31 Aralık 2009 Perşembe

Muhasebe 101


Yılın son günü muhasebe yapalım bakalım 2009 nasıl geçmiş, neler olmuş.

Her yıl alınan ama tutulmayan kararlar vardır ya, ben bu yıl unutkanlığımla başa çıkmayı hedeflemiştim. Hatta kendime çantamda taşıyacağım boyda bir ajanda alarak daha düzenli bir insan olmaya karar vermiştim. Uydum, uyamadım ama ajandanın faydasını gördüm. Bu yıl için aldığım ajandamı ise Ankara'da unuttuğumu farkedince hedefime fazla ulaşamadığımı anladım. Neyse.

2009 benim için güzel başlamıştı ancak böyle devam etmedi. Şubat ayında hamile olduğumu öğrendim. Kocamla mutlu mesut dolanmaya başladık etrafta. Ama Nisan ayında kaybettik bebeğimizi. Daha da bir sürü olumsuzluk oldu bu yıl içinde. Oysa ne umutlarla başlamıştık 2009'a, hem iş hem aile açısından çok güzel geçeceğine inandırmıştık kendimizi. İlk zamanlarda ağzımıza çaldığı bir parmak balla kandırdı bizi, acısını sonradan çıkardı.

Herşeyde bir hayır vardır dedik ve tüm olumsuzluklara katlandık, olsun, daha güzel günler gelecek dedik. Yaz sonunda çok yakın bir arkadaşım çok büyük rahatsızlıklar geçirdi. Bu da olunca 2009'dan iyice nefret ettim. Çok şükür toparladı artık arkadaşım.

Daha bir sürü tatsızlık, üzüntü yaşadık. Yine de yüzümden gülümsememi eksik etmemeye çalışıyorum, sorunlar hakkında fazla düşünmemeye çalışıyorum. Sanmayın ki gamsızım. Tamam biraz öyleyim, ne kadar sorunum olsa da gece yatınca fosur fosur uyuyabiliyorum ama bunun nedeni daha önce de pek çok kez yazdığım gibi şu düşünceye inanıyor olmam: Üzüntü üzüntüyü çeker.

2010'un daha güzel geçeceğine inanıyorum. Bu tombik yıl güzellikler getirmeli hepimize, ülkemize. Sürekli kötü haberler almaktan, gazeteyi açtığımda kötü haberler görmekten bıktım artık. İlaçlar markette satılacak, o bunu kesti, şu bunu vurdu, yeter artık, bu haberleri görmek istemiyorum. Herşey güllük gülistanlık olsun, ortada sorun falan kalmasın, insanlarda gelecek korkusu olmasın, öğrencilerimize mezun olduklarında marketlerde çalışmak zorunda kalmayacakları umudunu verelim istiyorum.

2010'dan çok şey bekliyorum, o da bu sorumluluğunun farkında olsun, çok çalışsın, iyi şeyler yaşatsın bize.

Hepinize mutlu, sağlıklı ve huzurlu bir yıl dilerim...

28 Aralık 2009 Pazartesi

Zohan

Geçen akşam Digitürk'te "You Don't Mess with Zohan" filmini seyrettik. Allahım o ne kötü filmdi öyle. Sinemada gitmediğimize şükrettim resmen. Film kötü mötü ama Adam Sandler var diye seyrediyoruz ve seyretmeyi bırak, bırakamıyoruz filmi. Acı çekmekten mi hoşlanıyoruz, film mi büyülüyor anlamadım ki. Korkunçtu ama. Gişesi nasıldı acaba, merak ettim şimdi.
Kocamla birlikte Disco Disco Good Good diye dolanıyoruz ortalıkta hala. Allahım aklımıza mukayyet ol :)

27 Aralık 2009 Pazar

Ondan bundan

Fakültedeki parti +yılbaşı çekiliş bitti. Elimdeki toplam 5 numaradan sadece birisine içi dandik eşantiyonlarla dolu bir hediye paketi çıktı. LCD TV ve netbook başkalarına gitti. Demek o geceki şans cidden kocamın şansıymış, benim değil. Zaten ne kazandığımı söylediğimde "herşeyi benim mi yapmam gerekiyor ehehehe" dedi.

Ertesi gün bana aslında flash bellek çıktığını, yanlış hediyenin verildiğini söylediler. Eve gidip tekrar toplayıp geri getirmem gerekiyor o dandik paketi. Üşendim valla, diğer kişi benim flash belleği kabul etse de hiç uğraşmasam keşke. Neyse.

2009'un sonundan umutlanmıştım ama beklediğim güzel haber gelmiyor bir türlü. Ama yine de umudumu kaybetmiyorum ben, 2010 çok güzel bir yıl olacak (gelen gideni aratmayacak, aratmamalı).

Bu haftasonu 1-2 hediye getirip ağacımızın altına koydum. 1-2 tane çünkü biliyorum ki kocam hepsini açmak isteyecek. Ben de açmasına izin verdiğim ıvır zıvırı getirdim sadece. Gerisi yılbaşı gününe.

FarmVille manyaklığım tam gaz devam ediyor. 38. level oldum, 39.'a doğru ilerliyorum.

Cuma günü yine projenin avans kapatma davası nedeniyle ömrümden ömür gitti. Neden hep böyle oluyor, benim yüzümden mi, çok mu gevşeğim diye kendimi sorguladım ve sorunun ben de olmadığına karar verdim. Para aktarmak ve evrakları teslim etmek için sürekli proje yürütücüsü olan hocamın peşinde koşuyorum. O yüzden de işler yavaş ilerliyor. Yoksa ben gayet iyiyim. Bu işle ilgilenirken bir de sınav notlarını toparla, sisteme gir, ortalama al, proje materyalleriyle ilgilen gibi bir sürü işle de uğraşıyorum, atom karınca gibiyim daha ne yapayım.

