetmiştim. Maaesef hiç hız kesmeden aynen devam diyorlar. Bu gıcık olduklarım da uzun süredir haber bültenlerinde de duyduğumuz iki ifade. Duydukça kanıksamaya başlıyorsunuz, ama neyseki ben hala alışamadım.

İlki: "Düğmeye bastı, düğmeye basıldı". Operasyon için düğmeye basıldı diyorlar. Ya da Ankara Emniyeti düğmeye bastı. Ne düğmesi kardeşim. Aç-kapa düğmesi mi var ortalarda. Operasyona başlandı, çalışmalar başlatıldı deseniz ölür müsünüz? Harika bir anlatım bulmuşsunuz bravo.

İkincisi: Yine benzer bir ifade: Start verildi. Türkçesi yok mu bunun efendiler? Başlandı desenize.

Üçüncüsü: Büyük başarılara imza attı. Veya bilmemneye imza attı. Büyük başarılar elde etti desenize. Nereye imza atılıyor, kim atıyor? Kelimeleri olduklarından farklı kullanınca ne oluyor, daha mı entel dantel görünüyorsunuz? Kullanılmasın bunlar artık. Hele hele haberlerde, gazetelerde görmeyelim artık. Editörler uyumasın, Türkçemizi b.k etmesin.

Geçenlerde haberlerde Mehmet Ali Birand "Beşiktaş Adliyesi" demesi gerekirken söze Belçika diye başladı. Pes ki ne pes, emekli olsun artık, olmuyor Sayın Birand.

Dün National Geographic kanalında bir program gözüme çarptı. Çıplaklar Köyü gibi bir yerden bahsediyorlardı. Kamp değil, direkt Kilisesi falan olan bir yerleşim birimi. Rahip falan da çıplak ayrıca. İlginçti. Çıplaklar köyü falan deyince insan muhteşem vücutlu kızlar, sırım gibi erkekler görmek istiyor ama köyde yaşayanların tümü orta yaşın üzerinde yağlı vücutlu tiplerdi. Bıngıl bıngıl koşturan kadınlar, göbeklerini hoplatan adamlar. Iııyyyhhhhhh.

Hele bir de gözümün önünden gitmeyen bir görüntü var ki görmez olaydım. Kocam geçen yıl Bodrum'da bir kongreye gitmişti. Kaldıkları otelde paso yaşlı Alman turist varmış. "Kadınların göğüsleri bırak göbeği, dizlerine inecekti neredeyse, korkunç bir görüntüydü" demişti. Hadi canım demiştim, o kadar da olur mu? Dün aynen gördüm. Hatta şöyle diyeyim, bir kadınla konuşuyorlardı. Kadının göğüsleri kamera kadrajına sığmamıştı diyeyim size. O derece. Iyyhhhhh.

Bir süre daha ortalarda olmayabilirim. ama döneceğim. Hasta la vista.

23 Şubat 2010 Salı

Meğerse Şeker bana küsmemiş

Geçen ay Şeker'in bana küstüğünden bahsetmiştim hatırlarsanız. Hatırladım ama umursamadım derseniz o da ala. Ama belki bilmek isteyen vardır, Şeker bana küsmemiş, meğerse minik kuşum felç geçirmiş.

Hiç başımıza gelmemişti ama nadiren oluyormuş. Annem uzun yıllar önce kanarya besleyen bir arkadaşına hayvanın artık bırak uçmayı, tünekten tüneğe geçerken çok zorlandığını, ayaklarından birini kullanamadığı için denge problemleri olduğunu, eskiden bıcır bıcır konuşan hayvanın artık cik bile demediğini anlatınca kadıncağız hemen teşhisi koymuş.

İnternetten araştırdım ben de. Gerçekten de özellikle yaşlı muhabbet kuşları, papağanlar kuşlar felç geçirebiliyormuş. Ayakların, kanatların tutmaması nedeniyle uçamama, yemliğin yanına inip, çıkamama, yemek yiyememe gibi sorunlar yaşıyorlarmış. Böyle bir şey olduğunda hemen veterinere götürün yazıyor. Ne yapabilirler bilmiyorum ama biz zaten geç kalmıştık.

