16 Temmuz 2009 Perşembe

Beni sormuşlar

Deniz ve Mehtap beni sormuş geçenlerde, neredeymişim? Geliyorum yanınıza dedim az kaldı. Zaten ben de özledim sizi, bunaldım buralarda. Bayıltıcı sıcaklardan sonra hava iyice bozdu, soğudu. Hatta şu anda yağmur yağıyor, gelip yanınıza biraz ısınacağım dedim. Yağmurun tadı da ayrı ama sizinki apayrı dedim. Sevindiler.

Yarından itibaren bir süreliğine yokum. Çalışmak zorunda olanlara iyi çalışmalar, tatile çıkacak olanlara iyi tatiller diliyorum. Gidip biraz dinleneyim, annemlerle hasret gidereyim, bahçeden biber, domates koparayım, kendimi kumsala atıp güneşe bırakayım, bir yandan da sahilden geçen midye dolmacıyı kaçırmamaya çalışayım, denize girip yüzeyim, denizkestanelerinden kaçmaya çalışayım, salıncağa yayılıp götürdüğüm kitapları bitireyim, arada biraz da ders çalışayım. Kısacası bomba gibi döneyim ve lütfen döndüğümde yukarıdaki tadilat bitmiş olsun :)

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Bu nasıl tadilat


3 kat üstümüzdeki komşumuz evinde tadilat yaptırıyor. Yaklaşık 3 hafta önce (4 de olabilir) apartman girişine tadilat nedeniyle oluşacak gürültü nedeniyle özür dilediklerini ve anlayış göstermemizi beklediklerini belirten bir yazı asmışlardı. Ne kibar insanlar, bravo demiştim ama bu fikrim yavaş yavaş değişmeye başladı. Anam bir tadilat bu kadar mı uzun sürer? En fazla ne yapılabilir ki? Mutfak dolaplarını değiştirsin, banyoyu elden geçirirsin, haydi bilemedin antre ve koridordaki yer karolarını değiştirirsin. Ama bunlarda bitmeyen bir tadilat, sürekli orayı burayı kırdıklarını gösteren balyoz sesleri, buna eşlik eden matkap vızıltıları. Ne yaptıklarını anlayamadım. Yeni ev yapıyor olsalar çoktan temel atılıp 2 kat çıkılmıştı bu sürede. Sadece haftasonu buradayken tahammül daha kolay oluyordu tabii ama sabah 9'dan akşam 7'ye (bazen 8'e kadar) sürekli tepede çalışırlarsa insanda tahammül kalmıyor. Cidden ne yaptıklarını çok merak ediyorum, kapıyı açık bulsam dalacağım içeriye. Kesin 1-2 odanın arasındaki duvarı falan kırdılar, yoksa bu kadar uzun sürmez. Bari pazar günü izin verin değil mi, ama yooooo, sabahın köründe aynen devam. Eskaza bitişik dairelerinde falan olsaydık ne olurdu hiç düşünemiyorum bile. Herhalde evi terkedip bir süreliğine annemlere yerleşirdik. Küçük çocuğu, hastası olanlara acıyorum, onlar için daha kötü olmalı. Adamlar gün başına para alıyor herhalde, işi uzattıkça uzatıyorlar. Bu durumda kapıdaki özür yazısının bir anlamı kalmıyor. Hatta o yazının altına "daha ne kadar sürecek bu işkence" falan yazmayı düşünüyorum.

Bir de sanki beni takip ediyorlar. Mutfaktaysam oradalar, sıcaktan bunalıp tansiyonum düşer gibi hafif içim geçip biraz kestirmek istediğimde yatak odasındalar, haydi burası olmadı oturma odasına kaçayım dediğimde oradalar. Pes.

Yakında gelirler. Şu sessizliğin, kapının önünden taze gevrekler diye geçen simitçinin, ötüşen kuşların tadını çıkarmaya çalışayım.