Cuma gunu yine business class ile geldim. Bileti geç alınca halkın arasinda yer kalmamıştı. Bir de şu var, ilk 50 bileti %50 indirimli satıyorlar, sonrakiler normal fiyat. Ekonomi sınıfında 16'ya alacağım bilet 10 liraya düşünce pek bir seviniyorum, hemen alıyorum. 16 liradan alacaksam bari üstüne 8 lira daha koyayım da business class'la gideyim biraz daha rahat olsun, yiyecek de veriyorlar, film seçeneği daha çok ve internet de var diyorum. O yüzden bazı zamanlar dönüşüm değil ama gidişim muhteşem oluyor (dönüş yine 10 liralik biletle halk arasında :) ). Bu hafta haydi şu internete bakayım dedim ama yine yoktu. En sonunda hosteslerden birine sordum. Kız bana "burada internet yok" dedi. Ama dedim daha önce vardı. "Hayır" dedi kız yine "eski trenlerde vardı, burada hiç olmadı". Demek internet var diye kendimi kandırmışım ben, boşa sitem etmişim TCDD'ye. Ama olur mu ya, sen business class hazırla, millet elinde bilgisayarlarıyla gelsin ve sadece fiş takacak bir priz bulsun, internet bulamasın olacak iş mi. Oluyor ama. Ne bileyim, anamın karnından internetle doğmadım, 1.5-2 saatlik yolda bakmasam incilerim dökülmez ama business class'ta olması gerekiyor gibi geliyor bana. Bunun ilerisi de var ne de olsa, İstanbul hattı tamamlandığında iş adamlarını çekmek istiyorlarsa koymaları lazım.

Yılbaşından hemen sonra finaller basliyor. Yine sınava gir, kağıt oku, not ilan et, içim sıkıldı şimdiden. Ama 2010 çok güzel olacak. Güzelliklerle gelecek. İlkay bana amigurumi yapacak biliyorum :)

Neyse, şimdilik haberler bunlar.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Alışveriş merkezlerinde yılbaşı

Her yer ışıl ışıl bu aralar. Alışveriş merkezleri her yıl ışıldayan yılbaşı temasına bürünürler bilirsiniz. Bu yıl Ankamall'ün teması hoşuma gitti benim. Aslında daha önce yazacaktım bunu. Dışarıda devasa yılbaşı ağacını hazırladıklarını görmüş ve yazayım demiştim ama bir türlü elim gitmemişti. İşte şimdi yazıyorum, bu sefer fotoğraflarım da var ayrıca.

Ankamall'ün bu yılki teması "Recycle". Her yıl kararlar alıyoruz, kendimizi şöyle böyle yenileyelim diyoruz ya, herhalde bundan esinlenmişler. Dışarıdaki devasa çam ağacı eski gazete balyalarından oluşan bir çam şeklinde. Ne yalan söyleyeyim gayet de güzel bir çam olmuş. Ben beğendim. Yılbaşı çamları hep yeşil plastikten olacak değil ya, biraz da böyle olsun.

Sabah gazete haberleri okurlarken televizyonda orman koruma memurlarının çam kesilmesine karşı alarmda olduğundan bahsetmişlerdi. Evde yılbaşı çamı olmasını, o çamı süslemeyi seviyorum ama canlı bir ağaç kesip evime koyacak kadar değil. Yazık günah ağaçlara, yılbaşı bitince kuruyup gidecek, dökülecek yaprakları. Bırakın doğal yerlerinde kalsınlar, siz de evinize plastik olanlardan alın.

Geçen sene bizim çamın fotoğraflarını koymuştum bloguma. Bu sene koymuyorum çünkü hiç değişiklik yok, kaldırmadık çamı, hala aynı yerde duruyor. Daha önce kaldırmıştık, geçen sene haydi çamı kuralım süsleyelim diyip sonrasında da sızıp kalınca tüm işler kocama kalmıştı. Bu sefer eşeği sağlam kazığa bağladı ve hiç kaldırmadık çamı. O yüzden bu aralar ışıklarını yakarak yeni yıl ruhunu yakalamaya çalışıyoruz. 2009 bir an önce gitsin yeter ki :)
Aşağıdaki 2 resim Ankamall'ün içindeki süslemelerden. Sevdim ben bu beyaz yılbaşını.



22 Aralık 2009 Salı

20. yıl kutlamamız

Nihayet aranıza dönebildim. Bu haftasonu 89. girişliler olarak fakülteye girişimizin 20. yılını kutladık. Neden mezuniyet değil de giriş yılı? Lisede mezuniyeti kutluyoruz ama fakültede girişi. Çünkü her 89 girişli 4 yılda mezun olmuyor da ondan. Farklı arkadaşların farklı mezuniyet yılları olduğundan girişi kutluyormuşuz biz de.

Sadece bizim değil, 69 ve 79 mezunlarının da kutlaması vardı aynı zamanda. Bizden 25 kişi kadar vardık, 69'lular 7-8 kişiydi, 79'lulardan sadece 1 kişi gelmişti. Üzüldüm o adamcağız için. Aslında katılım oldukça azdı. Ankara'da olan ve geleceğini söyleyen bir sürü adam kıçını kaldırıp gelmedi mesela, kendi kayıpları. Ben çok eğlendim. Başka şehirlerden gelen arkadaşlarla görüştük, tekrar cübbe giydik. Biz mezuniyette kep giymemiştik, bu sefer giydik. Gerçi en heveslisi bendim galiba, hemen kafama geçirdim. Millet saçı bozulmasın diye takmadı, daha sonra takan 3-5 kişi de çıkardı. Tek ben kalınca çıkarmak zorunda kaldım maalesef. Olsun, kepli fotoğraf çektirdim ya, ohhhh.