Annem bilmeden çok yardımcı olmuş meğerse. Tünekten tüneğe geçerken hep düşmesin diye tuttu, Şeker'i; kafesin dibine indiğinde veya düştüğünde yukarı çıkardı; yemlikleri yukarıya taşıdı vs. Yavrum başını suluğa yaslayıp öylece duruyordu, onu öyle gördükçe içimiz parçalanıyordu.

Ama artık herşey geçti. Nasıl oldu, nasıl geçti bilmiyorum ama Şeker artık çok daha iyi . Ötüyor, konuşuyor, annemin kahkahasını taklit ediyor eskisi gibi. Sol ayağıyla kavramada hala biraz problemi var, korkudan dışarıya da çıkaramıyoruz uçması için. Eskiden rüzgar gibi uçan kuş kafese hapsoldu, çok üzülüyoruz ama böyle gelişme göstermesi de çok memnun ediyor bizi. Daha da iyi olacak umarım.

Neden olduğunu çok merak ediyorum. Çıtçıt'ın ölümünden mi etkilendi acaba?

Neyse. Paylaşmak istedim mutluluğumu.

18 Şubat 2010 Perşembe

2010 Vancouver Kış Olimpiyatları

Geçen haftasonu Olimpiyatlar başladı, belki biliyorsunuzdur. Açılış töreninin sonundaki aksaklığı duymuşsunuzdur en azından. Duymadıysanız pek ilgilenmiyorsunuz bu konuyla demektir, isterseniz bu yazıyı da okumayın.

Ben yaz olsun kış olsun, olimpiyatları kaçırmamaya çalışırım. Özellikle atletizm yarışlarını severim ama kış olimpiyatları da ilginç spor dallarıyla ilgimi çekiyor. Curling ve Luge mesela (Luge'da olimpiyatın hemen başındaki antrenman turlarında bir sporcu ölmüştü, duymuşsunuzdur belki). Kayak bile yapmayı bilmiyorum ama bu 2 sporla hiç işim olmaz. Yine de izlemeyi seviyorum. Bu sabah erkenden kalkıp Bayanlar speed skating 500 m ve erkekler snowboard finalini seyrettim mesela. Manyak olabilirim biliyorum.

Eskiden kış sporu dendiğinden sadece buz pateni aklımıza gelirdi. Küçükken özel televizyonlar da yoktu tabii, TRT buz pateni şampiyonalarını verirdi, annemle oturur seyrederdik. (Hala veriyor ama diğer kanallardan takip etmeye fırsat kalmıyor pek). O zamanlar Çiftler-Buz Dansı kısmını severdim. Erkekler ve Kadınlar ve diğer çiftler fazla teknik gelirdi, onları pek seyretmezdim. Yaşı müsait olanlar hatırlar. Efsane bir İngiliz çift vardı: Jane Torvill-Christopher Dean. Tüm hakemlerden eski puanlama sistemine göre çatır çatır 6.0 alan muhteşem bir ikiliydi. Annemle oturur, bayıla bayıla seyrederdik. Artık buz dansından o kadar da zevk almıyorum. Bunun yerine erkekler ve kadınların tekli yarışmalarını kaçırmamaya çalışıyorum çünküa nladım ki asıl onları yaptığı şey zor. Hem bir sürü teknik atlayış yapacaksın, hem de iyi bir koreografiyle kendini izlettireceksin. Asıl övgüyü onlar hak ediyor bence.