12 Temmuz 2009 Pazar

Yine twilight


Geçenlerde bahsettiğim filmin kitabını da bitirdim (neslihan'a teşekkürler). Filmler genelde kitapları tam olarak yansıtmaz (yansıtamaz) ya, bu film de bir istisna değilmiş onu gördüm. Kocamın içini bayan yavaşlıktaki filmin kitabı feci sürükleyiciydi, ya da kadın olduğum ve farklı düşüncelerim, hislerim olduğu için ben sürüklendim bilmiyorum. Kitaptaki bazı detaylara filmde yer verilmemişti, senarist, yönetmen ne yapsın, ancak bu kadar oluyor, onlar da haklı. Her detay verilse saatler, günler sürerdi film.

Böylece genç kızların neden Edward diye kendilerini yırtığını da daha iyi anlamış oldum. Muhtemelen kitabı da okumuşlar, hatta filme daha sonra gitmişlerdir. Kitapta okudukları Edward ile beyazperdedeki Robert'ı birleştirince de "Edwaarrrrdddd, bizi de sev, bizi de ısır".
Bir vampir ve insan arasındaki aşkı anlatan filmleri-dizileri daha önce de gördük. Buffy Vampire Slayer dizisini hiç kaçırmadan seyrettim mesela. Oradaki ruhu olan vampir Angel (David Boreanaz) ve Buffy (Sarah Michelle Gellar) arasındaki aşk dillere destandı. Angel yani eski adıyla Angelus bir çingene kavmi tarafından lanetlenip ruhuna kavuşturuluyordu, o yüzden de insan öldüremiyor, eskaza öldürürse o kişinin çektiği tüm acıları hissediyor, ruhu azap çekiyordu. O yüzden Buffy'nin koruyucu meleği olarak kötü vampirlerle ve kötü her türlü yaratıkla savaşıyordu. Buffy ile aralarındaki aşk çok güçlüydü, vampir kötüdür, insanı ham yapar, vampirleri öldürmeliyim ikilemleri arasında başlayan ve fiziksel temasa izin vermeyen bir aşktı. Çünkü lanete göre Angel eğer hayatında büyük bir mutluluk yaşarsa yine ruhunu kaybedip kötü bir vampir olacaktı, nitekim de oldu. Gerisi uzun hikaye.
Angel 2. sezondan sonra kendi dizisine başlayınca (ki o diziyi de seyrettim) Buffy için başka bir vampir sevgili bulundu. Bu da önceden kötü bir vampir olan ama bazı bilim adamlarının kafasına taktığı çip yüzünden insanlara saldırdığında korkunç baş ağrıları çeken, o yüzden kötülere karşı savaşan korkunç ancak vampir olmadan önce de bir o kadar romantik olan bir şairdi. Buffy ile inişli çıkışlı bir ilişkileri oldu. Ama burada da aşk, vardı, tutku vardı.
Bu kitaptaki vampir-insan ilişkisi ise daha farklı bir şey gösteriyordu. Filmde fazla anlatılamayan ama kitapta tüm detayları verilen şey vampirin insana olan aşkı ve insana olan açlığı arasında kendini kontrol etmeye çalışması, insanın ise vampirden büyülenmesi ve kendisini kolaylıkla öldürebileceğini bile bile yakınında olmak istemesi, hatta onun yanında kendini güvende hissetmesi. Fazla detay vermeyeyim, ilgilenirseniz okuyun. Yani olay geçen filmden sonra yazdığım "vampirin ihtiyaç anında insanın yanında olması, koruması" kadar basit değilmiş.
Ben kitabı beğendim, hatta bugün serinin diğer iki kitabını almaya gidiyorum. Benim de kitaplara olan açlığımı dizginlemem, tatile çıkana kadar okumamam gerek ki gitmeden önceki işlerimi yapabileyim :)
Ve elbette serinin diğer filmleri de çıktığı zaman alınacak, hatta sinemada seyretmek için koca ikna edilmeye çalışılacak.
Filmleri ve kitapları almayı istememin bir nedeni daha var. Bu filmler ve kitaplar da kült mertebesine erişecek, bundan eminim. En azından gençler arasında. Yıllarca televizyonda gösterilecek, Harry Potter serisi gibi ilgi çekecek. Harry Potter'ın 6. filmi bu hafta vizyona giriyor mesela, filmi görmek için sabırsızlanıyorum. Ne diyordum, Harry Potter nasıl bir efsane olduysa bu seri de olacak. Ve ben bu serinin de efsane oluş aşamalarında bulunmak istiyorum. Sadece kendim için değil, çocuklarım için de. Şöyle birşey anlatayım size, daha açıklayıcı olacak bu şekilde. Clive Cussler'ın macera kitaplarını çok severim. Kendisiyle bir yaz tatilinde İzmir'de Gaziemir Migros'tan tesadüfen aldığım İnka Altını kitabıyla tanışmıştım. Dirk Pitt adında bir NUMA elemanının maceralarını anlatıyordu. Kitabı bir solukta okumuştum. Sonradan bu kitabın bir serisini olduğunu öğrenince çok sevinmiş, diğerlerini de almak istemiştim. Kitaplar uzun yıllar önce Altın Kitaplar tarafından basılmıştı ve artık piyasada yoktu. Yavaş yavaş tekrar basılıyordu. Bulabildiğim kitapları okudum, diğerlerini heyecanla beklemeye başladım. Bir arkadaşımın babasında eski serinin tümünün olduğunu öğrenince çok şaşırdım ve sevindim. Kitaplarına zarar vermeyeceğimi, el üstünde tutacağımı anlayınca ödünç alıp okumama izin vermişti arkadaşımın babası. vay canına demiştim, arkadaşıma ne mutlu ki evlerinde bu kitaplar var. Zaman içinde kitaplar raflardaki yerlerini aldılar ve ben de kendi serimi oluşturabildim.
İşte ileride çocuklarımın da benim gibi hissetmesini, bu kitaplar evimizde olduğu için mutlu olmasını, hatta arkadaşlarına hava atmasını istiyorum. Demeliler ki, "annemde Harry Potter serisinin tüm filmleri ve kitapları var, hatta kitapların bazıları ingilizce. Twilight serisi de var, ne kadar şanslıyım". Çünkü inanıyorum ki bu iki seri ileride de şimdiki kadar popüler olacak ve ben sadece kendim için değil, çocuklarım için de yatırım yapmış olacağım.