Dekanımız da geldi. Bir de Mezunlar Derneği bizim için yıllık resimlerimiz ve yazılarımızdan bir cd hazırlamış. Onu seyrettik, çok hoşumuza gitti. Sonra tek tek sahneye çağrıldık ve 20, 30, 40, yıl flamalarımızı aldık, tekrar Eczacılık Yemini ettik ve kepleri havaya fırlattık. Sanırsınız yeni mezun gençleriz, pek eğlendim ben. Gelmeyenler çatlasın.

Gece bir otelde yemeğimiz vardı. Tüm mezunlara açık bir yemekti. 2. Geleneksel Mezunlar Derneği yemeğimiz olduğu için katılım çok fazla değildi ama zamanla artacaktır sanıyorum. Umarım gelecek seneye tekrar gidebiriliz.

Kocacığım beni kırmayıp kalktı geldi Eskişehir'den, gıkını çıkarmadan da yanımda durup fotoğrafçılık yaptı. Yemeğin sonuna doğru fakültenin resimlerinin olduğu cam bardak altlıkları satışa çıktı. Kocam biz sahnede tüm 89'lular şarkı söylerken 3 kutu almış. Meğerse kutuların altında numaralar varmış. Çekilişte 3 çift renkli lens, 1 küçük altın, 1 fotoğraf makinesi ve bir lenovo marka netbook veriyorlardı. 2 rakamla kaçırdık hepsini derkeennnnnnnnnnn, bilin bakalım büyük ikramiye kime çıktı. Evet, bize çıktı. Çok şaşırdım ve sevindim.Ben size demiştim 2010'un gelişi bile şans getiriyor diye. İşte size ispatı. 2010 müthiş bir yıl olacak biliyorum. Bir an önce gelsin, bekliyorum.

Haa, bu hafta fakültede yılbaşı kutlaması var. Çekilişteki hediyelerden biri yine Lenovo netbook. İster misiniz bu da bana çıksın :)

17 Aralık 2009 Perşembe

Utanıyorum

Vallahi utanıyorum artık. Ne bloguma girip yazı yazabildim ne de takip ettiğim bloglara göz atabildim bu aralar. Kim ne yazdı bir yandan çok merak ediyor, diğer yandan da okumaya vakit bulamıyorum. Fakültede hay huy içinde geçiyor zaman. Bugün bütün gün hocanın peşinde koştum mesela, ancak akşam 17:30'da yakalayabildim. Bir işin ucundan tutup bitirmek mümkün olmayınca parça parça işler dolanıyor ortalıkta. mesela tam sınav kağıdı okurken başka bir sınavın hazırlığını yapmak gerekiyor, ya da tam bir makaleye bakarken bir öğrenci veya başka biri gelip birşeyler soruyor. Böyle olunca herşey yarım yarım kalıyor. Sadece işler kalsa iyi, aklımın bir parçası da onlarla birlikte kalıyor ondan sonra gelsin unutkanlık, gitsin parça pinçik bir akıl.

Eskiden günümü planlar, yapılacaklar listesi hazırlardım. Bu ara listeden herhangi bir madde çizmek nedense mümkün olmuyor. Hatta yeni maddeler eklendikçe iyice canım sıkılıyor. Amaaannnnnnnn, dedim ya 2009'u sevmedim ben, 2010'da daha iyi yazılarla görüşürüz artık.

Hoş şeyler de var ama hayatımda, durum o kadar da kötü değil. Mesela uzun zamandır rahatsız olan bir arkadaşım toparlıyor artık. Fakültenin 49. kuruluş yıldönümünü kutladık dün. Eski hocalarımız geldi, mezun öğrencilerimizi, arkadaşlarımızı gördük. Hoş bir törendi. Darısı 50. yıla dedik.

Bu haftasonu da fakülteye giriş yılımızın 20. yıl kutlaması var. Cumartesi yine fakültede toplanıp cübbe giyecek ve bir kez daha eczacılık yemini edeceğiz. Neredeyse mezun olduğumdan beri görmediğim adamlar var, tekrar görüşmek güzel olacak. Akşam da Mezunlar Derneği'nin düzenlediği bir yemek olacak otelin birinde. Güzel bir gün olacak diye umuyorum. Kocam da bana eşlik etmek için gelecek yarın. Doktora mezuniyet törenime yetişememişti, lisans mezuniyeti yıldönümümde gelip alkışlar artık beni :)

Cumartesi programım feci dolu. Yarın fakülteden erken kaçmayı, Pazar günü de fink atmayı planlıyorum kocamla. O yüzden ben bir süre daha buralarada olmayacağım. Pazartesi görüşürüz artık.

14 Aralık 2009 Pazartesi

2009 git artık

2009 'a başlarken çok umutluydum, çok güzel geçeceğini düşünüyordum. 2. ayı itibariyle güzelleşiyor derken bok gibi birşey oldu çıktı. Sadece benim için değil, pek çok kişi için de aynı şekilde geçti. Nihayet 2009'un son ayında biraz güzelleşmeye başladı ortalık. Güzel haberler gelmeye başladı ve daha güzellerinin gelmesini de bekliyorum ve istiyorum. 2009 gitsin artık, bir an önce 2010 gelsin. Güzel haberlerle gelsin, eli kolu dolu olsun, o kadar dolu olsun ki hatta güzel haberlerden, olaylardan başımızı alamayalım, "ay yine mi güzel bir haber, hay Allah ne çok oldu bu aralar ehehehe" diyelim. Öyle ihtiyacım var ki güzel şeylerin olmasına.

Gelllllllll 2010, gellllllllll

13 Aralık 2009 Pazar

Yılın ilk karımsısı yağdı

Yaklaşık yarım saat önce yağmur karar çevirdi, sulu kar şeklinde yağdı bir süre. Böylece yılın ilk karını görmüş olduk. Bu yılbaşı karlı olur mu bilmiyorum ama karsız geçen bir yılbaşı daha istemiyorum. Saat 12 olduğunda (sızıp kalmazsam) dışarı çıkıp kartopu yapalım, karlar üstünde debelenelim istiyorum.

