29 Mart 2009 Pazar

Ben yatarken bahar gelmiş

Bugün ilk defa dışarı çıktım. 4 gündür aralıksız yatan ve ayağa kalkarak gittiği en uzun mesafe oda-mutfak/oda-tuvalet olan birisi için büyük bir değişiklik. Dışarı çıkma nedenim kocamı uğurlamak. Önceleri çıkma dışarı yat dinlen dedi kocam ama şimdiye kadar hiç onu uğurlamadan yollamadım. Yarın fakülteye de gitmem gerekiyor, onun için alıştırma olur dedim ve fırladım dışarı.

Ben yatarken dışarıya bahar gelmiş meğerse. 2 gün önceki kapalı, puslu, yağmurlu hava gitmiş, cıvıl cıvıl bir bahar havası gelmiş. Sokaktaki ağaçlar çiçek açmış, yol kenarlarındaki söğüt ağaçlarının hepsi yaprak vermiş. İçim cıvıl cıvıl oldu benim de. Kendimi kış uykusuna yatan ve baharın gelişiyle uyanıp etrafa şaşkın şaşkın bakan hayvanlar gibi hissettim.

Kocama zor bela hızlı trenden bilet bulabildik. Kime niyet kime kısmet, ilk ben binerim derken kocam bindi trene benden önce. Garda biraz değişiklik yapmışlar. Bilet gişeleriyle danışmanın arasındaki yer Rail&Miles Lounge olmuş. Havaalanlarındaki Lounge'lar gibi. Ben bir de 1.5 saatte bilet kontrolünü nasıl yapacaklar acaba diyordum. Sorumun yanıtını aldım. Peronla treni ayıran kordon kalkmış, onun yerine peronu pleksiglas bariyer ile tamamen kapatmışlar. Arada 2 tane alışveriş merkezi girişlerindeki tarama cihazlarından koymuşlar. Oradan geçerken biletinizi kontrol ediyorlar, öyle biniyorsunuz trene. Ben de kocamla biner içine bakarım trenin düşüncem böylece sadece düşünce olarak kaldı.

Tren oldukça kalabalık. Millet 7-8 kişilik aileler halinde çoluk çocuk doluşmuş. Milletimizin beleşçiliği inanılır gibi değil. Yola çıkanların pek azında çanta-bavul vardı. Çoğunluk hava güzelken gidip gezelim diyenler. Nisan ayında fiyatlar normale dönünce görürüm ben onları.

Trenin camları içeriyi pek zor gösteriyor. Kocamı sadece silüet olarak görebildim yerine oturduğu zaman. Şu anda 250 km hızla gidiyorlarmış. Ben pek heyecanlıydım trene binecek diye, onda yoktu ama. Keşke ben de binebilseydim kocamla birlikte. Ona Japonya'daki Shinkansen anılarımı anlatır, deli ederdim. Tokyo-Kyoto arasında ve sonra da dönüşte olmak üzere 2 kez bindim sadece ama ömür boyu anlatılacak kadar malzeme çıkarabiliyorum kendisine. :)

Bahar havasına aldanan ben tren garının mermer zeminlerinde güzelce üşüdüm. O yüzden eve gelir gelmez sıcacık yatağıma geri döndüm. Yarın için güç topluyor ve kocamın yokluğunda odamda tam karşımda duran güzel çiçeğe bakıyorum. Dün bir bahane uydurarak dışarı çıkan kocam bana çiçek yaptırmış yine, çok mutlu oldum, hemen gözlerim doldu. Zaten sulugözdüm bu konularda, şimdi iyice beter oldum hormonlardan mıdır nedir. Tekrar teşekkür ederim hayatım. Çiçeğimin resmini koyuyorum, kocamın kolu da var.

Bu 3-4 günde biraz semirdim sanıyorum. Diyetime uymak için ısrar etsem de acaba biraz daha beslensem yavru açısından daha mı iyi olur diye aralarda ekstralar da yemiş-yedirilmiş bulunuyorum. Salı günü kontrole gidebilirsem görürüz artık kaç kilo olduğumu. Normalde hamilelerde olan iştah açılması bende yok. Canım onu bunu çekmiyor, doymamacasına bir açlık çekmiyorum, o yüzden fazla yemeye ihtiyaç duymuyorum ama belki de bebeğin direkt ihtiyacı olmasa bile rahmin genişlemesi, annenin vücudunun hazırlanması için biraz daha yemeye ihtiyacım var. Bunu diyetisyenimle konuşsam iyi olacak galiba.

Bakalım gelecek hafta nasıl geçecek benim için.

26 Mart 2009 Perşembe

Yat yat nereye kadar

Yat yat sıkıldım. Hatta belim iyice ağrımaya başladı. Hamileliğinin son 3 ayında yatmak zorunda kalan tanıdıklarım var, umarım onlar gibi olmam. Hem çok sıkıcı hem de dediğim gibi rahatsız edici.

Annem ve babam her an başımda, gak desem geliyor, guk desem gidiyorlar. Dışarı çıkmaları gerektiğinde nöbetleşe çıkıyorlar. Prensesler gibiydim, artık kraliçeler gibi oldum iyice. Maiyetim her an etrafımda, bir isteğim, arzum var mı diye etrafımda pervane. Cuma günü kocam da gelecek, oh değmeyin keyfime. Ama dediğim gibi yatıp durmak bir yandan iyi, bir yandan kötü.

Aklım fakültede. Bensiz çok zorlandılar mı, neler yaptılar derste diye. Defterlerin tümünü ben okuyayım bari haftaya, fazlasıyla hak ettiler bunu.

Evde televizyon karşısında pinekliyorum. Neyse ki hiçbir kadın programına kapılmadım henüz. Paşalar gibi açtım Eurosport'u, önce Curling yarışmalarını seyrettim şimdi de Dünya buz pateni şampiyonasını seyrediyorum. Çiftlerde son yarışmalar vardı az önce, dün de kısa programlarını seyretmiştim. Şimdi de erkeklerde kısa program var. Bizim patencimiz maalesef yarışmış, ama yayına geçmeden önceki bölümdeymiş, üzüldüm göremediğime. Gerçi Evgeny olmadan tadı çıkar mı bu şampiyonaların bilmiyorum. Evgeny Plushenko, hani geçen sene Eurovision'da Rusya adına yarışan adamın arkasında buz dansı yapan sarışın adam. Hatta o zamanlar Rusya'nın onun sayesinde kazandığı bile söylenmişti. Haklılardı bence çünkü ben bile az kalsın Rusya için mesaj atacaktım (belki de attım hatırlamıyorum). Yarıştığı zamanlarda harika işler çıkarırdı. Resmen mükemmel, hatasız gösteriler sergilerdi. 4'lü birşeyi ilk yapanlardandır kendisi. Yarışmalardan sonraki gösteri kısımları da muhteşemdir. Youtube'a Plushenko ve Sex Bomb kelimelerini girin, seyretmediyseniz seyredin muhteşem eğlenceli performanslarından birini (Youtube çalışıyor bu arada, aman nazar değmesin). 2006'dan beri yarışmıyor maalesef, profesyonel oldu, artık şampiyonaların eskisi gibi anlamı kalmadı bence, yazık. Ama yarış yarış nereye kadar, o da haklı tabii.

Çiftleri seyrederken o anda yarışmakta olan çiftin geçen sene Şubat ayında geçirdiği talihsiz bir kazadan bahsettiler. Yanyana tek ayak havada dönerlerken adamın pateni kızın yüzüne çarpıyor, burnunu, yanağını çiziyor. Dediklerine göre 80 dikiş atmışlar kızın yüzüne ama iyi toparlamış. Hem iz kalmamış yüzde hem de gayet güzel çıktı kaydı hatun. Ben olsam fobi geliştirirdim herhalde. O anın haberlerde verilen görüntülerini görmek isterseniz yine google'a veya youtube'a girip "Jessica Dube accident" yazmanız yeterli. Kan falan yok merak etmeyin. İçim acıdı kıza ama.

Ben televizyonuma ve tatlı uykuma geri döneyim yavaş yavaş.

25 Mart 2009 Çarşamba

Hem varım hem yokum

Geçenlerde bir sonraki ultrason randevuma 3 hafta sonra gideceğim, o vakte kadar bebeğimizi göremeyeceğiz, bir an önce geçse şu zaman derken dün akşam apar topar doktora gidip gördüm yavrumuzu. Kocaman olmuş, tam 1.67 cm. Kalp atışını da duydum yine, herşey normal ama yine de doktorum bu 3 gün istirahat etmemi istedi, ben de evde sağdan sola dönerek yatıyorum. Lab. derslerinde 4 saat ayakta dur, sağa sola öğrencilere koştur yoruldum demek ki. Biraz rölantiye almak iyi gelecek hem bana hem de bebeğe.

24 Mart 2009 Salı

Rüyamda bir bebek gördüm

Dün gece, daha doğrusu sabaha karşı, uyanmadan hemen önce rüyamda bir bebek gördüm. Kucağıma almışım, apartmandan dışarı çıkmışız. Hava soğuk ama olsun, alışsın şimdiden diyorum ben. Kapıya okul servisi geliyor, ben de kucağımda bebekle servisin kapısına gidiyorum nedense. Beklediğimiz kimse de yok ama. Bir kız çocuk iniyor, ben biraz etrafa bakınıyorum sonra eve doğru yürüyorum. Kız da benimle birlikte geliyor. Sevebilir miyim bebeği diyor. Daha çok küçük, uyusun biraz diyorum. Bir yandan da bu bebek dünden beri birşey yemedi, 2 saatte bir beslenmeleri gerekmez miydi, ilginç diye düşünüyorum. Kız bebeğin cinsiyetini soruyor bana. Bebeğin yüzüne bakıyorum, erkek bebeğe benziyor (nasıl benzetilir bilmiyorum ama), kıyafetler mavimsi miydi hatırlamıyorum ayrıca. Kıza dönüp bilmiyorum diyorum. Yüzümde koskoca bir şaşkınlık ifadesi. Nasıl bilmem? Ama bilmiyorum işte.