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Oh be, nihayet izindeyim


Geçen haftanın telaşı, koşyurmacası, üzüntüleri, sıcakta deli dana gibi ortalarda dolaşma, hepsi bitti, geçti gitti artık. Dün akşamdan beri resmen izinliyim. Kuşlar yazokulunda, ben evimdeyim. Çok sıcaklarda bunalıyor zavallılar o yüzden Eskişehir'e getirmeyi göze alamıyorum. Şeker'in 5. yılı bu, eczacılık 5 seneye çıktığı için bu mezun olabilecek. Çıtçıt ise 3. yılında, ön lisans diploması almaya hak kazandı. :)

Tatilde olmak güzel bir duygu. Yapacak iş getirdim gerçi yanımda. Yazılacak makaleler, düzeltilecek makaleler ve çalışılması gereken bir doçentlik sınavı var. Yine de tatil güzel şey.

Bu aralar buradayım ama bir süre sonra internet bağlantım kısıtlı olacak, blogları takip edeceğim ama herhalde yazamayacağım. Ara sıra az da olsa gelmeye çalışırım, sizleri de merak ediyorum çünkü.

Bana şimdilik müsaade. Evime alıcı gözle bakıp camları mı yoksa koltukları mı sileceğime karar vereyim. Domestik ruhum akademisyen kişiliğimden baskın çıkıyor gördüğünüz gibi, makaleler biraz bekleyebilir :)

10 Temmuz 2009 Cuma

Sağlık herşeyin başı

Sağlık gerçekten de herşeyin başı. 2 gündür hastaneye, özellikle Acil servisin yoğun bakım kısmına gidip geldiğim için bir kez daha idrak ettim bunu. Bende birşey yok, endişelenmeyin, daha önce bahsettiğim kazada yaralananlar için gidip geliyorum.