Bu haftaki hızlı tren maceram yine rötarlı. Eskişehir'e gelirken yine aynı yerde durduk. Dediler ki, (herhalde blogmu okudular :) )"tek yön çalışması nedeniyle karşı yoldan gelen hızlı treni bekliyoruz. Yaklaşık 10 dakika bekleyeceğiz". 10 dakikadan kısa süre bekledik ama yine de yarım saat rötar yaptı. 10 dakikalık gecikme nasıl 30 dakikayla sonuçlanır anlamış değilim. Kocamın bir teorisi var konuda. Bir süredir ekranlardaki hız göstergesini kaldırdılar. Hızlı trenin artık daha yavaş gittiğini düşünüyor kocam. Farketmememiz için de hızın gösterilmediğini ayrıca. Çok mantıklı. Yoksa sadece 10 dakika olması gereken rötar nasıl 30 dakika olabilir. Yoldan geçen arabalara baktığınızda hala çok hızlı gittiğinizi görüyorsunuz. Mesela Nilüfer'in otobüsünü feci halde geçtik ama hızın eskisi gibi 258 km/saat olduğunu sanmıyorum.

Bu hafta ekranda hiçbir görüntü yoktu ayrıca. Ne film, ne konum haritası, hiçbir şey. Görüntü olmasa da ses vardı ama ilginç olarak. Oynayan 2 film arasından duyduğum seslere göre seçim yaptım. Birisi ne olduğunu çıkaramadığım bir filmdi (çizgifilm olabilir) diğeri ise daha önce yine hızlı trende 2 kez izlediğim anca bir türlü sonunu göremediğim için şikayet ettiğim 27 Dresses. O zamanlar "yol kısa sürüyor, film bitmiyor"diye şikayet ediyordum, sen misin eden. Al sana rötar. Bu yarım saatlik gecikme nedeniyle filmin ilk defa sonunu görmüş- pardon dinlemiş oldum.

Neymiş, hiçbir şeyi çok fazla istemeye gelmezmiş :)

9 Aralık 2009 Çarşamba

Denizyıldızı

Fox'ta oynayan bir dizi bu. Her gün yayınlanan, Ankara'da çekilen bir gençlik dizisi diyebiliriz. Gossip Girl'in Türkler için olanı gibi bir nevi. Hiç seyretmemiştim, sadece ara sıra kanal geçişleri sırasında görüyordum. Ankara'da daha önceleri Ferhunde Hanım ve Kızları ve sonrasında da ona çok benzeyen Bizim Evin Halleri dizileri çekiliyordu. İksini de çok severdim. O zamanlar diziler sadece İstanbul ile sınırlıydı, şimdiki gibi Mardin'e, Antep'e, Eskişehir'e gidip çekim yapmıyorlardı. O yüzden pek severdim. Dış çekimlerde etrafa bakıp nerelerde olduklarını anlamaya çalışırdım. Sonunda diziler bitti, hatta BEH oldukça saçmaladı ve bitmeyi hak etti. vs. (BEH'teki Rüzgar bu dizide de var ve oradaki temiz aile çocuğuna tamamen zıt bir karakteri oynuyor, ve yılların BEH izleyicisi beni bile inandırıyor, aferin ona).

Denizyıldızı'nın tanıtımlarını görüyordum ama bizim burada çekildiğini bilmiyordum. Bir asistan arkadaşım haftasonları çekim yaptıklarını söyleyince şaşırmıştım hatta. Evlendiğimden beri haftasonu okula gelmiyorum tabii, nereden bileceğim. Çekimler burada yapılıyor ama fakülte olarak Tıp Fakültesi diyorlar, Eczacılık değil. 1-2 akşam eve giderken kapının önünde çekim yaptıklarını görünce (hatta yanlarından geçip keşfedilmeyi beklemiştim ama olmadı) haydi seyredeyim dedim. İnternetten ilk bölümlere baktım. Fakülte çekimleri buraları bilmeyen birisi için çok normal olabilir ama benim için çok ilginç oluyor (ben de İstanbul'daki yerleri mekanları bilmiyorum, Galata kulesi Havaalanına bitişik gibi çekim yapılsa yutarım mesela - yok artık, o kadar da değil ama anladınız herhalde demek istediğimi). Çünkü:

1- Fakülte hesapta Tıp ama çekimlerdeki bina Eczacılık.
2- Hastane olarak Cebeci'deki ana giriş gösteriliyor ama hastanenin bahçesi, binası falan dedikleri yer Fen Fakültesi.
3- Yurt kayıtları için gidilen öğrenci işleri Rektörlüğün içinde (oysa ek binada).
4- Fakülte içi çekimlerde hocaların katına geçildiğinde koridorlar, odalar vs. bambaşka bir binaya ait, bizimkiler değil.
5- Eczacılık'ın park yeri girişi farklı, öğrencilerse arabalarıyla nedense hep Rektörlük girişinden giriyorlar.

Sonuç olarak kendi okulumu farklı isimler altında bol bol gördüğüm bir dizi. Kendim artist olamasam da Fakültem oldu (ama takma isimle).

Akşamki bölümü seyredeyim bakayım neler oluyormuş ileriki bölümlerde.

8 Aralık 2009 Salı

Karabatak gibiyim, bazen yokum bazen varım

Gerçi karabataklar bile benden çok ortalıkta dolaşıyordur, bu aralar blogumu biraz ihmal ettim farkındayım. Bu ara çok yoğunum desem yalan olmaz ama fırsat bulduğumda çiftliğime kaçıyorum, asıl neden bu. Kusuruma bakmayın, ilerleme hırsım azalsın biraz yine full time burada olacağım. Aslında bir nevi iyi de oldu, daha önce bloglar güncellendi mi, neden kimse yazmıyor diye meraklanırken artık eskisi kadar az yazı yazılıyor gibi gelmiyor çünkü blog güncellemesi kontrolüne ayırdığım zamanı çiftlikte geçiriyorum.