Her gece yatarken bebeğimize kız veya erkek olman fark etmez, yeter ki sağlıklı ol diyorum. Yaş 37 olunca bu temenni daha bir kuvvetle söyleniyor. Herkesin bir fikri var aslında. Çoğunluk kız olacağı yönünde fikir beyan ediyor. Erkek olacak diyen bir kişi oldu şimdiye kadar. Karnım büyümeye başladıkça hamile olduğumu öğrenen ve fikir beyan eden daha çok olur sanıyorum. Bakalım ne olacak. Biz isimleri hazırladık zaten, hangisi olursa onu koyacağız. (söylemem isimleri).

Eskiden ultrasonografi şimdiki gelişmiş değilken, hatta ortalarda yokken nasıl oluyormuş bu işler, düşününce şaşırıyor insan. Ben 3-3.5 ay merak içindeyken annem 9 ay merak etmiş ne olacağımızı. Sakladığı 1-2 patiği gösterdi bana, beyaz, mavi ve pembe karışık örmüş. Minik bir battaniyemiz var bir de, o da 3 renk.

Bazıları cinsiyeti öğrenmeme veya öğrense bile etrafa söylememe taraftarı oluyor. Ben öğrenmek istiyorum. Çocuğuma 3.-4. aydan itibaren adıyla seslenmek istiyorum çünkü. Bir ihtimal yanlış bakılırsa biraz karışıklık olacak çocuk açısından ama atlatırız nasıl olsa :)

23 Mart 2009 Pazartesi

Ben kötü bir evlat değilim sadece ...

Biraz tembelim, yorgunum, meşgulüm, hamileyim. Her türlü bahanem mevcut yani. Ama yine de içim rahat değil. Annemin yıldız şehriye kolyesini yapamadım bir türlü. Şu iş bitsin, dur biraz yatıp dinleneyim derken haftasonu geçivermiş ve ben tek bir şehriye bile boyamamışım :( Kocam "bari bana söyleseydin de ben boyasaydım" diyerek beni can evimden vurdu, vicdan azabımı kat kat artırdı. Götürdüğüm sulu boyayı ve keçeli kalemleri aynen geri getirdim. Haftaya yapacağım, söz diyerek kendimi hem avuttum hem kınadım, Sonuçta annemin gözlerinde göreceğim mutluluk hayalini, sağdan sola yuvarlanırken oturma odasındaki kanepeye gömdüm :(

Sabah otobüste gelirken ön koltuktaki adama gıcık oldum. Adamın elinde bir tespih, şık şık şık çekiyor. Müzik dinliyor olmama rağmen o şık şık şık sesini hiç kaçırmadım. Gıcık olunca daha bir duyarlı oluyor kulaklar. Adam zıbarıp uyusa ya, 3 saat uyanık kalıp tespih çekmenin ne anlamı var diye ters ters bakarken başka hangi seslere sinir olduğumu düşünerek bir sıralama yaptım. Kesinlikle en sinir olduğum tespih sesi. İkinci anahtarlıkla oynanması (bir türevi de eldeki bozuk paraların şık şık şık sallanması), sonuncu da tükenmez kalemlerin basma yerine sürekli basılarak karşıdakinin fıtık edilmesi.

Bir seferinde ÜDS veya KPDS'ye girerken sınav salonunda anahtarlıkla oynayan bir gerizekalı vardı. Çok sinir bozucu bir sesti ama benden başka rahatsız olan yoktu galiba. Hemen gözetmenlerden birini çağırdım yanıma, "ön tarafta şu sırada anahtarlıkla oynayan biri var uyarır mısınız" dedim. O taraflara gitti gözetmen ancak birşey duyamadı. Biz de bu sınavlarda gözetmenlik yaptık, yol yordam biliriz, tam yerini bulamadıysan ön sıralara doğru genel bir uyarı yapsana be salak adam. Baktı, ses yok, çekti gitti kürsüye doğru. Gözetmene nasıl sinirlendiysem artık az sonra bina sınav yöneticisi geldi ve kimlik kartı takmadığı için gözetmeni fırçaladı sonra da sınıftan attı, yerine yedek gözetmen yolladılar. İçimin yağları eridi valla. Görevini yapamıyordu zaten.

Neyse, haftasonu yine bitti ve yine Ankara'ya döndüm. Bu aralar çok mu hızlı geçiyor haftasonları?

21 Mart 2009 Cumartesi

200. yazıda ondan bundan

Ve işte blogger'da 200. yazımı da gördüm. İlk 100'den sonrası çok kolay geldi zaten, nasıl yazdığımı, nasıl geçtiğini anlamadım bile.

Dün yine hızlı tren yerine otobüsle geldim. Rahat hatta yine film seyrederim, hatta bu sefer belki oyun da oynarım derken tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Aynı otobüsü vermemişlerdi. Kocamı arayıp "yokluk içindeyim burda" diye şikayet ederek feci bir görgüsüzlük yaptım. Yokluk diye nitelediği şeye bak kadının. Tekli koltukta kraliçeler gibi rahat rahat geliyorum, neymiş, playstation joystick'i yokmuş, oyun oynayamıyormuş. Yuh dedim kendime. Haftaya hızlı treni deneyeyim artık.

İşte bu bahsettiğim yokluk içinde gözüm ara sıra televizyona takılırken bir anda gözlerim faltaşı gibi açıldı. Yine kanal D açıktı ve bu sefer Esra Ceyhan'ın programı vardı. O kadını nedense ben de sevemedim bir türlü. Hele hamileyken çıktığı sucuk reklamlarından sonra iyice tilt oluyorum kendisine. Gördüğüm sahne çok acayipti. 1-2 saniye görebildim sadece ve acaba hayal mi gördüm diye düşündüm. Ekranda alt yazı olarak "Havada durdum, tanığım var" yazısı duruyordu ve adamın biri yerlerde yuvarlanıyordu. 2 saniyelik birşey ama bakakaldım ekrana. Ne olduğunu pek merak edip azıcık dinleyeyim bari dedim ama kısa süre sonra dayanamayıp elimdeki dergiye gömüldüm. Çok acayip çok.

Bu hafta da bilgisayarımın şarj adaptörünü unuttum. Gayet güzel elime aldım, kablolarını güzelce katladım, yolculuk için hazırladım ama çanta yerine nereye koydum kimbilir. Neyse ki kocamda da aynısından var da dönüşümlü olarak idare ediyoruz. Unutkanlık hala diz boyu ve hala B12 eksikliği yok :)

Çorba yaparken kolaya kaçar, Knorr hazır çorba yaparım hep. Yapardım demek daha doğru çünkü artık içindeki katkı maddeleri nedeniyle ev çorbasına dönmüş bulunuyorum. (Hamilelik sonrasında herhalde tekrar eski tembelliğime dönerim). Gittim, tel, arpa ve yıldız olmak üzere türlü türlü şehriye aldım. Yıldız şehriyeyi görünce annem yıllardır anlattığı ortak bir hikayemizi tekrar anlattı. Ben anaokulundayken anneler günü için bir faaliyet düzenlemişler. Hepimiz yıldız şehriyeleri renk renk boyamışız ve annelerimiz için birer kolye yapmışız. Rontlar vs.den sonra herkes gidip annesinin boynuna takmış ama yegane cins olarak ben "takmayacağım" diye tutturmuşum. Cinslik işte, nedenini kimse bilmiyor (kocamın yorumu "herhalde çok beğenip kendine saklamak istedin oldu). Kadıncağız hala anlatır bu olayı. Geçen gün yine anlatınca uyandım. Nasıl içinde kalmış meğer bu olay anneciğimin, yeni idrak ettim (anne olunca anlarsın derler ya, ondan mı acaba, önceleri sadece öküz gibi dinler ve heh hüh, çocukluk işte diye gülerdim-duyarsız evlat). Annem o gün çok üzülmüş olmalı. Herkes kolyeleri minik elleriyle annesinin boynuna takıyor, şap diye yanaktan öpüyor, anneme sıra gelince ben takmayacağım diye diretiyorum. Rezil bir durum aslında. Ben de dün gidip sulu boya aldım. Biraz keçeli kalem de var evde. Bu haftasonu anneme yıldız şehriye kolyesi yapacak ve o kolyeyi annemin boynuna yaklaşık 33 yıl gecikmeli olarak takacağım. Pazartesi neler olduğunu yazarım :)

19 Mart 2009 Perşembe

Hamilelik en güzel bahane mi?

Uzun süredir unutkanım. Son zamanlarda biraz toparlamaya başlasam da hala biraz var. İnternet başında internet explorer'da yeni sayfa açıp, hangi siteye gireceğini anında unutur da boş boş monitöre bakar mı bir insan? İşte o benim. Ama hamilelerde unutkanlık çok olurmuş ya, kesin hamilelikten.

Bu aralar feci yorgunum. Özellikle 4 saatlik kesintisiz laboratuar derslerinin olduğu günlerde. Bugün eve 17:30 gibi gelip 19:30'a kadar uydum mesela. Yemek yemek için uyandım ama gözüm hala yatakta. Kesin bu da hamilelikten.

Akşamları erkenden uykumun gelmesi, film seyrederken uyuya kalmam, e bu da hamilelikten başka neden olacaktı ki. :)

Oh be, en önemli sorunlarımı hamileliğe yamadım ne mutlu bana.

Unutkanlığı bilemem ama yorgunluk gerçekten var. Bu aralar sanıyorum hafif tansiyon düşmesi de başladı. Diyetim sırasında ara öğünlerde tuzlu bisküviler yiyemezdim mesela, içimi bayardı. Şimdiyse tuzlu birşeyler atıştırmazsam olmuyor. Tuza karşı açlığım var bu aralar. Bu sefer de tatlı bisküviler içimi baymaya başladı. Bakalım ne zaman değişecek.

Şu anda kilo alma sorunum yok, bunu yamama henüz gerek yok yani. Bu haftaki randevumda 200 gram verdiğimi gördük mesela. Geçen hafta da 300 gramdı. Artık kas-yağ-su ölçümüm alınamadığı için umarım hala yağdan veriyorumdur. Ama sanıyorum ki bu size yazdığım son "şu kadar gram verdim" haberi olacak. Umarım planladığım gibi götürebilirim.

Devam edemeyecek kadar yorgunum. Hep hamilelikten :)

No: Bu arada 199. yazıya gelmişiz meğer. Yarın-öbür gün 200.