Arazi çalışmasına katılan 4 japon bilim adamının 2'si yaralanmış. Birinin kaburgasında çatlak var, diğerinin serçe parmağı ve bileğinde kırık. İlk gün gittiğimde çok şaşırmıştım. Umduğumdan daha kötüydüler, acı içinde oldukları belliydi, yüzleri yara bere, kolları morluk içindeydi. Kadın olanın her iki kolunu da bileğe kadar sarmışlar, yarım alçıya almışlardı ve ameliyat olması gerekiyordu. Ama yine de ikisi de gülüyordu. Olur böyle şeyler dediler, Türkler çok yardımsever, hiç kötü düşüncemiz yok dediler. Şaştım kaldım, başkası olsa ortalığı ayağa kaldırırdı ama onlar son derece sakin karşıladılar bu kazayı. Daha kötü bir şey olmadı ne güzel dediler. Galiba şoför uyuklamış. Hoca farkedip adama bağırınca biraz toparlamış da refüjü aşıp karşı yola girmemişler, ama buna rağmen şarampolde yan yatıp sürüklenmişler. Nasıl bir kabus olduğunu düşünmek bile istemiyorum. Verilmiş sadakaları varmış hepsinin.

Hastalarımız Acil Servisin yoğun bakımında yatıyordu, önceki gün birini, dün de diğerini çıkardık. Hem hocam hem de ben koşturduk. O sıcakta o evrağı al buraya götür, şunu al buraya götür derken hiç yüksünmedim. Bilmedikleri bir ülkede, tanımadıkları insanlar arasındaydılar, doktorların pek azı ingilizce konuşuyordu ve tanıdık tek yüz bendim. Tabii ki koşturacağım. Ben de onların ülkesinde bulundum, benim başıma bir kaza gelseydi aynı durumda ben olacaktım. O yüzden onları biraz rahatlatabilmek, acılarını hafifletebilmek için koşturup durdum. Sürekli teşekkür edip durdular, yüzlerinden gülümseme hiç eksik olmadı.

Acil'in durumu ise çok kötüydü. Bir kez daha Tıp Fakültesini kazanmadığım için sevindim. Yoğun Bakımda hep yaşlı hastalar vardı. İnleyenler, bilinçsiz yatanlar, makinelere bağlı nefes almaya çalışanlar. Yaz aylarında hep yaşlılar gelir dediler. Onlar kanıksamış tabii, aksi halde yaşayamazlar, çalışamazlar. Alt kattaki kısım ise acil müdahalelerin yapıldığı yerdi. Dün yine koştururken bir silahlı yaralanma vakasını getirmişler. Adamın birini 3 yerden vurmuşlar, doktorlar koşturup duruyordu, sedyenin etrafında bir sürü adam vardı. Ben tabii ki bakamadım. Herhalde düşer bayılırdım, beni de Japon konuğumuzun yanına yatırırlardı.

Yani demem o ki, herşeyin başı sağlık. Doktorların empati yapmamasından şikayet ederiz ya hep, sanki ilk karşılaştığı hasta, hatta tek karşılaştığı hasta biz olalım, bizim kadar üzülsün, endişelensin isteriz ya, işte öyle olmuyor. Acildeki koşuşturmaya, üst katta yatan yaşlı hastalara baktıkça için karardı, moralim bozuldu, ilaç kokusu eczacı olmama rağmen beni rahatsız etti, üstüme sinmişti sanki, burnumdan hiç gitmedi. Ya günde 8-10 saat orada olmak zorunda olan o doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar ve diğer personel ne yapsın.

İyi ki doktor olmamışım. Bana göre bir iş değilmiş. Umarım hastanelere hep doğumlar gibi mutlu olaylar için gideriz, kötü olanlar hepimizden uzak olsun.

8 Temmuz 2009 Çarşamba

Hayat herşeye rağmen güzel

Tatil yaklaşıyor. Bir aksilik olmazsa haftaya yıllık iznimi kullanmaya başlıyorum. İznimin başını ve sonunu evimde, ortasını ise annemlerin yazlığında geçireceğim. Deniz, kum, güneş, hafif esinti, yapraklar hafifçe hışırdarken salıncakta sallanarak tatlı tatlı gelen uykuya teslim olmak, "şu adreste lokma hayrı yapılmaktadır" anonsuyla herkesin kap kacağını kaparak o adrese doğru koşturması (hayır bu yıl lokma yenmeyecek, en fazla 1 tanesinin tadına bakılacak o kadar), etrafta dolaşan güzel köpekler (çoğunu utanmaz sahipleri bırakıp gitmiş, yazıktır günahtır ya), mangal kokusuna gelen sırnaşık kediler, bahçedeki cherry domatesleri dalından koparıp yemek, burnuma gelen yasemin kokusu, kısaca mükemmel bir dinlenme fırsatı. Anne ve babamı Nisan'dan beri görmüyoruz, biz onları özledik ama onlar bizi daha çok özlemişler. Minik kızları ve MacGyver oğulları olarak yine krallar-kraliçeler gibi ağırlanacağız.