Neyse. Kocamla Made of Honour filmini seyrettik geçen akşam. Sinemada gidememiştik, DVD olarak uygun fiyata bulunca kaçırmadık. Kocam da romantik komedilerden hoşlanmaya başladı iyice, neşeli vakit geçirdik böylece. Önceki haftalarda da Proposal'ı seyretmiştik, o da güzeldi. Etrafta bu kadar romantik komedi olunca acaba en sevdiğim hangisi diye düşünmeye başladım ve buldum. "Only You". Marisa Tomei ve Robert Downey Jr'ın oynadığı film. Hani esas kız küçükken ruh eşinin Damon Bradley diye biri olduğunu öğrenir ama elbette ki bulamaz. Ümidini kaybeder ve bir doktorla evlenmesine 10 gün kala böyle birinin yaşadığını öğrenir. Gerisini anlatmayayım, seyretmemiş olanlar vardır belki. Marisa Tomei'yi pek severim, gülünce gözleri ışıldayan, çok tatlı, zarif bir kadındır. Robert Downey Jr'ı da severim. Muhteşem bir oyuncudur bence, ayrıca yakışıklı ve sevimli de tabii ki. Oyuncular şeker, film şeker, daha ne olsun. Muhteşem İtalya manzaraları da cabası. Bir kez daha seyredeyim haftaya eve gidince.


Bu sabah yolda nerden aklıma geldiyse Endless Love şarkısı geldi aklıma, söyleye söyleye fakülteye gitmeye başladım. Şarkıyı Lionel Richie ve Diana Ross birlikte söylüyorlardı. Yılar öncesine ait ama hala zevkle dinlediğim bir şarkıdır. Endless Love filminin şarkısıydı, yaşı müsait olanlar hatırlar. Brooke Shields'in gençken oynadığı filmlerden biriydi. Bir erkek arkadaşı vardı, çocuk kızın ailesine kendisini sevdirmek için evde minik bir yangın çıkartıp sonra da söndürüp kahramanları olmayı planlıyordu ama evi komple yakıyor ailenin hayatını darmadağın ediyordu. İlginç bir filmdi, bir yerlerden bulmalı. Filmde çok şaşırdığım bir sahne vardı. Çocuk gece Brooke'un odasında kalıyordu ve babası da tek kelime etmiyordu. O sıralarda ben de küçüktüm ve bu nasıl baba vay canına diye ağzım açık kalmıştı. Hatta şimdi imdb'den baktım, film 1981 yapımıymış. Ben bunu televizyonda seyrettiğime göre haydi 1990 olsun. Vay canına diyorum bir kez daha, zaman ne çabuk geçmiş.

Haydi ben yine ortalıktan kaybolayım. Geleceğim :)

5 Aralık 2009 Cumartesi

Banu Avar konferansı ve hızsız tren

Dün bizim Fakülte'de Banu Avar'ın bir konuşması vardı. Atatürkçü Düşünce Topluluğu düzenlemiş, o da kırmamış gelmiş sağolsun. 1 ay önceden belli olduğu için kocamdan geç gelmek için izin aldım, her zamanki 3 treni yerine 6 treniyle eve doğru yola çıktım. Ben salondan çıkarken soru-cevap kısmı bitmemişti hala, kaçırdığım için üzüldüm ama eve gitmem gerekiyordu.

Banu Avar'ı televizyonda görmüşsünüzdür sanıyorum. Bilmeyenler kim olduğunu internetten araştırabilir. Salon hınca hınç doluydu dün, pek çok fakülteden gelenler vardı, zor yer bulduk kendimize. Pek çok şeyden bahsetti, uyuyanları uyandırmaya çalıştı. Umarım uyananlar tekrar uykuya dalmaz. Kitaplarını da almıştık ama ben imza kısmına kalamadım dediğim gibi.

Trene yetişeyim diye yağmurlu bir Ankara akşamında düştüm gar yoluna. Biletimi aldım, yerime yerleştim, derken hayal kırıklıkları başladı. Bu sefer business class'ta gidiyordum ve internet çalışmıyordu. Anamın karnından bilgisayar ve internetle çıkmadım, olmasa da incilerim dökülmez tabii, economy sınıfında halk arasında gidip geliyorum normalde, peki ne bu internet tatavası diyebilirsiniz. Demeyin. Eğer business'a fazla ücret vermemizin nedenlerinden birisi de internet bağlantısıysa o zaman bu hizmet sunulacak kardeşim. Yemek paketimden sandviç yerine kek ve çizi kraker çıkması da ayrıca bir hayal kırıklığıydı, haydi bunu da geçtim. Ama en kötüsü normalde 1.5 saat olması gereken yolculuğun 2 saat 5 dakika sürmesiydi. "Yüksek Hızlı Tren" geçen ayki kazadan beri rötar yapmaya başladı. Geçenlerde geldiğimde 15 dakika olmuştu rötar ama bu sefer 35 dakika. Haydi yavaş gidiyor, hava yağmurlu diye bahane bulalım, peki. O zaman bilmem nerede 15-20 dakika durup beklelemize ne demeli? Gerçi bu gecikme için anons yaptılar. Dediler ki "Karşı yönden gelen treni beklediğimiz için durmuş bulunuyoruz". İyi de hızlı tren rayları zaten çift hatlı. Karşı yönden gelen tren yandaki raylardan geçip gidecek. Konvansiyonel hat denen eski raylara geçmemize de daha çok vardı, biz yola devam etsek bile karşılaşmazdık. Trenden indiğimde sinir küpü bir koca buldum karşımda. Biz tren yolculuğu 55 dakikaya inecek hayalleri kurarken 1.5 saatte bile sabit tutamıyorlar. Olmadı hızlı tren, olmadı. Bir an önce kendine çeki düzen ver.