Gerçi bir süredir buz patenini de seyretmez olmuştum çünkü erkeklerdeki favorim ve tüm dünyanın hayran olduğu Evgeni Plushenko yarışmayı bırakmıştı. 3.5 yıl boyunca ortalarda yoktu. Meğer geçen ay yapılan Avrupa Şampiyonası'nda geri dönmüş ve kaşla göz arasında da şampiyon oluvermiş. Olimpiyatın en büyük favorisi ve şu anda kısa program sonunda lider. Bu gece 3 gibi serbest programda yarışacak ve ben de gecenin bir yarısında kalkıp seyredeceğim. Eğer tanımıyorsanız video sitelerine adını yazın da nasıl bir sporcuymuş görün. Şiir okumayı sevenlerden değilim, ama diyebilirim ki adam şiir gibi kayıyor resmen.

Gelelim şimdi de işin acı kısmına. Bir sürü ülkenin bir sürü dalda onlarca sporcuyla katıldığı Olimpiyatlarda yanlış bilmiyorsam bizim sadece 10 sporcumuz var. Haydi curling, luge falan spor değil diyelim (ki biz uyurken millet yıllardır bu sporları yapıyor), yıllardır buz pateni seyrediyoruz, onda neden kadınlar ve erkeklerde yarışan sadece 1'er sporcumuz var? Hatta kadınlarda yarışan Tuğba neden bu sporu yapabilmek için Türkiye'de değil de Kanada'da yaşamak zorunda kalıyor? Spor denince akla sadece futbol gelirse olacağı bu herhalde, cevabı fazla uzakta aramaya gerek yok.

Yıllar önce bir film seyretmiştim. Cool Runnnings adında, dilimize Üşütük Popolar diye çevrilen bir filmdi. Jamaika'nın Bobsleigh dalında Kış Olimpiyatlarına gidişini anlatıyordu. Ülkede kar yok bir şey yok ama azmediyorlar ve neredeyse madalya alıyorlardı. Böyle şeyler filmlerde olur elbette ama belki ileride biz de Kış Olimpiyatlarında varlık gösterebiliriz.


16 Şubat 2010 Salı

İşte Sevgililer Günü yazım

Kim ne derse desin, ben Sevgililer Günü'nü kutlamayı seviyorum. Küçük de olsa hediye almak, vermek hoşuma gidiyor. Haa, sen 364 gün öküz olursun da kalan 1 günde karını hediyelere, çiçeklere boğarsın, işte o olmaz. Sevgini göstereceksin ki o kalan 1 günde taçlandırasın.

Bu hafta benim için çok daha özel ve güzel bir hafta aslında. Herkes sadece Sevgililer Gününü kutlarken ben 3 önemli tarihi bir arada kutluyorum çünkü. Daha önce yazmışımdır belki ama tekrar yazıyorum işte, dedim ya önemli benim için.

İlki sevgilimin doğum günü: 9 Şubat
İkincisi tanışma yıldönümümüz: 11 Şubat
Üçüncüsü de herkesin Sevgililer Günü.

Sevgilimin yaşgünü benim için 5 yıl önce anlam kazandı, daha öncesinde onu tanımıyordum. Hatta sadece yaşgününden 2 gün sonra onunla tanışacağımı da bilmiyordum. Yaşgünü mumunu bensiz son kez üflediğinde dilediği dileği bilmiyordum. Aynı şekilde o da hemen hemen aynı zamanlarda benim de bir dilek dilemiş olduğumu bilmiyordu. İkimiz de dileklerimizin bu kadar kısa sürede yanıtlanacağını ve birbirimizi bulacağımızı bilmiyorduk. O dileklerden sadece 2 gün sonra karşılaşacağımızı, 14 Şubat günü sevgili olmasak da birbirimize mesajlar atacağımızı, sadece 2 ay sonra nişanlanacağımızı ve 8 ay sonra evleneceğimizi bilmiyorduk. İşte o yüzden o gün için aldığımız pastaya 6 mum diktik biz. 5 mum birlikte geçirdiğimiz 5 yıl 4 ay için, kalan mum da resmen birlikte olmasak da birbirimizin hayatına girmiş olduğumuz o ilk Sevgililer Günü için. Mumlarımızı üflerken yine ortak bir dilek diledik. Gerçekleşince söylerim belki.