Haberler, gazeteler içimi karartsa da güzel şeyler de var hayatta, daha da olacak :)

7 Temmuz 2009 Salı

Otobüs gözlemlerim

Bu otobüs yolculukları (şehir içi olanlar) beni bir garip yapıyor. Saçma sapan şeyler düşündürüyor nedense.

Bu sabah gelirken yan yana 4'lük koltuklarda yer vardı, en sondakine oturdum. Hemen yanıma dobik bir teyze bindi. Dobik kolları ve bacaklarıyla tabii ki kendisine ayrılan koltuğa sığamadı, benimkine ve diğer yanındaki kişiye doğru kaydı. Biraz kenara çekilirken karşımdaki koltuklarda da aynı durumu gördüm. Tam karşımda ince bir kız, yanında benim yanımdakinden dobik bir adam. Adam bir de erkeklerin bacaklarımı açayıp, yayılayım mantığıyla daha da bir yayılmış durumda. Zavallı kızcağız iyice köşeye sinmiş. O adam nereden baksan 90 kilo vardır, hatta 100 bile olabilir, yanımdaki kadın da en az 75. Ben de 70 kilo olduğum zamanlarda eminim koltuğumu dolduruyordum. Şehir içi kısa mesafelerde çok sorun olmasa da uzun yolculuklarda yanınızda kilolu birinin oturması kadar kötü birşey olamaz.

Önce ben de mi yanımdakileri böyle rahatsız ediyordum diye üzüldüm, sonra kilo vermiş olduğum için kendimi tebrik ettim. Kendime olan zararlarını düşünerek kilo vermek istemiştim ben, ama şu ana kadar başkalarını rahatsız ettiğimi hiç düşünmemiştim. Neyse, sonra karşımdaki adamı incelemeye başladım. Muhtemelen kilo verme gibi bir niyeti yoktur, eminim ki kolesterol ve kalp sorunu vardır (şeker de olabilir) doktora gittiyse kilo vermesi önerilmiştir ve başarısız bir diyetten sonra veremiyorum diye tamamen sermiştir.

İşin kötü yanı kendimizi korumuyor, sağlığımızı düşünmüyor olmamız. Sigarayı bırakmaya çalışırız ama kilo vermenin de bir o kadar gerekli olduğunu düşünmeyiz, mutlaka bir yaptırım olacak. Bendeki yaptırım diz ağrısı ve yürürken aynı esnada konuştuğumda nefes nefese kalmaktı. Neyse ki iş daha kötü raddeye gelmeden önlem alabildim. Ama almayan, almak istemeyen bir sürü insan var.

İşte burada otobüs gezisi saçma düşüncem devreye girdi. Acaba kişilerden yolculuklarda kiloya göre para mı alınsa? Uçak yolculuklarında excess baggage için para aldıkları gibi yani. Uçak yolculuklarında işe yarıyor, bavulumu belirtilen kilodan ağır olmayacak şekilde hazırlamaya çalışıyorum mesela. İşte bu şey biz insanlara da uygulansa, 60 kilonun üzerindeki kadınlar ve 80 kilonun üzerindeki erkekler daha fazla para ödese? Sadece şehirler arası değil, şehir içi yolculuklarda da bilet basım cihazına minik bir tartı ekleseler, karttan (ya da akbilden) ona göre para düşse. "Siz 65 kilosunuz, 2 lira ödeyeceksiniz", "60 kilo 500 gramsınız, 1.80 TL lütfen" dese makine. Alın size kilo vermek için motivasyon. Hatta herkes de kilonuzun ne olduğunu duysa. Bizi ancak cebimizden çıkan para ve utanç birşeylere yönlendirebilir çünkü. Sağlık, sıhhat hak getire.