3 Aralık 2009 Perşembe

Yağmur

Hava feci halde kapalı. Hava kapandıkça benim de içim kararıyor. Az önce şemsiyemi evde unuttuğumu farkettim. Zaten ne zaman evde unutsam yağmur yağıyor ama ben de akıllandım artık, işyerinde mutlaka yedek bir şemsiye bulunduruyorum.

Şemsiye demişken, geçenlerde Tiglon'dan şemsiye kazandım. Bir DVD almıştık (hangi film hatırlamıyorum), içinden Tiglon'un Up filmi için yaptığı hediye çekilişine ilişkin bir kupon çıktı. Beleş şeyler kazanmayı çok seven ben hemen mail yolladım (bir ara Radyoodtü'yü haraca kesmiştim resmen, sonra beni kara listeye aldılar. Cidden almışlar ama, yayına çıkan bir arkadaşım adımı gördüğünü söylemişti stüdyoda. Şansıma karışmayın kardeşim, şansımla kazanıyorum işte size ne.) Neyse. Kuponu görüp hediyelere göz attığımda şemsiyeyi gözüme kestirmiştim. İşte şu şemsiye. Dışı bulutlu bir gökyüzü, içi renk renk balon. Bu çıksın bana dedim, 30. veya 60. kişi olmuşum ki kazandım. Önce Tiglon mail attı bana adresinizi bildirin diye, 1 hafta geçmeden de şemsiye geldi. Gerçi bu resimdeki biraz küçük galiba çünkü bana gelen devasa. Altına ben ve 3 kişi daha girsek ıslanmayız, o derece büyük. Taşıması zor oluyor biraz ama bayıldım ben ona. Tiglon utandı belki de böyle affettiriyor kendini :)

(hatırlarsanız Indiana Jones DVD'sinin içinden Serdar Ortaç cd'si çıkmıştı).

2 Aralık 2009 Çarşamba

Bende mi yapsam acaba?

Sıkı bir toparlanmadan geçmem, iyice bir organize olmam gerekiyor (Jay Leno show'da kastedilen değil, kelimenin gerçek anlamı). Dün biraz biraz başladım. Sürekli olarak "daha sonra bakarım, atılacakları ayıklar, kalanları düzenlerim" diye buradan oraya, bir süre sonra da oradan buraya iteklediğim, tıkıştırdığım torbaların içine daldım. Çoktan kurumuş gitmiş kalemler, zamanında zevkle aldığım ama artık kullanmadığım kolyelerim, 10-15 yıldan fazla zamandır giymediğim, dolap köşelerini bekleyen giysilerim (vintage olma potansiyeli olanlar, olmayanlar, daha neler neler), okunmak için ayrılmış makaleler, kesilmiş gazete kupürleri... Ne yapsam ki, acaba "one man's trash is another man's treasure (bir kişinin çöpü diğerinin hazinesidir)" diyerek bir garage sale babında iyi durumda olanları görücüye mi çıkarsam? Yoksa hiçbirini atmaya kıyamayacak ve bir 15 yıl daha saklayacağım bu gidişle.

Bayram güncellemesi

Bir bayram ve orta uzunlukta tatil daha geçirdik. Umarım herkesinki iyi geçmiştir. Benimki her seferinde olduğu gibi telaşlı başladı. Geçen Ramazan Bayramı'nda proje alımlarını yapmış, avansı kapatmak için koşturup duruyordum. Arife günü tamamlayabilmiştim herşeyi. Bu sefer de projenin 1. geliştirme raporunu teslim etme telaşım vardı. Neyse ki bitirdim, ferahladım.

Sonra eve gitme telaşım devreye girdi. Arife günü izin aldığım için çarşamba akşamdan yola çıkacaktım. Bildiniz, genel grevin olduğu gün. Hani gece 12'de trenler Sakarya'da durmuş, makinistler grevdeyiz demişti de insanlar o soğukta saatlerce bekleyip perişan olmuşlardır. Hızlı trende grev yoktu ama Eskişehir'den sonrasına gitmek mümkün değildi. Yolcular gece perişan olunca otobüs şirketleriyle anlaşmışlar, Eskişehir'den sonra yola otobüslerle devam ediliyordu. Neyse, geçti gitti. Umarım bir faydası olur da bu kadar insan boş yere perişan olmamış olur.

Bayram aile ziyaretleri ve dinlenmekle geçti. Bir de günlerin birbirine girmesiyle tabii. Çarşambayı cuma sanıyordum, cumayı ve pazar gününü ise pazartesi. Upuzun sandığım tatil birdenbire bitiverdi. Şimdi de salı gününü pazartesi bugünü ise salı sanıyorum. Herkes de benim gibidir sanıyorum.

FarvmVille'de ektik, biçtik kocamla. Çiftliğimizde hayvanlarımız vardı ama hiçbirini kesmedik. Eski Bayramları andık. Uluorta kurban kesiminin yasaklanmasının ne kadar doğru olduğundan dem vurduk. Lisedeyken hatırlarım, askeri lojmanlarda oturuyorduk da kantine gitmek için evden çıktığımda kurban kesenlerle karşılaşmamak için yolumu değiştire değiştire bir türlü gidemezdim de en sonunda gözlerimi kapatarak giderdim. Hoş, kurban kesim yerlerinde durum o kadar iyi değil. Birbirini görmemesi gereken kurbanlar bir kenarda bekleşirken hemen yanlarında kesim yapıyorlar, boynu kesilen hayvanlar kanları aksın diye o gariplerin önünde yan yana yatırılıyor. Hayvanların çektiği eziyete bakın. Sevap neredesinde peki bu işin ben anlamıyorum. Bu yüzden tek başıma 1 kez kurban kestim hayatımda. Bir kez de evlendikten sonra kocamla beraber. O 2 hayvan zamanı geldiğinde bizi sırat köprüsünden geçirir herhalde. Daha fazlasına ben dayanamayacağım çünkü. Kesenlere Allah kabul etsin diyorum ama bu şekilde toplu halde kesilen hayvanlara da acıyorum. O zaman et yeme sen de diyebilirsiniz tabii, en doğal hakkınız. Maalesef et yemeyi seviyorum. Mezbahalardaki kesim koşullarını gördüm mü? Hayır görmedim ama daha farklı şartlar altında olduğunu umuyorum.