18 Mart 2009 Çarşamba

Süperloto bana çıkmadı

İyi ki çıkmadı bence. O kadar fazla para insanı azdırır, azdırmasa bile paranoyağa çevirir o kesin. Kocam bana, babam da anneme "vizyonunuz yok sizin, o para ne güzel değerlenir, çatır çatır harcanır" diyor. Ben yine de istemiyorum. Günlük faizi 20.000 TL imiş, yani benim 1 yıllık maaşımdan fazla. Ama istemiyorum işte.

Parayla saadet olmaz mı? Olur tabii, ama bu kadar fazlası saadetten çok zarar getirir sanıyorum. 10-20 kişiye bölünseydi belki bir derece ama bir kişiye 24 milyon korkunç bir meblağ. Ben istemezdim şahsen. İnsanların 10 lira için öldürüldüğü zamanlarda bu kadar paraya hakim olmak çok zor. Etraftakilere hissettirmeyeceksin, hayat standartlarında fazla değişiklik yapmayacaksın. Ne anladım o zaman ben bu paradan. Haydi bunaldın bu durumda diyelim, fütursuzca harcamaya başladın. Dikkatini çekmez mi onun bunun? Sabah bir taksici cinayeti haberi vardı yine. Gece çalışan bir taksicinin boğazını keserek öldürmüşler. Adamcağızın cebinde 20 lira varmış, 10 lirasını bırakmış katil. (20 lira olduğunu nerden biliyorlardı diyebilirsiniz, haydi 200 lira olsun sizi kırmayayım.) 10 lira-200 lira nerde, 24 milyon lira nerde. Ölüm korkusu gelmez mi insana?

Yurtdışına çıkalım dersiniz belki. Olur ama ya vatan hasreti? Geride kalanlar? Çok zor iş çok.

Peki zenginler ne yapıyor? Onlar uzun zamandır zengin olduğu için alışmışlardır bu duruma, sindirmişlerdir. Tanınan insanlar oldukları için de can korkuları yoktur sanıyorum.

Ya ünlüler? Sanatçılar, artistler, şarkıcılar vs. yani. Zengin olanlarının bir sürü hayranı olduğu için nasıl olsa korurlar onları. Ne bileyim, etraftaki hayranları korur, başlarına birşey gelse paparazziler hemen yazar. Ama zavallı beni birisi kaçırsa, atsa arabaya götürse kim duyacak, kim arayacak?

Süperloto bana çıkmadı, iyi ki de çıkmadı (kusura bakma kocacım).

17 Mart 2009 Salı

Hamilelik güncesi-bebeğime

Bugün tam 2 ay oldu bebeğim. 2 aydır büyüyorsun, gelişiyorsun. 3 hafta kadar ultrason radnevumuz yok, bu süre zarfında nasıl geliştiğini göremeyeceğim yani. Keşke evlerde kullanılabilen bir ultrason cihazı olsa da babanla ben hergün gelişimini takip etsek. (Baban ve annen biraz manyak yavrum, şimdiden alış bu gerçeğe).

Sana henüz bir şey almıyoruz. 2. trimestride başlarız herhalde, 3.de iyice hızlandırırız. Şimdilik sadece A ablanın hediye ettiği patikler var. Gerisi nasıl olsa gelecek endişe etme.

Seni bırakıp kendime birşeyler aldım bugün. Annem yazlığa gitmeden diksin diye 4 tane bluzluk kumaş aldım. Kollu, kolsuz birşeyler dikecek ve ben de yazın Ankara sıcaklarında püfür püfür giyeceğim. Kendimi şiş göbek düşünemiyorum ve nasıl görüneceğimi çok merak ediyorum.

Baban hergün, hatta her saat seni soruyor bebeğim. Senin gelmeni benden bile daha heyecanlı bir halde bekliyor. Kendi blogunda sana birşeyler yazacaktı ama hala yazmadı. Sen onun kusuruna bakma. Yazacaktır diye umuyorum.

Umarım orada rahatsındır. Sen rahatsız olma diye ani hareketler yapmamaya, koşturmamaya çalışıyorum. Şimdi rahatsız oluyorsan da tekmeleme zamanın geldiğinde ödeşiriz artık.

Hangimizden hangi özellikleri aldığını çok merak ediyorum. Babanın kıvırcık-dalgalı saçlarını ve çukur çenesini aldın mı acaba? Gözlerini benden al nolursun, baban bana hep boncuk gözlüm der, o yüzden benden al, onunkiler hafif kısık çünkü.

Sana iyi bir anne olmaya çalışacağım yavrum. Teorik bilgilerim fena değil, pratikleri de birlikte öğreneceğiz, uygulayacağız artık. Hatalarım olursa birlikte düzeltelim olur mu.

Yakın bir arkadaşım da çocuk sahibi olmak istiyor meleğim. O da bir an önce hamile kalsa, 1-2 ay arayla doğum yapsak da birlikte büyüseniz, uzakta olsak bile arasıra görüştüğümüzde birbirinizle oynasanız ne güzel olur. Bak sana oyun grubu oluşturmaya çalışıyorum şimdiden. Demek ki fena bir anne olmayacağım, değil mi.

Dikkatli olmamız gereken 1 ayımız kaldı bebeğim. Ben daha yavaş hareket edeyim, sen de sıkı tutun olur mu. Ve en önemlisi de sağlıklı ol ve sağlıklı kal. Annen sana folik asit yollayacak şimdi, hepsini kullan olur mu. :)

Not: 9/5/2011'de yapılan ekleme: Bu yazıdan 3 hafta kadar sonra neler oldu bebeğim inanılacak gibi değil. Sen gittin, o bahsettiğim arkadaşım hamile kaldı ama neler neler geldi başına. 2 yıl sonra herşey değişti bizim için. Sen herhalde gelirken yanına almayı unuttuğun kardeşini alıp geldin gene. Tatlı meleğim benim, hoşgeldin sen de kardeşin de.

16 Mart 2009 Pazartesi

Laptop sehpası aldım

Bilgisayar başında uzun süre oturmak artık sırtımı ve belimi hafif hafif rahatsız etmeye başladı. Bilgisayar karşısında çok vakit geçirdiğim için ilerideki günlerdeki halimi düşünemez oldum. Şişgöbek olunca ve o göbek beni öne doğru çektikçe omurgam nasıl bir hale gelecek kimbilir. O yüzden kendime bir bilgisayar sehpası almaya karar verdim. Facebook'ta uzun zaman önce bir ürünün reklamını görmüş, bakmış ve gereksiz bulmuştum. Şimdi ise o kadar gereksiz bulmuyorum. Perşembe günü sipariş verdim. Firmanın sayfasında saat 18'e kadar sipariş verilen ürünler o akşam kargoya verilir yazıyordu. Siparişimi verdim ve cuma günü fakülteden çıkmadan önce kargom geldi. Getir götür yapmayayım diye Ankara'da bırakmaya karar verdim ama aklım da kalmadı değil. Hele haftasonu yapmam gereken işleri masa başında sürekli pozisyon değiştirerek yaptıkça keşke yanımda olsaydı da deneseydim demeye bile başlamıştım.

Bu akşam eve gelir gelmez kurdum aleti. Kurması biraz vaktimi aldı. Montaja ihtiyacı olduğundan falan değil, kendim için uygun pozisyonu bulmaya çalıştığımdan. Yatağa uzanır halde kullanayım dedim. Acaba şu bacağı hangi açıyla kıvırsam, o zaman diğerini nereye çevirsem, bu adamlar resimde nasıl yapmış, bu yatak neden bu kadar yumuşak, ay göbeğime değdi, ay olmadı derken nihayet süper bir pozisyon buldum ve şu anda yazımı sehpamın üstünde yazıyorum. Ürünü araştırdığımda (bir şey almadan önce mutlaka bir sürü yorum okumaya çalışırım) mouse kullanamamanın en büyük dezavantaj olduğunu yazıyordu bazı kişiler, bense bilakis gayet güzel kullanıyorum, bir şeyi yanlış mı yapıyorum acaba? :P

Ürünün linki burada, belki bakmak istersiniz. Ben de şu anda şuna benzer bir pozisyondayım ve pek rahatım. Ürünün 2 modeli var bu arada. Biri klasik, diğeri ise plus. Plus olanda arkada 2 tane fan varmış, bilgisayarı soğutmak için. Fanları USB bağlantısına taktığınız için 4 tane de çoklayıcı koymuşlar. Ben klasik modelden istemiştim ama plus model göndermişler, üstelik ödediğim fiyat da klasik fiyatı. Taktım fanın kablosunu, püfür püfür çalışıyorum. Gerçi şimdi biraz üşüttü beni ama yazın süper bir serinletme aracı olacak. Sağolsunlar. (Yine de yarın adamları arayıp fiyat farkını ödemek isteyeyim).
Haftasonu prensesler gibiydim, bugün ise külkedisi. Fakültede bir hocamızın yeni bilgisayarının kurulması gerekiyordu, yardım istedi benden. Hocalara henüz hamile olduğumu söylemedim, biraz daha vakit geçsin de öyle yayılsın istiyorum çünkü. O yüzden gıkımı çıkarmadan bilgisayar kutusunu açtım, masaya yerleştirdim, oraya eğil, buraya uzan diğerindeki bilgileri aktarmak için kabloyu ondan çıkar buna tak yapıp durdum. Oysa daha dün prensesler gibiydim. Kocam kapatılan balkonumuza çıkarmayı planladığımız eşyaları taşıdı, yerleştirdi, ortalığı topladı, evi süpürdü, viledayla ben de yerleri sileyim dediğimde (ki fazla yorucu birşey değil) "ben hafta içi silerim sen yorulma" dedi. Ben de kah oraya kah buraya devrilip durdum.
Şaka maka belim ağrıdı bugün biraz, o yüzden bu sehpayı aldığım süper olmuş.

15 Mart 2009 Pazar

Artık devir değişti, e tabii çelik de değişti

Hamilelikte ne gibi değişiklikler oldu hayatımda kısaca yazayım. 7. haftamız bitmek üzere, geçen çarşamba şimdilik son ultrasonumuza girdik ve doktorumuzla 1 ay sonra ikili test yaptırmak üzere buluşmak için sözleştik. (Sanki kafede, pastanede buluşacağız, ne biçim yazmışım).