Neyse, normalde benim de içinde olmam gereken bir ekip dün arazi çalışması sırasında kaza geçirdi. Önemli birşeyleri yok çok şükür ama yine de kaza kazadır işte. Yan yatıp biraz sürüklenen o midibüsün içinde ben de olacaktım ama başka bir işimin olması sebebiyle katılamamıştım. Hem onlar için üzüldüm, hem de verilmiş sadakam varmış diyerek utandım.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Vampirli mampirli filmler, diziler

Sinemalarda "Twilight" fenomeni var biliyorsunuz. Bizde pek olmasa da yurtdışında kızlar Edwardddd diye kendilerini yırtıyorlar. Aslında galiba bizde de oldukça iş yapmış ki gençlik dergilerinden biri twilight eki veriyor bu ay.

Vampirli filmleri pek seven biri olarak bu filme de gitmek istedim, ancak ilk gösterime girdiğinde bir türlü fırsat bulamadım. Film bu arada aldı yürüdü. Bir kitaptan uyarlandığını ve serinin 2. filminin çekilmekte olduğunu, 3.nün de yolda olduğunu okuyunca gitmem şart oldu. Kocamla 2-3 haftadır bir türlü gidemedik. En sonunda sana dvd'sini alayım dedi. Canım benim, herhalde DVD'nin ancak 3-4 ay sonra çıkacağını sanıyordu, ikinci gösterim olunca çoktan piyasaya düşmüş bile.

Ara sıra seyretmediğimiz filmleri alsak da genelde seyrettiğimiz filmlerin DVD'lerini alıyoruz. Bu yüzden ilk çıktığı fiyattan almayıp bir az düşmesini bekliyoruz. Bunu ise ilk fiyatından aldım. Sinemaya git, adam başı 8-9 TL ver, bir de mısır-su vs alınca oldu mu sana bir DVD fiyatı. Aldım getirdim haftasonu seyredelim diye.

Dün filmi seyrettik. Kocam filmi biraz sıkıcı ve yavaş buldu. Sürekli bir aksiyon olmasını bekledi. Herhalde filmin sonunda biraz gördüğümüz aksiyon kendini 2. filmde iyice belli edecek (fragmanına göre en azından).

Filmi bir yanda da Edward Cullen fenomeni açısından inceledik. Namı diğer Harry Potter serisindeki Cedric Diggory. Harry Potter serisindeki talihsiz ölümünün intikamını vampir olarak dönerek ve kendi serisinin yıldızı olarak alıyor sanıyorum. Harry Potter serisi bittiğinde o hala Twilight serisinin filmlerini çekiyor olacak, eminim bıyık altından gülüyordur.

Galalarda, törenlerde kızların kendilerini Edward, Robert diye yırttıklarını görüyordum. Tamam çocuk fena değil, saçları çok hoş görünüyor en azından ama en azından filmde gördüğüm Edward kızların kendisini yırtmasını gerektiren bir tip değil, soluk benizli, hasta gibi görünen bir tip. Kocam hemen kendisinin daha yakışıklı olduğunu söyledi zaten (tamamen katılıyorum bu arada). Ama o kızların neden kendilerini parçaladıklarını da anlıyorum. Kızlar Robert için deli divanae olmuyorlar, Edward'ın Bella'ya duyduğu aşk onları kendinden geçiren. Edward'ın ne her ihtiyacı olduğunda Bella'nın yanında olması, onu korumak için herşeyi göze alması, uyurken saatlerce onu seyretmesi gibi romantik şeyler kızları bu hale getiren. Edward diye bağırırken aslında "bizi de Bella gibi sev" diye bağırıyorlar. Sanıyorum bu fenomen daha uzun süre devam edecek.

Bu romantik ilişkinin bir örneği çok eski bir dizideydi hatırlarsınız. Yaşı müsait olanlar Aslan Adan Vincent'ı hatırlar sanıyorum. Sevgilisinin tehlikede olduğunu hisseden ve sürekli yardımına koşan bir adam-aslan karışımı varlık. Sevgilisinin kendisini kurtaracağından her zaman emin olan ve sürekli başı belaya giren bir kadın (kurtarıyor nasılsa, haydi maceraya).

Bu da ondan işte, ne kadar feminist olsak da içimizden bir parça hep kurtarılmayı bekliyor nedense.

Bu arada Vincent rolündeki Ron Pearlman'in Hellboy serisindeki Kırmızı yaratık olduğunu da belirteyim eğer bilmeyenler varsa. Adamcağıza kendi olabileceği bir rol verilmiyor nedense :)


1 Temmuz 2009 Çarşamba

Aman Tanrım Ben Ne Zaman 134 Kg Oldum?