Geçmiş bayramınız kutlu olsun.

1 Aralık 2009 Salı

Değişiklikler

Hayat sürekli olarak değişikliklere gebe. Bazılarını mutlulukla karşılıyoruz, bazılarını da üzüntüyle. Neyse ki çoğu insan ortam şartlarına kolay adapte olabiliyor. Hayatımın Ankara ayağında değişiklik var bir miktar. Çoktan adapte oldum bile, sadece dağınıklık var toparlamam gereken. Umarım kötü bir haberle başlayan bu değişikliğin gerisi güzel gelir. Detay? Detay yok. Yazmak istedim sadece detay veremesem de. Sormayın siz de.

Herşey güzel olacak (umuyorum).

Bu ne biçimmmmm hikayeeeee böyleeeeeeeee...

30 Kasım 2009 Pazartesi

Pazartesi günü Alacakaranlığı

Bayram güncellemesini yapamadım henüz, aklımda ama bunu bir an önce yazmam lazım. Bayram yazısı da artık yarına, ne de olsa bayram henüz bitmiş değil.

Kocamla bugün Twilight serisinin 2. filmi olan New Moon'a gittik. İlk hafta giden gitsin, çılgınlık azalsın demiştik. Bayrm ziyareti, havanın kötülüğü, hafif kırıklık derken son gün gidebildik.

Herşeyden önce sinemayı hiç o kadar kalabalık görmemiştim. Sadece bizim salon değil, sinema genel olarak kalabalıktı. Sevindim. Salonun durumu ise bizim için felaketti. Yaş ortalaması 13-14 idi. Kız grupları vardı çoğunlukla. Erkek grupları genelde Kurtlar Vadisi Gladio'ya gidiyordu ama bizim filmde de birkaç erkek grubu vardı. Bir de kızlı erkekli gruplar tabii. Salonda toplam 7-8 yetişkin vardık yaş ortalamasını yükselten. Kocam fesuphanallah dedi. İlk yarı bitince 10 dakikalık arada sanki okul servisinde gibi hissettik kendimizi.

Film ilkine göre daha akıcıydı. Yönetmen değişikliğinin payı büyük sanırım. Okuduğuma göre aslında bu filmi ilkinin yönetmeni olan kadın çekecekmiş ancak programına uymadığı için şimdikine vermişler. İyi de olmuş. Biraz hareket gelmiş filme. İlkinde ben bile sıkılmıştım. Kitap daha akıcıydı, karakterlerin ne düşündüğünü okuyabiliyordunuz, filmde yönetmen o detayları vereceğim diye sıkıcı olmuştu, başka çaresi de yoktu herhalde. Neyse. Sonuç olarak bu film ilkine göre daha güzeldi. Belki sinemada seyrettiğim için (ilkini evde dvd'den seyretmiştik) bana öyle geldi çünkü kocam yanımda oflayıp pufluyordu sürekli. İlk yarı bitince "hayatımda seyrettiğim en kötü 2. film bu. Birincisi de zaten bu filmin ilkiydi" deyince önümüzde oturan iki kız inanamaz gözlerle kocama baktılar. Filmin kötü olması gibi bir ihtimal yoktu herhalde onlar için. Bense bu esnada bıyık altından gülüyordum.

Filmin sonunda Edward evlenme teklifi edince salondaki kızlar "ayyyyyyyyy" dediler. Vah zavallılar dedim ben de içimden. Hayatlarında Edward gibi bir sevgili arayacaklar ve maalesef çoğu bulamayacak. Acaba bu filme ve kitaplara yaş sınırı mı koysalardı. Kızlar da bu arada erkek milletinin filmdeki gibi iflah olmaz romantik varlıklar olmadığını öğrenmiş olurlardı.

Asıl garibi ise arkamızdaki 12-13 yaşlarındaki erkek çocuklarından birinin "Tutulma ve bilmemne kitabını da almam lazım" demeseydi. Haydi kızları anladım da bu ne? Erkek çocuklar da Edward olmaya mı çalışacak acaba?

Yine de ben beğendim filmi. DVD'si çıksın alacağım. Sonraki filmlere de gideceğim. Kocam bundan sonrakilere yalnız gidersin dedi ama orası belli olmaz. :)

24 Kasım 2009 Salı

Hayatımızdaki fizik

Fizik dersini hiçbir zaman sevmedim. Lisede gördüğüm ders beni kendinden soğuttu diyebilirim. Fizik dersini İngilizce görmemiz gerekiyordu ama hoca asla ingilizce anlatmadı. Fransızca biliyormuş da o yüzden ingilizce anlatamıyormuş. Bunu diyen adam Ankara'daki o zamanki en iyi ve en eski Anadolu Liselerinden birinde çalışıyordu (o zamanlar her semtte bir tane Anadolu Lisesi yoktu). Peki o zaman Türkçe anlat değil mi? O da yoktu. Kısacası adam fizik diye birşey bilmiyordu ki bize öğretsin. Sınıftaki iyi öğrenciler resmen dershaneden öğrendiklerini adama öğretirlerdi, durumun vehametini siz anlayın artık.