2. ayımızın sonuna doğru halsizlik-yorgunluk, uyuma isteği devam ediyor. Sadece Salı günleri kendimi çok enerjik, dinamik hissediyorum nedendir bilinmez. Bunun haricinde hafif bir kilo artışı var. Bebek 1-2 gram kadar olsa bile rahim duvarlarının iyice kalınlaşması ve rahmin büyümesi, hormonal değişiklikler nedeniyle su tutmaya başlama derken dediğim gibi hafif bir kilo artışı ve daha da belirgin olanı karnımda şişlik. Diyetim sayesinde kurtulduğum göbek geri döndü hatta göbek deliğinin üst kısmı da hafif şiş. Kıyafetlerden çok belli olmuyor ama 3. ayda iyice şiş göbek olmaya başlayacağım herhalde.

Doktorum toksoplazma riskine karşı etleri çok iyi pişirmemi söyledi. Çiğ köfteden uzak durmamı öğütledi. Artık et konmuyor çiğ köfteye ama ne olur olmaz. Yumurtamı bile alakok yiyemiyorum artık, lop ya da omlet şeklinde iyice pişirmeye çalışıyorum. Dün aldığımız etleri buzdolabına kaldırırken çıplak elle dokunduğumda derimdeki hafif çatlaklardan ya da kesiklerden zararlı mikroorganizmalar girer mi diye bile düşündüm. Manyaklık ve paranoya da geliyor demek ki insana hamileyken.

Hareketlerim kısıtlandı iyice. Yapamadığımdan değil, yapmamak gerektiğinden. Herkesin ortak önerisi eğilip kalkarken kendimi fazla zorlamamam, ağır yükler taşımamam ve en önemlisi oraya buraya uzanmamam. Özellikle yukarıdaki dolaplardan birşeyler almaya çalışmak bu ilk 3 ayda tehlikeliymiş. Yavrumuza zarar gelmesin diye üst dolaplara ya minik mutfak merdivenim ile ulaşıyorum ya da kocamdan (superdad) yardım istiyorum.

Yollarda çok hızlı yürümemeye çalışıyorum. Çalışıyorum diyorum çünkü tini mini hanım tarzı sallanarak yürümeyi hiçbir zaman sevmedim, önümde bu şekilde yürüyerek yolumu kapatanlardan da nefret ettim. Hızımı biraz kesmeye çalışıyorum, karşıdan karşıya geçerken kendimi koşarak arabanın önünden atmamaya çalışıyorum. Zaten karşıya koşarak geçmeyi de hep yanlış buldum. Mazaallah, tam yolun ortasında bileğim burkulsa ve araba duramasa diye düşünürüm hep. Biraz beklemekten zarar gelmez, yol boşalınca geçerim. Artık iyice dikkat ediyorum buna.

Geçen gece yatarken kocamın eli karnıma değmiş, nasıl bir bilinçaltıysa bendeki uyurken korkup adamcağızın elini ittirmişim. Annelik işte, yavruyu koruma içgüdüsü herhalde.

Şimdilik bir sıkıntım yok çok şükür. Bulantılarım ve kusmalarım olmadı, artık bu saatten sonra da olmasın lütfen. Kokulara aşırı hassasiyet de yok galiba, emin değilim. Ama hala mutfağa girip yemek vs. ile uğraşabiliyorum, demek ki o da olmayacak (umarım).

Her zaman için "kafeinsiz kahveye kahve demem ben" düsturunu benimseyen ben artık kafeinsiz nescafe içiyorum. Daha ne diyeyim :)

Asıl değişiklikler ise kocamda. Ailemizde midesi bulanan yegane kişi o. Anneler hamileyken babalarda da hamilelik semptomlarının görülmesi normalmiş. Neyse ki çok fazla bulantısı yok tatlımın :)

Hamilelikte kadınların en büyük endişesi kocalarının ilgili bir baba olup olmayacağı, çocuk bakımında aktif rol oynayıp oynamayacağıdır herhalde. Sanıyorum buna hamilelik sırasında karar verebilirsiniz. Evde prensesler gibi dolanıyorum resmen. Kocam hep yanımda, bana hep yardımcı. Şöyle bir örnek vereyim. Kocam alışverişten, marketlere gitmekten nefret ederdi. Bir markete girmek zorunda kaldığında "çabuk ol, herşeye bakmak zorunda mısın" diye çekiştirip dururdu beni. Bense tam tersi, marketi reyon reyon gezmek, yeni ne ürünler çıkmış, nelerde indirim yapılmış görmek isterim. Evliliğimiz süresince bu duruma yavaş yavaş alışan kocam Cuma günü ben gelmeden gidip tek başına market alışverişi yaptı. Geldiğim zaman eve gitmeden uğramayalım, yemek saatim kaymasın iyice diye gitmiş, bir sürü torba doldurup gelmiş tatlım. Benim ağır taşımamı da istemiyor tabii ki. Hatta dün tekrar uğramamız gerektiğinde bak "ferulagocum, şu üründe indirim varmış, bu daha önce şöyleydi, şimdi böyle olmuş" diyerek beni şok etti, hiçbir sıkılma belirtisi göstermeden o reyondan bu reyona gezdi durdu.

Bu prensesliğim sadece marketle sınırlı değil tabii. Ev işlerinde de aynı. 2 hafta önce evsahibimiz küçük balkonumuzu pimapen ile kapattırmıştı sağolsun. Ama makale yetiştirme, ders hazırlama gibi işlerimiz nedeniyle temizlik kısmını ertelemiştik. Geçen hafta da Ankara'da olunca bu haftaya kalmıştı iş. Dün akşam girdi balkona, kova kova sularını aldı ve bir güzel yıkadı temizledi. Bugün de yerleştirmesini yapacağız, biraz ortalığı toplayacağız. Evi silip süpürmem lazım dediğimde "ben yaparım, sen yorulma" dedi ve ben öylece bakakaldım. Daha önce de yaptı sağolsun. Yetiştirmem gereken işler olduğunda ve kendimi bilgisayarla beraber çalışma odasına kapadığımda yapmıştı ama bu seferki "ben yaparım" deyişi apayrı. Neyse, bunun farkını ben anlayabilirim.

Son olarak da belim ve sırtım ağrıyor diye, masaj yapmaktan pek hoşlanmayan kocam yatmadan önce bana masaj yaptı.
Ee, ben bu adama aşık olmayayım da kime olayım :)

14 Mart 2009 Cumartesi

Yolculuk hali, bir film ve kar

Sabahın köründe kalktım yine ve ince ince yağan bir karla karşılaştım. Hava bir gün güneşli, bir gün yağmurlu ama ertesi gün karlı mı? Pes artık. Tamam, bahar havası değişken olur ama bu kadarı da fazla değil mi? (Yaklaşık 2 saat sonra yaptığım bir ekleme: şu anda saat 8:17 ve güneş açtı, şaşırdı iyice).

Dün hızlı trene değil yine otobüse bindim eve gelirken. Tren sanıyorum oldukça dolu. Herhalde pek çok kişi bilet fiyatları artmadan bakayım ne menem birşeymiş diye biniyor. Ben de onların bu hevesleri geçince bineyim bari.

Dün yine Kamil Koç'un Rahat hattıyla geldim. Koltuk araları geniş, koltuklar çok rahat, herhalde iyice şiş göbek olunca ancak buna sığabileceğim (hızlı trene de bakmalı tabii ki). Dün bindiğim otobüs şaşırttı beni. Koltukların arkalarında minik ekranlar vardı. Aslında bu çok şaşırtıcı değil çünkü İstanbul'a giderken görmüştüm bu ekranları. Yolu görmek isteyen buradan baksın, her frende, yavaşlamada ne oluyor diye başını sağa sola uzatıp görmeye çalışmasın diye düşünülmüş güzel bir uygulama. Şaşırdım çünkü bunun yanında bir de playstation joystick'i vardı. Hemen kocama göstermek için fotoğrafını çektim (görmemişlik işte ne yaparsın). Sanıyorum hızlı trene, pardon yüksek hızlı trene alternatif oluşturmak için Ankara-Bursa hattına koymuşlar. Bir görevli herkesin yanına tek tek gelip kullanımını kısaca anlattı, herkese istedikleri şeyi açtı. Sistemde müzik, filmler, televizyon ve oyun var. Kanal ayrıca seçiliyor mu yoksa otobüste genel olarak açılan kanalı mı çekiyor sadece bilmiyorum. Ama herkes Kanal D seyrediyordu, ya herkes Arka Sokaklar hayranıydı ya da seçenek yoktu.

Ben film izlemeyi seçtim. Kocamın "oyuna dalıp Bursa'ya gitme" sözü etkili oldu sanırım. Filmden sonra ne oyun var bakarım dedim ama vakit kalmadı. Filmlerde iki tane film ve komik videolar vardı. Ben ilk filmi seçtim, ikincisi neydi unuttum bile. Filmi yükledik, kontrolleri öğrendim ve bir elimde incelediğim makaleler, kulağımda kulaklık hem çalışmaya hem izlemeye başladım. Filmin adı Başkalarının hayatı (Das Leben der Anderen). Görevli sağolsun kısaca konusunu da anlattı. Ben filmin adını duymuştum zaten. 1-2 yıl önce yine gecenin bir yarısında kalkıp Oscar ödüllerini seyrettiğim için Yabancı Film Oscar'ını aldığını hatırlıyordum.

Film 1984 yılında, duvar yıkılmadan önceki Doğu Almanya'da geçiyor. O dönemde Almanya ne halde, insanların hayatlarına nasıl müdahale ediliyor vs. hepsini görüyorsunuz. Şimdi filmi anlatıp seyretmek isteyenlerin keyfini bozmayayım ama ben çok beğendim. DVD'si olsa da alsam bile dedim hatta. Son sahneleri yukarıdan çantamı indireyim dediğim için kaçırdım. Çanta feci sıkışmış, çıkarana kadar canım çıktı, bu arada en önemli sahneleri de kaçırmışım maalesef. Ama keyif benim, kumanda benim, hemen o sahnenin başına geldim ve otogara girmeden önce son sahneyi de görmüş oldum. Oyuna fırsat kalmadı tabii ki.