Bu sabah diyetisyen randevuma gidecektim, evde de bir tartılayım dedim. Tartıda gördüğüm rakam aynen bu: 134. İyi de ben kendimi iyice hafiflemiş hissederken bu da ne böyle? Sabah uyku sersemi önce panik oldum, sonra da yandaki lbs harflerini görünce içim rahatladı. Meğer dün gece tartının pilini değiştirirken elim yanlışlıkla lbs-kg ayarına takılmış, kg'dan lbs'ye çevirmişim tartıyı. Hemen kg'a getirdim ve gördüğüm rakam 60.8 kg. Nasıl rahatladım anlatamam.

Diyetisyen randevumda bu rakam 61.3 kg idi. Kot var üstümde, o kadar olacak tabii. Diyetisyenimin, sonra da benim iznim nedeniyle Ağustos ortasına kadar görüşmeyeceğiz, ben de programa aynen devam edeceğim, dikkat edeceğim, canım tatilde birşey çekerse yiyecek ama abartmayacağım, diğer öğünlerimle ayarlayacağım. 2 hafta önceki 62.9 kg'dan 61.3 kg'a düşüş ve bunun 1 kg'ının yağ olması ikimizi de çok sevindirdi. "Başladığınızdan beri 9.5 kg verdiniz" dedi Banu Hanım. 21-22 Ağustos'ta 1 yıl olacak diyete başlayalı. Uzun zaman içinde verdiğimden geri geleceklerini sanmıyorum. Üstelik yağdan verdiğim için çok daha ince görünüyorum. Harikayım.

Bu bir senede anladım ki kilo vermek isteyen kişiye hiçbir bahane engel olamaz. Sadece biraz sabır ve irade lazım. Sonra gerisi geliyor zaten, aşırı yağlı şeyler yiyememeye, yerseniz de ucundan tatmaya çalışıyorsunuz. Geçen hafta sempozyum sırasında öğle yemeklerinde bana uyan şeyleri yedim hep. Salata, meyve, sebze veya et yemeği aldım, yanında verdikleri makarnayı, pilavı, böreği, tatlıyı almadım. Balkava verdiklerinde arkadaşımın tatlısının ucundan bir parça alıp tadına baktım sadece. Az yedim ama doydum. Demek oluyormuş vay canına dedim. Akşamki kokteyllerin sadece bir tanesine katıldım. Onda da çok az birşey yedim, ana yemeklere geçildiğinde döner-pilavı vs. boş verip eve gittim. Birazcık daha fazla su içebilseydim çok daha iyi bir sonuç olacaktı ama buna da şükür tabii.

Ukalalık olarak algılamayın ama artık kilolu insanlara acıyarak bakıyorum. Hormonal bir bozukluğunuz yoksa kilo vermek o kadar da zor değil. Fazla kiloları taşıyarak eklemlerinize, kalbinize aşırı yük bindirmeye ne gerek var? Ben de öyleydim biliyorum. Dobik kollarım, tabaklaşmış suratım, içine giremediğim kotlarımla 70 kiloydum geçen sene bu zamanlar. Ama şimdi yüzüm inceldi, çenem iyice ortaya çıktı, kollarım inceldi, kotlarıma sırayla girmeye başladım ve en güzeli de dün akşam uzun zamandır hayallerimi süsleyen eski bir kotuma girebildim. Söz konusu kotun belini önceden iyice daralttırdığım için kesinlikle içine giremiyordum. Diyete başlamadan önce bacaklarımdan yukarıya çekememiştim diyeyim, durumun vehametini siz anlayın. Hamileliğimden önce içine giriyor ancak önünü kapatamıyordum. Hatta kapatayım derken 2 kez fermuarını bozmuştum. Şu anda düğmesi de kapanıyor, fermuarı da. Bel kısmı hafif dar tabii (önceden daralttırdım demiştim ya) ama 1-2 hafta içinde o da ferahlayacak umarım.

Öyle mutluyum ki, beni yaklaşık 1 senedir görmeyen akrabalarımın şaşkınlığını görmek için sabırsızlanıyorum :)