Peki birbirimize ne mi aldık? Birşey almama konusunda anlaşmıştık aslında. Her sene anlaşıyor sonra da birimiz sürpriz bir hediye çıkartıyordu ortaya. Bu sefer böyle yapmayacağız derken sabah 9'da zil çaldı. Bizim zili genellikle yanlışlıkla çalarlar. Hatta geçenlerde yine bir başkası diye bizim zili çalan birine diafonda "yanlış çalmışsınız" yerine "yanlış gelmişsiniz" deyince bayağı bir gülmüştü kocam.

Ben yine zili kimbilir kim çaldı, kocam uyanacak tüh diye diafona seyirtirken "Kim o?" soruma karşı diafondan gelen "Çiçek" kelimesini duyunca anladım ne olduğunu. Sürpriz yapmayacağını söyleyen kocam bana harika bir orkide almış meğerse. Bütün gün çiçeğe baktıkça gözlerim doldu, hatta yaşlar süzüldü durdu. Hep mutluluk gözyaşları olsun hayatımızda, ben ağlamaya razıyım.

Geçmiş sevgililer gününüz kutlu olsun. Sevgiliniz yoksa umarım en kısa zamanda sizi en az sizin kadar çok seven, her yönden anlaştığınız, aynı anda aynı şeyleri düşündüğünüz bir sevgili bulursunuz. Herkes mutlu olsun, herkesin gözleri mutluluk gözyaşlarıyla dolsun.


14 Şubat 2010 Pazar

Sevgililer günü ama yazısı yarına

Sevgilisi olan olmayan, isteyen istemeyen, bugünü anlamsız bulan bulmayan herkesin sevgilileri günü kutlu olsun. Benim kutlamam hala devam ediyor. O yüzden yazısı ve fotoğrafları yarına. Bir güncük izin verin bana :)

11 Şubat 2010 Perşembe

Biraz turlayalım

Bu hafta başında Japonya'dan iki bilim adamı konuğumuz geldi. Dün kendilerine minik bir Ankara turu yaptırdım. Bilirsiniz Ankara İstanbu gibi değil, gidilecek, gezilecek yerler kısıtlı. Hocam Ankara çevresindeki Gordion, Beypazarı gibi yakın çevrelerin gezdirilmesini üstlendi ben de Ulus ve Kale tarafının. Onların sayesinde ben de bir kez daha gezmiş oldum. Önce Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne gittik. Müzekartımı ne zamandır yenilemem gerekiyordu zaten, iyi oldu. Oradan kısa bir yürüyüşle Kale içine girdik. Yanımızdan geçen minik ilkokula çocukları Konnichiwa dedikçe adamcağızlar şaşkınlıkla bakakaldılar. Birini durdurup nereden öğrendiklerini sordum. "Kale'den öğrendik" dediler. Sonra da sayonara deyip gittiler.

Kale'den sonraki durağımız Çengelhan oldu. Rahmi Koç'un kurmuş olduğu bir müzeye ev sahipliği yapan güzel bir bina. Kat kat, oda oda dolaştık, herşeye baktık, restoranda hafif bir öğle yemeği yedik ve bodrum kattaki "Minyatür Odalar" sergisini gezdik. Sergi Şubat ayında içinde bitecekti, hala gidemedim için üzülmüştüm. Neyse yakaladık derken yoğun ilgi nedeniyle 20 Haziran'a kadar uzatıldığını öğrendim. Her bir odaya hayran kaldık, Edo Periyodundan bir Japon çiftlik evini ve insanların ne kadar çok ilgi gösterdiğini görünce şaşırdılar. Oradan çııkıp Bakırcılar çarşısını, en son da Çıkrıkçıkar yokuşundaki dükkanları dolaştık. En çok Çıkrıkçılar kısmından hoşalnmışlar. O kalabalığı, satılan her çeşit malı görünce bol bol fotoğraf çektiler. Artık başka yere gidecek pilimiz kalmadığında konuklarımızı otellerine bıraktım.