Ben derim ki izleyin. Bence aldığı Oscar'ı hak etmiş. Ama ben sıkılırım, ne bu böyle derseniz de boşverin :)

İzlemek isterim, daha detaylı bilgi alayım diyenler şu adrese bakabilir.

13 Mart 2009 Cuma

Bugün benim için bir dönüm noktası

13 Mart 2009 benim için bir çok önemli çünkü bugün yıllarca beklediğim, yapım aşamalarına her cuma ve pazartesi tanıklık ettiğim hızlı tren seferlere başlıyor. Pardon adını yanlış yazdım, Yüksek Hızlı Tren. TCDD'nin web sayfasında halkımızdan trene isim koymaları istenmiş ve pek çok kişinin önerdiği bu isim beğenilip konulmuş. Çok yaratıcı, bravo.

Bugünkü ilk seferlerden birine binmeyi düşündüm önceleri ama sonra vazgeçtim. Bir problem olacağını sanmıyorum ama yıllar önce olan ve pek çok insanımızın canını alan hızlandırılmış ten kazası aklıma gelince "acaba?" diyor insan. Ne iki trenin ne de yolların birbiriyle alakası var ama yine de birkaç gün bekleyeyim diyorum.

Yıllar önce Japonya'da binmiştim hızlı trene. Onlar Shinkansen diyordu. Tokyo'dan Kyoto'ya gidyordum. Bayağı fazla bir bilet parası vermiştim ama yolculuk inanılmazdı. O ne konfor, o ne hız ve o ne dakiklik. Bakalım aynı hissi yine duyacak mıyım. En azından müthiş bir gurur duyacağım kesin. Yıllar önce yapılması gereken çok büyük bir yatırım bu. Konya hattının inşaatının sürdüğünü biliyordum ama Sivas hattının planlandığını yeni öğrendim. Umarım kazasız belasız pek çok sefer yapar YHT, hepimize hayırlı olsun.

Sefer saatleri hakkında bilgi vereyim. Günde 4 sefer yapacakmış trenler. 7, 11, 15, 17 Ankara'dan kalkış saatleri. Eskişehir'den kalkış saatleri ise 7, 11:35, 14:45 ve 21.35. Sabah 7'de Eskişehir'den kalkan tren fakülteye yetişmem için uygun. Dönüşte 17 treni de beni kısa sürede kocama ve evime kavuşturur. Konutkent tarafında oturan arkadaşlarımın fakülteye gelmek için 1.5 saate yakın otobüslerde, dolmuşlarda sefil olduğunu düşünürsek, benim bu süre zarfında Eskişehir'e gitmem mucize gibi bir birşey. Hayalim sabah işe gelip akşam da evime dönmekti. Manisa'da oturan amcam emekli olana kadar sabah İzmir'deki iş yerine gidip akşam geri dönmüştü. Gidiş süresi 45 dakika-1 saat arasında değişiyordu. Otogardan işe ulaşması ne kadar sürüyordu onu bilmiyorum ama yıllarca bu rutini sürdürmüştü. Ben neden aynısını yapmayayım dedim hep ve inşaatın bir an önce bitmesini bekledim. Hamileliğim nedeniyle hergün gidip gelebilecek miyim bilmiyorum, en azından ilk ve son 3 ayda biraz sıkıntılı olacaktır ama dedim ya, en büyük hayalim haftaiçi de kocamla birlikte evimde oturmak, sabah fakülteye gelmek, öğlen tatilinde Kızılay'da işlerimi halletmek ve akşam yemeği için Eskişehir'e evime dönmek.

Şu 5 liralık kampanya bitmeden business class'tan bir bilet alsam mı acaba. :)

12 Mart 2009 Perşembe

Nasıl da değişmiş inanamadım

Sabah Yahoo sayfasında bir haber gördüm. Estetik yaptırdığını kabul eden ünlüler hakkında bir haberdi. Çok boş vaktim varmış gibi haydi bakayım dedim. Maksat mevcut işlerden biraz olsun kaçmak tabii. Neyse, bir ara Jennifer Grey'den bahsedildiğini gördüm. Hatırlar mısınız bilmem, Dirty Dancing'de oynayan kemerli burunlu, dalgalı saçlı, Patrick Swayze'nin kollarında dans eden bir genç kızdı. Bu dediğim yaklaşık 20 yıl önce oluyor tabii. Film oynadığında ben lise sonda falandım galiba. Akün sinemasında oynuyordu. O zamanlar Akün sineması vardı, şimdiki gibi Devlet Tiyatroları'nın bir sahnesi haline gelmemişti. Orada yaklaşık 2.5 ay gibi bir süre oynamıştı. Sinemanın önünden geçerken o afişi görmeyi oldukça kanıksamıştım, bir gün vizyondan kalktığını gördüğümde çok şaşırmıştım. Benim için o afiş o sinemanın bir parçası olmuştu sanki. Filmi herhalde seyretmişsinizdir. Patrick Swayze'nin Ghost öncesinde popüler olduğu ilk film diyebiliriz herhalde. (Daha öncesinde televizyonda Kuzey ve Güney diye bir dizi vardı, orada izlerdik, hayran olurduk kendisine. Ben de bayağı yaşlanmışım galiba, pes). Filmin sonra tanımadık artislerle ikincisi çekilmiş ve tabii ki başarılı olmamış ama konuyu dağıtmayayım.

Haberde Jennifer'ın o karakteristik burun kemerini düzeltmek için bir operasyon geçirdiği ve sonra o operasyonu düzeltmek için bir tane daha geçirmek zorunda kaldığı ve artık o minik kalkık burnuyla tanınmaz halde olduğu yazıyordu. Adamlar haklıymış, imdb'den falan fotoğraflarını aradım buldum ve kesinlikle tanımadım. Bir insan bu kadar mı değişebilir? Barbra Streisand'in burun estetiği geçirmesi kadar dramatik bir şey olmuş bence ki akıllı kadın bunları öngörmüş olmalı ki asla düzelttirmeye kalkışmamış.

Haber sizi pek ilgilendirmiyor olabilir ama yine de şu resimlere bakın lütfen. Bir insan bu kadar mı değişebilir.Tevekkeli kadın sonrasında neler yapıyor takip edemedim. Belki de gördüm de tanıyamadım.

11 Mart 2009 Çarşamba

Kısa kısa

Bu sabah ultrason+ diyetisyen randevuma giderken, Sıhhiye Orduevi'nin önünde çiçek açmış minik bir ağaç gördüm. Badem ağacıydı herhalde, Rosaceae familyasından şaşkaloz bir bitki işte, al birini vur ötekine. Bu ve yakın akrabaları kiraz, erik vs. azıcık güneş gördü mü çiçek açarlar bilirsiniz. Sonra da Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır soğukları başladığında perişan olurlar. Baharın ilk çiçekli dallarını görmek her zaman içimi neşeyle doldurmuştur ama bu seferki öyle olmadı. Havanın bayağı soğuk olmasının etkisidir muhtemelen, ağaca acımaktan güzel çiçeklerinin keyfini çıkaramadım. Eldiven taksaydım keşke dediğim kadar soğuktu, o incecik petaller, sepaller ne yapsın.

Geçen haftaya göre 300 gram vermişim. Artık vermeyi beklemediğim için hem şaşırdım, hem sevindim. Sonra da kendimi ödüllendirmeye ve öğlen arasında sebze yemeğim yerine simit yemeye karar verdim.6-7 aydır simit yememiştim, peynir ve ayranla birlikte süper gitti. O kadar olacak artık. Akşamki ekmek dilimini atlamalı.

Batı Sinemasının önünden geçtim dönüşte ve "Tadilattayız" yazısının asılı olduğunu gördüm. Batı bir türlü toparlayamadı kendini. Alışveriş merkezlerinde sinemaya gitmek daha kolay tabii, ayrıca bunun yeri de biraz ters. İçerideki pasaj da kiralıkmış. İki yazıyı kafamda birleştirince galiba Batı da gidiyor elden dedim. Yakında kapanmıştır yazısını görürsem şaşırmayacağım ama üzüleceğim. Ankara'nın değerleri birer birer zamana yenik düşüyor. Eskiden Tunalı Hilmi caddesinde Talip sineması vardı hatırlar mısınız? Bu dediğim 10-15 yıl öncesi, çok çok eski bir tarih değil. Orası gitti, Kavaklıdere gidecek gibiydi, galiba toparladı. Bakalım Batı ne yapacak. Birkaç film aklıma geldi orada gittiğim. İlki Tom Cruise'un bir filmiydi, tam çömez zamanları, daha dişler düzeltilmemiş, çarpık çurpuk. Ortaokuldaydım galiba, filmin adını unuttum. Sonra Michael Jackson'un filmi vardı, Moonwalker. Muhteşem ses ve ışık gösterisi yazıyordu afişte. Sahnenin kenarından fıslayan, garip kokulu dandik bir duman yayılmıştı ortalığa. Yine de güzeldi eski zamanlar.

Büyük Ankara Oteli'nin önünden geçtim. Bir otel tadilatı nasıl bu kadar uzun sürebilir anlam veremiyorum. Çok uzun zamandır inşaat halinde. Artık inşaat bitti, açılır herhalde derken hala bir hareket yok. Lobiye attıkları koltukların kılıfları açılmamış bile, ortalıkta öylece duruyorlar.

Dünya Göz Hastanesi'nin önünden geçtim. Adamlar yeni bir inşaat yaptıkları gibi bitirip hizmete açmışlar bile. Otel utansın.

Tübitak'ın önünden geçtim. Hem de iki kez. Bir projeyle ilgili evrakların teslim edilmesi için önce sabah sonra da öğleden sonra. İkinci seferinde binadan çıkarken Show Haber muhabiri ve kameramanı çekim yapıyorlardı. Akşam haberlerinde muhabirin arkasından geçerken sırtımın ve saçlarımın bir kısmını görebilirsiniz belki de.

10 Mart 2009 Salı

Ne zamandır kitap okuyamıyorum

Uzun zamandır kitap okumadığımı farkettim. Hatta çok da şaşırdım buna. Bu aralar hayatım tamamen ders kitapları, makaleler arasında geçiyor. Arada dergi okumaya çalışıyorum ama onlar zaten kısa sürüyor. Eskiden otobüste gidip gelirken okurdum. Bir süredir babam getirip götürdüğü için (sağolsun) yol oldukça kısa sürüyor, kendimi kitaba kaptıramıyorum. Otobüsle eve döndüğüm ender akşamlarda ise ortalık karardığı için bari gözlerim sağlam kalsın diye okuyamıyorum. Eskişehir'e geliş gidişlerimde ise ya bir makale bakıyorum, ya bir ders notunu gözden geçiriyorum ya da çoğunlukla yaptığım gibi uyuyorum.

Otobüs yolculuklarında teker döner dönmez uyuyabilen insanlardanım. Hiç uykum olmasa bile inanılmaz bir şekilde içim geçiyor. Kocamla yaptığımız seyahatlerde benden nefret eder mesela. Yolda fazla konuşmaktan hoşlanmasa bile yanındakinin yüzünde bir gülümsemeyle uyuması çok sinir bozucu oluyormuş :)

Bunun temeli galiba zamanında Çankırı-Ankara arasında yaptığım yolculuklara dayanıyor. Bakıyorum da benim hayatım çoğunlukla yollarda geçmiş. Yıllar önce Çankırı'da Sağlık Müdürlüğü'nde çalışıyordum, 16 ay boyunca Pazartesi sabah gittim (bazen de Pazar akşam), Cuma akşamı geri döndüm. Çankırı en büyük dezavantajı Ankara'nın çok yakınında olmak olan küçük bir şehirdi. Kaldığım süre boyunca ev kiralamıştım, akrabalarım da vardı, bana yardımcı olurlardı sağolsunlar ama iş-ev arası maksimum 5 dakika yürüme mesafesi olunca Kızılay'daki kalabalığı, insanların yürürken omuz atmasını bile özler hale gelmiştim. Cuma akşamları iş çıkışında 6 arabasına yetişir, yol hemen bitsin de bir an önce Ankara'ya kavuşayım diye hemen uyurdum. Demek ki taa o zamanlara dayanıyor bu otobüse biner binmez uyuma isteği.

Kitap diyordum, peki okuyamama durumum kitap almamı engelliyor mu? Hayır. Alıp, diğer okunacak kitapların yanına yığıyorum hepsini. Aslında bir başlasam gerisi gelecek onu da biliyorum ama bir sürü işim var yapmam, yetiştirmem gereken, bu sefer de onlar kalacak, adım gibi biliyorum.

Kısır döngü içindeyim, ama elbet kurtulacağım :)

Peki diyetim ne olacak?

Bir süredir diyetisyene giden ve bu süre zarfında 9 kilo veren ben bu hamilelik boyunca ne yapacağım peki? Kendimi nasıl olsa hamileyim, süper bir bahanem var, istediğimi yerim, içerim, kimse karışamaz diye koyvermeli miyim yoksa diyetime bebeğin gelişimini engellemeyecek şekilde devam mı etmeliyim? Ben 2. şıkkı seçtim. Bu kiloları vermek için bayağı uğraştım ben, tekrar almaya pek niyetim yok.

Hamilelik gerçekten de harika bir bahane. Daha önce kendinizi ksııtladığınız herşeyi yiyebilirsiniz, kimse de "sen ne yapıyorsun" demez, bilakis, "hamile o canı çekiyor" derler ve biraz daha yedirmeye çalışırlar. Bunu bahane olarak kullanmamaya kararlıyım. Daha aşerme safhalarına gelmedim, belki bu kararlılığım o safhaya kadar sürecek ama ben henüz bilmiyorum. Hiçbir konuda büyük konuşmayı sevmedim, bu konuda da büyük konuşmak istemem ama şimdilik planım diyetime bağlı kalmak.

Zaten diyetisyenimle konuştum. İlk 4 ay boyunca normal planımıza bağlı kalabileceğimizi söyledi. Zaten iyi beslendiğim için bebek açısından sorun olacağını sanmıyorum. Folik asit takviyemi alıyorum, hatta bol bol ceviz ve badem yiyorum. 4 aydan sonra bebek anneyi sömürmeye başladığında programım değişecekmiş. Hem beni hem de bebeği besleyecek tarzda bir programa geçecekmişiz (kendisi de bir çocuk annesi olduğu için ona olan güvenim sonsuz). İşte o zaman geldiğinde ne kadar bağlı kalabilirim bilemiyorum, umarım planladığımız gibi geçer çünkü 20 küsür kilo alarak hamileliği bitirmek istemiyorum. Planımız alacağım kiloyu 10 ile sınırlamak, böylece sonradan vermesi de çok kolay olacaktır. Ama dediğim gibi, bunların hepsi şu anda teori ve sizler de bilirsiniz ki, teoriyle pratik genelde birbirine uymaz.

İyi ki o 9 kiloyu vermişim, yoksa o kilonun üstüne bir de hamilelik kiloları eklenseydi herhalde kocamın beni kapılardan geçmem için iteklemesi, düz yollarda ise yuvarlaması gerekecekti. Kilo vermemle geçen bel ağrılarım yine hafif hafif başladı. İşte kilo almamı sınırlamam için iyi bir sebep. Dün gece yine sızıp kalarak yatmadan önceki öğünümü atlamış oldum maalesef, umarım çok fazla bir getirisi veya götürüsü olmaz.

Gerçi birazcık kilo alsam da çok önemsemiyoruz bu aralar. Zaten eskisi gibi yediğim halde yavaş yavaş kilo alıyorum. Herhalde ilk aylarda bünyenin hormonal değişikliklere alışması sırasında normal bir süreç. Tefal reklamındaki kilo aldığını gördükçe sırıtan kadın gibiyim, bahanem var ya ne de olsa, ondandır.

9 Mart 2009 Pazartesi

Hamilelik güncesi

Hamilelik süreciyle ilgili ilk gözlemimi yazayım. Hamilelik belirtilerinin en belirgin olanı sanıyorum bulantı ve kusmadır. En azından gördüğüm tüm Türk filmlerinde böyle oluyordu. Bende ise genellikle 6. haftada başlayan bunaltı kusma henüz yok. Aslında şikayetçi de değilim, kusma hissinden zaten nefret ederim, böyle güzel bir nedenden dolayı olsa bile bulantı-kusma fikri aklıma geldiğinde bir tuhaf oluyorum. Bu konuda pek çok hurafe var bilirsiniz. Bebek saçlıysa bulantı çok olur derler. Annemin dediğine göre hem ben hem ağbim saçlı doğmuşuz ama buna rağmen hiç bulantısı olmamış. Bir de 30 yaşın üstünde hamile kalanlarda bulantı olmaz derler, bazıları da asıl 30 yaşın üstünde bulantı olur diyor, ben de şaştım kaldım. Galiba bu konuda genetiğe güvenmek ve annemde olmayan şeyin bende de olmayacağına inanmak en iyisi. Belki de diyetimin de biraz etkisi vardır. Bulantıya karşı az ve sık yemek öneriliyor okuduğum kadarıyla, ben zaten böyle yaptığıma göre galiba olmayacak. Doktoruma da sordum bu durumu. O da "olmayabilir, normal bu" dedi. Asıl sorun olan bulantıların, özellikle de şiddetli bulantıların aniden bıçak gibi kesilmesiymiş.

Bendeki tek belirti halsizlik, yorgunluk. Geçen haftalarda bu kadar değildi, ama geçen haftada beri, ya da perşembe gününden beri diyeyim üzerimde aşırı bir yorgunluk, uyuma hissi var. Bir de çabuk yoruluyorum. Cumartesi kocamla biraz dolaştık mesela, feci halde yoruldum, akşamları erkenden sızıp kalırdım, dün akşam zirve yaptım. 5 civarında sızıp akşam yemeği için kalktım ve sonrasında yine yattım. Sabah 4 gibi uyandım, biraz etrafta dolanıp tekrar uyumuşum. Şimdilik bundan başka şikayetim yok, herhalde buna da alışırım bir süre sonra.

Bu hafta bir ultrasonum daha var. Bu sefer annem de benimle gelmek istiyor. Kocan yanında yok, kendini garip hissetme dedi. Daha önce de onlardan habersiz girdim ultrasona, problem olmayacak benim açımdan ama galiba o da merak ediyor, görmek istiyor. Gelsin bakalım.

İlkaycığımın hamileliği ilk başladığında Lilypie ticker'da 200 küsür gün görünüyordu. Nasıl geçer bu kadar uzun süre diyordun hatta hatırladın mı İlkay, bak seninki geçti gitti bile, son bir ayın içindesin. Şimdi aynı rakamları ben görüyorum ve aynı şeyi ben söylüyorum.

8 Mart 2009 Pazar

Hayatımız boyunca değişen dergiler

Dün DR'da dergilerin bulunduğu raflara bakarken aklıma okuduğumuz dergilerin yaşamımızın belirli dönemlerini ne de güzel yansıttığı geldi. İlk önce çocuk dergileri okumaya başladım. Bizim zamanımızda Milliyet Çocuk dergisi vardı, başka birşey yoktu hatırladığım kadarıyla. Çok severdim o dergiyi. Annemler bize almazdı ama alan bir arkadaşımın evine gittiğim zaman okurdum. Büyüyüp ortaokul-liseli olunca Blue Jean okumaya başladım. Gençliğimde çıkan bu derginin hala piyasada olmasına hem şaşırıyor hem de seviniyorum, ne güzel. Daha sonra biraz daha büyüyüp serpilince kadın dergileri okumaya başladım. Cosmopolitan, çizgisini değiştirip anne-bebek dergisinden kadın dergisine terfi eden Elele ve diğerleri. Arada değişen ilgilere göre değişik dergiler alındı tabii. Tübitak'ın Bilim Teknik dergisi uzun yıllar boyunca takip edildi mesela. Arada sırada örgü dergileri alındı, bazen yemek dergilerine bakıldı, anneme Burda modeller alınıp etek, pantalon sipariş edildi, tarih ve bilim dergileri içinde ne var diye karıştırıldı. Sonra bir dönem de Gelin dergileriyle ilgilenildi. Hepsinden alındı, farklı gelinlik modellerine bakıldı, içindeki bilgiler hatmedilip çoğunun yabancı dergilerden direkt çeviri olduğu, bizim örf ve adetlerimize pek uygun olmadığı görülünce sinir olundu. Düğün telaşı bitince tüm gelin dergileri evlenme planları yapan bir başka kız arkadaşa verildi ve tekrar kadın dergilerine dönüldü. Arada bazen Formsante alınıp sağlık zindelik konularında ipuçları yakalanmaya çalışıldı, yeni çıkan Women's Health ile devam edildi. Ve sonunda, hayatımdaki dönem dergilerinde son noktaya gelindi: Hamilelik ve anne-bebek dergileri. Demek bundan sonra çocuk dergileri alınmaya başlanacak ve aynı döngüye tekrar girilecek.