Şansımıza hava o kadar güzeldi ki. Sıcak ve güneşliydi, gözlük takmak zorunda kaldım hatta. Bugün ise puslu ve yağmurlu. Konuklarımızın şansı mı benim şansım mı bilemiyorum artık.

Minyatür odalardan birkaç fotoğraf koyayım dedim ama fotoğraf makinemi evde bırakınca cepten çektiğim fotolar o kadar güzel olmadı. Yine de iyilerinden seçmeye çalışayım. Ankara'da olanlar hala gitmedilerse mutlaka gitsinler.

8 Şubat 2010 Pazartesi

5+4=9

5 gün izin, haftasonlarıyla birleştir, etti 9 gün. Geçmeyecek gibi görünen günler geçti gitti işte. Sayılı gün çabuk geçer ondan mı yoksa güzel anlar çabucak geçer ondan mı bilmiyorum ama döndüm Ankara'ya. Bitti tatilim. Bir ara Ankara'ya gelmek zorunda kaldık, ondan mı hızlandı acaba zaman?

Peki neler yaptım bu arada? Kar yağdı seyrettim, yağmur yağdı karları eritti diye sinirlendim, tarlamı ektim biçtim, puzzle'a dokunmadım bile, sümbüllerimi diktim, dakika başı suladım derken geçti gitti işte 9 gün.

Karın tipi şeklinde yağdığı bir gün evde ne zamandır duran ve bir türlü yenmeyen bisküvileri ufalayıp kuşlara vereyim dedim. Her yer karla kaplı, yiyecek bulamaz yavrucaklar diye gidip evin karşısındaki parkta bulun dut ağacının altına döktüm bisküvi parçalarını. Sanıyorum ki kuşlar başına üşüşecek, onlar minik gagalarıyla bisküvileri taşlıcalarına gönderirken ben de pencereden yüzümde bir gülümsemeyle onları seyredeceğim. Nerdeeee, bir tane bile kuş gelmedi. 2 güvercin biraz uzakta orayı burayı eşeledi ama bisküvileri görmedi salaklar. O bisküviler orada 3 gün boyunca durdu. Ben sabah yola çıkarken hala duruyorlardı. Ortalığı kirletmiş oldum salak kuşlar yüzünden. Yok bir daha size bisküvi misküvi. (Kocam yapma etme demişti, bir bildiği varmış). Kıtır'a veririm o yer mis gibi.

Kocamla bir sürü film seyrettik. Hatta bir filmin manyağı oldum bile diyebilirim. 1-2 hafta önce Digiturk'te Madagaskar'ın 2.si vardı. Madagaskar'a karşı bir önyargım vardı nedense. Çizgi filmleri çok severim ama ne bunu ne de birincisini seyretmemiştim. Hata etmişim, neden gıcık kapmışım baştan bilmiyorum ama hem filme hem de karakterlere bayıldım. Keşke 3.'yü de çekseler der oldum. Kocamla aldık fimleri oturduk seyrettik. En kısa zamanda bir daha seyretmeliyim, bonus materyale bakmalıyım. Tüm karakterler harika ama özellikle penguenlere bayıldım. Hastaları oldum. Cnbc-e dergide her pazar "Penguins of Madagascar" adında yarım saatlik çizgi filmleri olduğunu öğrenince sevinçten deliye döndüm. Kral Julien de var hatta, harika ötesi.

Bir de Ratatouille'ye ayıp etmişim, ona da bayıldım. Güldüm, ağladım, coştum, duruldum. Kıtır'a "sen de seyret, öğren birşeyler" dedik ama anca koşturdu çarkında. Belki haftasonu mükellef bir sofra kurar bize, belli mi olur.

Sonuç olarak, Madagaskar yapımcılarından ve emeği geçen herkesten önce özür diliyor sonra da ellerinize sağlık diyorum. Bayılıyorum şu yaratıklara, baksanıza tiplere. Pazar günü bir an önce gelsin.