Her dönem için bir dergi var ama yaşlılar için pek birşey yok farkında mısınız? Böyle bir dergi çıkarsak tutar mı acaba?

Geriye bakıp en çok hangi dergiyi okumaktan zevk aldığımı düşündüğümde sizleri şaşırtacağını sandığım bir cevaba ulaştım. Babamın "Hayat Tarih Mecmuaları". Babam tarihe pek meraklıdır, tarih sevgimi ondan aldım herhalde. Evde ciltlenmiş halde bulunurdu dergiler, ben de açır okurdum sürekli. Tutankamon'un mumyasının bulunuş hikayesini oradan okudum, mumya yapımında beynin burundan kancalar vasıtasıyla çekildiğini o dergiden öğrendim, Osmanlı İmparatorluğu'yla ilgili ders kitaplarında kuru kuru geçen bilgilere fotoğraflarıyla ulaştım. Kısacası o dergileri çok sevdim. Piyasalarda olan Popüler Tarih gibi dergilerde aynı tadı bulamadım. Ama hala umudum var, bir gün yine böyle bir dergi çıkacak ve ben tekrar çocukluğumdaki gibi sayfalarının arasında kaybolacağım.

7 Mart 2009 Cumartesi

Hepinize çok teşekkür ederim

Yorumlarıyla mutluluğumuzu paylaşan, iyi dilekleriyle içimi sevinçle, neşeyle dolduran herkese çok teşekkür ederim. Umarım sizlerin de dileklerinizde belirttiğiniz gibi sağlıklı bir şekilde kucağımıza alabiliriz.

O kadar çok kişi bekliyormuş ki bu haberi şaşarsınız. Bu yüzden sadece biz değil, pek çok kişi de mutlu oldu. Beni hiç görmeden, tanımadan, sadece yazılarım aracılığıyla hayatıma ortak olan sizler ise beni daha da çok mutlu ettiniz. Hepinize tekrar teşekkür ederim.

Ben ve kocam tabii ki bir süredir biliyorduk. Değişiklikler vardı bünyede, doğrulayıcı gecikmeler de ama insan yine de acaba diyor, ya yoksa, sadece hormonal bir dengesizlikse? Çok istiyorsanız eğer sonunda oluşan hayal kırıklığı da bir o kadar büyük oluyor. (Bir ara kazara hamile kalanlardan nefret ediyordum mesela :) ) Test yapmaya korktuk açıkçası ama ben en sonunda dayanamadım ve kocamdan gizli bir test yaptım. Sonuçta o daha önce hiç görmediğim 2. çizgiyi gördüğümde suratımı bir gülümseme kapladı. İyi ki de yapmışım çünkü doktorumdan randevu istediğimde yapıp yapmadığımı sordu. Hemen o gün gittiğim kontrolümde bebek kesesi görüldü. Ama kesenin görülmesi de tek başına yeterli değilmiş, boş kese olabilirmiş, türlü türlü komplikasyonlar olabilirmiş, onun için bir de kan testiyle doğruladık. Hastanede içeri girmeyi beklerken kocama haber verdim. Nasıl şaşırdı, sevindi anlatamam. Ona bu haberi yüzyüze verebilmek isterdim aslında. Filmlerde hep olur ya, adam sevinçten deliye döner, kadını havalara kaldırır, 1-2 tur döndürür, böyle romantik birşey değildi beklediğim şey. Sadece haberi verdiğimden beri gözlerinde olan pırıltının gözlerinde yandığı anı görmek isterdim. Ama olsun, o pırıltı oluştu ya, varsın başlangıcını görmeyeyim.

Yaş biraz ileri olunca bu haber daha da değerli oluyor. Biliyorsunuz kadın yaşlandıkça yumurta kapasitesi ve kalitesi azalıyor. Acaba demeye başlıyorsunuz. Kontroller yaptırıyorsunuz, herşey normal çıkınca da neden olmuyor acaba diye kara kara düşünüyorsunuz. Yıllar önce mezun ettiğiniz öğrencilerinizin çoğunun çocuklarının olduğunu görünce kendinizi iyice yaşlı hissetmeye başlıyorsunuz. Ne bileyim, oluyor işte. Biyolojik saat size herşeyi hatırlatıyor ve çocuklara çok düşkün olmayan biri bile olsanız zamanı gelince kendi çocuğunuzun olmasını istemeye başlıyorsunuz.

2. ultrasonumda da keseyi gördük doktorumla. Birazcık daha büyümüş, 5 mm olmuştu ama hala içinde ne var ne yok görülmüyordu. Kan testinin pozitif çıkmasına rağmen doktorum mutlu haberi herkese vermek için biraz daha beklememizi rica etti. Son ultrasonumu kocamın da gelebileceği bir tarihe ayarladık ve bu perşembe, 4 saat süren ve sürekli ayakta durmamı, öğrenciler arasında koşturmamı gerektiren yorucu bir dersten sonra hastaneye gittik. Kese biraz daha büyümüştü ve doktorumuzun gördüğü üzere içinde oynayan birşey vardı. "Şurası kalbi" dedi, daha doğrusu kalp taslağı. Sonra kalp atışlarını dinletti bize. Ben önce benim kalp atışlarım herhalde diye pek anlam veremedim. Minicik bir kalp, hatta kalp bile değil, sadece taslak nasıl bu kadar güçlü bir ses verebilirdi? Sordum. Bebeğinki dedi doktor inanamadım. Kocam bu arada transa geçmiş halde ekrana bakıyordu. Sonra renkli doppler görüntüsünde biraz daha anlaşılır şekilde gördük. Ve o andan sonra haberi yaymaya başladık. Anne ve babalar çok sevindi, ablamız hala, ağbimiz dayı olacağı için çok mutlu oldu. Arkadaşlarımız "ben zaten rüyamda görmüştüm, kahve falında çıkmıştı" dedi, hepsi de çok sevindi. Bense hala şaşkınım. O kalp atışlarını kendiminkiler sandığım için de biraz kızgınım kendime. Acemilik işte ne yaparsınız.

İşte böylece maceramıza başladık. Ben herşeyin belli bir zamanı olduğuna inandım her zaman. O an gelmeden önce ne kadar uğraşsanız, ne kadar isteseniz de olmayan işleriniz olmadı mı hiç? İşte bu da öyle birşey. Demek zamanı şimdiymiş.

Blogumda zaman zaman hamileliğimden de bahsedeceğim, umarım sıkılmazsınız. İleride bu yaşadıklarımı tekrar okumak, doğduktan ve büyüdükten sonra çocuğuma da okutmak, işte sen bu kadar istenen, sevilen bir bebektin demek istiyorum çünkü.

6 Mart 2009 Cuma

Nasıl yazsam acaba?

Nasıl yazacagima bir turlu karar veremedim. Aklimda birkaç şey var aslında ama aralarından hangisini kullansam yazının başında bir türlü seçemedim.

Acaba diyet haberlerime bir sure ara vermek zorundayim, çünkü artık kilo veremiyorum mu desem?

Yoksa hayatım bundan sonra kesinlikle aynı olmayacak, herşey değişecek diye hafif edebi hafif gizemli bir başlangıç mı yapsam?

Ya da kocamın yaşgününü nasıl kutlasam diye kendimi paralarken aslında en çok istediği hediyeyi ona vermişim de haberim yokmuş mu desem?

Ne demek istediğimi anladınız sanıyorum. Bir süredir istiyorduk kocamla, nihayet zamanı gelmiş demek ki. Yandaki lilypie ticker'da görüldüğü üzere 1.5 aylık hamileyim. Bir yazı yazmıştım bir ara ne zaman anne olunur diye, işte onun cevaplarını artık bulabileceğim :)

4 Mart 2009 Çarşamba

Bir şarkı hikayesi

Uzun zamandır zevkle dinlediğim bir şarkı var. Sevgili Yap Ye Gez Yaz sağolsun, blogundaki şarkı bahsettiğim. Yüksek Sadakat'ten "Aşk Durdukça". Önceleri blogunu okurken dinlemek hoşuma gitmişti, sonraları yazıyı daha önce okumama rağmen sırf şarkıyı bir daha dinlemek için tekrar tekrar girdim bloguna. Her seferinde de ya kaldırmışsa, yerine başka bir şarkı koymuşsa diye korktum, aynen durduğunu görünce sevindim. Ona huzur veren şarkı bana da verdi, kendimi zaman zaman nakarat kısmını mırıldanırken buldum ve nihayet bugün gidip "Katil & Maktül" albümlerini aldım. Umarım diğer şarkılarını da zevkle dinleyeceğim. Sevgili Özlem, tekrar teşekkür ederim sana. :)

Bugünden pek umutlu değilim

Başlıkta dediğim gibi, bugünden pek umutlu değilim. Sabahtan fakülte dışındaki bir işimi halletmeye gideceğim ve bu yüzden dönüşüm geç olacak. Tecrübelerime göre fakülteye ne kadar erken gidilirse o kadar verimli bir gün oluyor. 10 gibi veya öğleye doğru gidildiğinde o günden bir hayır beklememek gerekiyor. Zaten dikkat dağıtıcı herşey var normal bir günün içinde. Beni işimden en çok alıkoyanlar işte bunlar:
1) İnternet-outlook'un e-posta geldi uyarısı. Haydi internete şu kadar süre bakmayacağım dedim ve bakmadım diyelim. O e-posta geldi sesine karşı koyamıyorum, mutlaka ne gelmiş diye bakıyorum. Spam mail olduğunu görünce de sinir oluyorum.
2) Odada çalan telefon. En mutlu olduğum zamanlar telefonumuzun bozuk olduğu zamanlardı. Kimse arayamıyordu, biz de dışarıyı arayamıyorduk ama keşke yine bozulsa diyorum zaman zaman.
3) Gelen gidenler. Sadece öğrenciler olsa iyi, onların işini hemen halledebiliyorsunuz ama bahsettiğim ziyaret amacıyla gelen eş dost. Sağolsunlar, her zaman beklerim, başımın üstünde yerleri var ama insanın aklı işte kaldığı zaman misafir ağırlaması pek iyi olmuyor. Ve oda arkadaşımla ben ne zaman bir çalışma planı yapsak, yaptığımız plan aynen kalıyor. Bir gün hiç unutmam, sabah erken gelip toparlanıp laboratuara gidip şu, bu çalışmayı aradan çıkaralım demiştik. Sen misin diyen. O günkü gelen gidenin haddi hesabı yoktu. Hepsi de sevdiğimiz arkadaşlarımızdı, çaresiz oturduk kaldık biz de. İlk misafirimiz giderken birbirimize "haydi lab.a gidelim bir an önce" diye bakarken o arkadaşımız odadan çıkmak için kapıyı açtığında, kapıyı çalmak üzere olan bir başkasını bulduk kapının önünde. Onunla da oturduk, sohbet, çay vs derken bir başkası geldi, inanamadık. Böyle böyle o gün de bitti gitti. Böyle zamanlarda sevgili GeCe'nin bir yorumunda dediği gibi kapıyı kilitlesek mi diye düşünmüyoruz desem yalan olur (kusura bakmayın arkadaşlar sizi seviyoruz ama işleri halledip öyle görüşsek? :) ).

Bizim tipik memur gibi bir işimiz yok. Masabaşında oturup yayın taraması, makale yazımı vs de yapıyoruz tabii ki ama aslında çoğunlukla olmamız gereken yer laboratuar, yaptığımız her çalışma da ilerlememiz için bir basamak. Oraya girmememiz için de her türlü engelleyici karşımıza çıkıyor. Zaten şevkin kırılması gibi büyük bir engelleyiciye sahibiz. Türlü nedenler insanın şevkini kırabiliyor. Örneğin gereksiz angaryalar, fakültede çoğu işin belli bazı asistanların üzerine yıkılması, geri kalanların gayet güzel şekilde kendi işleriyle uğraşmaları ve bu sayede yükselmeleri, sizinse hala aynı yerde kalakalmanız. Kırılan şevki tamir edip haydi çalışalım dediğinizde ise mutlaka başka birşey çıkıyor. Emin olun yarın için bir çalışma programı yapalım, yarın da bu anlattığımdan farklı geçmez. O yüzden dün benim için çok güzel bir gündü. Lab.da değildim ama olsun, pek çok iş hallettim. Hatta o kadar mutluydum ki akşam 7'de çıktım.

Fakültenin en güzel zamanı hep öğrenci olmadığı zamandır derim (yanlış anlaşılmasın, öğrencilerle ilgilenmek, birşeyler öğretmeye çalışmak güzel bir şey, tabii anlattığınızı ısrarla almak istemediklerini görmek de bir o kadar kötü) ama aslında en güzel zamanı akşamları veya haftasonları çok az kişinin kaldığı zaman. Sadece eve giderken ışığı görüp hala burada mısın diye uğrayanlar olur, o da uzun sürmez zaten.

Dediğim gibi, bugüne 1-0 yenik başlayacağım.

3 Mart 2009 Salı

Bugün pek bir...

Bugün pek bir değişiğim. Enerjik değilim aslında, hatta biraz da uykum var gibi (sanıyorum havanın etkisi) ama bayağı iş hallettim, kendimle gurur duyuyorum. Önce sabah erken gelerek ve bu sefer anahtarlarımı evde unutmayarak hocanın dersinin hazırlığını yaptım. Sonra kendi gireceğim dersi tekrar gözden geçirdim. Gece notları hazırlamış, power point haline getirmiştim. Ders saatine kadar laboratuvar defterlerimi okudum.11'de dersime girdim, öğrencilerin isteğiyle blok yaparak 1.5 saat kadar durmadan konuşarak ayakta durdum. Su almayı unuttuğum için ağzım dilim kurudu. Sonra perşembe günü anlatacağım laboratuar dersinin notlarını düzenledim, bilgisayara geçirerek derli toplu hale getirdim. Onu da bitirince başka ne yapsam diye etrafta dolanmaya başladım. Doçentlikte işime yarayacak notlar çıkarmak için ne zamandır masamda duran kitaplardan birini okumaya başladım. Bilimsel açıdan pek bir hamaratım bugün, beklesem geçer mi acaba :)

Galiba bu günün sonu erkenden sızıp kalmak olacak.

2 Mart 2009 Pazartesi

Günün sözü

Hani bir laf vardır, darda kaldığımızda, herşey bitti diye düşündüğümüzde yakınımızda biri söyler de içimize biraz olsun su serpilir: "Allah bir kapıyı kaparken bir diğerini açarmış" der bir arkadaşımız, eşimiz dostumuz. Ama bazen de o açılan diğer kapıyı bir türlü göremeyiz nedense. İşte bunun nedeni aşağıdaki günün sözünde saklı. Çok hoşuma gittiği için sizlerle paylaşayım istedim. Orijinal haliyle yazıyorum, isteyenler için altına çevirisini yazacağım.

"When one door of happiness closes, another opens; but often we look so long at the closed door that we do not see the one which has been opened for us"


Meali: Bir mutluluk kapısı kapandığında bir diğeri açılır; fakat bazen kapanan kapının ardından o kadar uzun süre bakarız ki, bizim için açılmış olan kapıyı göremeyiz.

Gözlerimizi açık tutalım :)

1 Mart 2009 Pazar

Sudan konulara devam

Dünkü yazıma güzel tepkiler geldi. Gerçi içinden manyak mıdır diyenler de olmuştur, sağlık olsun. Kocam bile yazımı okuduktan sonra "senin başka işin günü yok mu yazdığın şeye bak" şeklinde suratıma baktı. Umarım bu bakış anladığım şeyi ifade ediyordur. "Bu manyakla neden evlendim" bakışı değildir. :)

Manyak olmadığımı ispatlamak için yine kişisel bir gözlemimden bahsedip bir de bilimsel gerçek sıkıştıracağım ki araya biraz daha aklı selim bir insan gibi görüneyim.

Bilirsiniz her hafta Eskişehir-Ankara arasında mekik dokuyorum ben. Umudu hızlı tren olan insanlardan biriyim yani. Haftada en az 6 saatini şehirlerarası otobüslerde geçiren biri olarak dünkü konuyla ilgili bir gözlemimden haberdar etmek istiyorum sizi. (Kocacığım gerçekten manyak değilim, bak yazının sonuna doğru ne güzel bilimsel bir gerçeğe bağlayacağım).

Yollarda otobüs şirketine göre değişen çeşitlilikte ikramlar vardır, çay-kahve ise her şirketin vazgeçilmezidir. Şimdi bana cevap verin bakalım, siz ne içersiniz? Meyve suyu diyenler lütfen elini kaldırmasın, hedefim çay ve kahve içen kitle. Ben çay içmeyi tercih ederim. Kahveye bayılırım o ayrı ama otobüslerde içmem çünkü kahve içince çok çabuk çişim gelir. Yazının selameti için daha farklı bir terim mi bulsam çiş yerine, mesela, hafıza kartım dolar mı desem? Amannnn, çiş işte ben mi buldum bu kelimeyi, bildiğiniz çiş. (Biraz manyaklık var galiba cidden.) Neyse, siz de bir gözleyin kendinizi. Hangisini içtikten sonra daha kısa sürede tuvalete gitme ihtiyacı duyuyorsunuz? Herkesin metabolizması, sindirim sisteminin çalışması değişir tabii ama genel gerçek kahve içildikten sonra çişin çok daha çabuk gelmesidir.

Şimdi çay ve kahve içinde ne var ona bakalım: hepimizin bildiği kafein denen madde (bir alkaloit türevi). Çaydaki adı ise tein. Zamanında bu iki maddenin farklı maddeler olduğu sanılıyormuş. Yapıları aydınlatılınca aynı madde oldukları anlaşılmış. Sadece isimlendirme farkı var anlayacağınız. Kahveden elde edilirse kafein, çaydan elde edilirse tein, mate bitkisinden elde edilirse matein gibi. İşte bu maddenin etkilerinden biri diürez oluşturması, yani idrar söktürmesi (çişin gelmesi). Peki o zaman aynı maddeler neden farklı etki sürelerine sahip? Aynı kişide aynı sürede etki göstermeleri gerekmez mi? İşte burada devreye bitkilerde bulunan diğer bileşikler giriyor. Kahvedeki kafein daha çok serbest halde. Nescafe olarak granül haline getirilmiş kahveyi içiyoruz zaten, çözünmesi zaten daha kolay. Bir de kafein serbest olduğu için hemen mide-bağırsak sisteminden geçip kan dolaşımına giriyor ondan sonra başlıyorsunuz tuvalet aramaya.

Çayda ise durum farklı. Çay bitkisinde tanen dediğimiz maddeler var. Büzücü etki gösteren bir maddedir tanen, özellikle ishal olunduğunda bağırsakların büzülmesi için kullanılır. Mesela ben sıcak kola içilmesini tavsiye ederim böyle bir durumda, annem ise bir kaşık kahvenin üzerine limon sıkılarak yenmesini. Yani aslında kahve bitkisinde de var ama içtiğimiz hazır kahvelerde pek yok. İşte çayda bulunan tein maddesi tanen dediğimiz bu maddelere bağlı halde bulunur. Siz çay içtikten sonra önce tanenden ayrılacak ki etki göstermek için serbest olacak. Artık sizin metabolizmanız bunu ne kadar sürede hallederse. Benimki 3 saatlik yolculuğun sonunda fakülteye ulaşana kadar süre tanıyor bana.

Şimdi siz kendinizi yoklayın bakalım, hangisini içtikten sonra çişiniz daha çabuk geliyor?

:)