Lisede fiziği sevemedim işte. Üniversiteye başlayınca Genel Fizik görmeye başladık. Burada da pek sevemedim ama bu sefer bir de Fizik pratik vardı. Pratiği daha beter çıkmıştı (artık bu dersi kaldırdılar nedense). Gruplar halinde deneyler görürdük. Bir seferinde grupta benden başka kimse gelmemişti ve ben de eğik düzlemden bir top yuvarlama, süre tutma şeklindeki bir deneyi yapmaya çalışıyordum. Eğik düzlemin ucundan topu yuvarlayıp koşturarak masanın diğer ucuna gidiyor, kronometreyle süre tutmaya çalışıyordum. Ben nefes nefese kalıp gruptaki diğer arkadaşlarım için fevkalade hoş kelimeler sarfederken asistanlardan hiçbiri bana yardım etmiyordu. Burada da fiziği sevemedim anlayacağınız. Hele pratikte birşey anlamayıp ilk vizede 80 üzerinden 10 alınca ne hale geldim bilemezsiniz. Ama sonra azmedip sınıftaki en iyi öğrenci olmuş, ikinci vizeden 120 üzerinden 110 almıştım. Neden böyle garip rakamar vardı onu da bilmiyorum ama asistanlar masaya gelip soru sorarlar, cevabımı beğenip bu kızın vize notları neler diye bakınca bir garip olurlardı. 10-110 değişik bir sonuç tabii. Pratikte anlamayanlara dersi anlatacak kıvama gelen ben teorik derste bütünlemeye kalmıştım. Kendime adam gibi bir fizik kitabı alıp yaz boyu çalışmıştım. O zamanlar 1. sınıftan dersiniz kalmışsa bütün bir yıl boyunca sadece o derslere giriyor, 2. yıl da verememişseniz atılıyordunuz. Şimdiki gibi dersi alttan almalar, aykırı yarıyıllar yoktu. Bence gayet iyi bir uygulamaydı çünkü işin başında "eczacılık sana göre değilmiş aslanım, yol yakınken başka bir yere gir" diyorlardı bir nevi. Şimdiyse 5. yılında olup hala bizden sınava giren öğrenciler var, pes valla. Neyse, konuyu dağıtmayayım. Fizik dersini ancak bütünlemelere çalışırken hafif hafif sevmeye başlamıştım, sınavdan geçince ise fizik kitabını bir daha açmamak üzere kapamıştım.

Hayatımdaki bir sonraki fizik buluşması kocamla tanıştığım gün gerçekleşti. Kocam bana fiziğin hayatın her yerinde olduğunu anlatıyor, gördüğümüz, yaşadığımız pek çok şeyin temelindeki fizikten bahsediyor. Fizik dersini hala sevmiyorum ama Fizikçime aşığım. İşte yine hayatın içinde karşımıza çıkan bir fizik prensibi size. Çay içerken bardaktan buharlaşan suyun yüzeyde, henüz alttaki sıvıdan kopmadan önceki halini gösteren bir video. Sabahları seyrettiğimiz şeker tanelerinin dağılımından sonra eğlendirecek birşey daha çıktı böylece. (Cep telefonuyla çektiğim için pek iyi olmadı sanıyorum, kusura bakmayın. Buharların arasında yüzeydeki beyaz tabakayı seçmek biraz zor gibi ama sonlara doğru bardağa üfleyince o tabakanın yüzeyde nasıl kaydığını görebilirsiniz).

Bu vesileyle Fizikçimin öğretmenler gününü kutluyorum. Blog dünyamdaki Fizikçi olan GeCe'nin de.

19 Kasım 2009 Perşembe

Gözüme çarpanlar

Sabah Jay Leno show'un tekrarına takıldı gözüm. Akşam da aynı bölüm vardı, bu durumda tekrar sandığım asıl bölümdü, akşamki tekrardı herhalde. Kafam karıştı, neyse, sonuç olarak Jay Leno show'u seyrettim. Yıllar önce de Tonight Show'unu seyrederdim. O bitince de Conan O'Brien başlardı. Hey gidi günler hey, o zamanlar bayağı uyanık kalabiliyormuşum demek ki. Şimdi tavuk misali 10 'da gözüm yatağa kaymaya başlıyor, yattığım zaman yüzümde bir sırıtma peydah oluyor.

Ne diyordum. Programın başında minik bir stand-up show yapıyor, gündemdeki haberlerden dem vuruyor vs. 1-2 gün önce gazetelerde olan bir haberden bahsetti. Siz de okumuşsunuzdur, İngiltere'de bir kadının günde 300 kez orgazm olduğu hakkındaydı. Jay Leno konuşurken "orgasm" dedi, gayet güzel bir cümle kurdu ama bizimkiler alt yazı olarak organize oldu gibi birşey yazdılar. Herhalde yanlış gördüm derken ikinci kez yine aynı şey oldu. Vay be dedim sabah sabah, cinsellikten o kadar çekiniyoruz ki orgazm kelimesi alt yazı olarak bile geçemiyor televizyon kanallarında. Sigaralar, içkiler mozaikleniyor, öpüşme sahneleri uyarı alıyor, kelimeler bile insanları korkutuyor. Cinsellik maalesef hala tabu ülkemizde. Benim fikrime göre okullarda cinsel eğitim dersi verilmesi şart. Çocukların bir an önce bilgilenmesi gerek bu konuda. Belki bu sayede cinsel suçların sayısı da azalır. Organize olmak ha, vay vay vay.

Geçen hastanede anne babasıyla gelmiş minik bir yavru gördüm. Herhalde 4-5 yaşlarında bir erkek çocuktu. Doktordan çıkınca eline bir lolipop vermişler, bitirmiş, babasına "bu bitti nereye atayım" diye soruyordu. Anne-baba konuşuyor olduğu için önce umursamadılar. Çocuk hala atacak bir çöp arıyordu. Baba tam yavruyla ilgileneyim derken (bu arada çocuğun babasına sorması da enteresan, genelde annelere gider yavrular) minik yavru hasta karşılamayla görevli kızlardan birine "burada çöp var mı" diye sordu. Kız da "bana ver ben çöpe atayım" dedi. Çocuk sopayı verdi ama durup kız nereye atacak diye de gözleriyle takip etti. Neme lazım, yere falan atarsa gidip geri alayım diye düşündü herhalde. Aferin dedim içimden o çocuğa. Anne baba mı öyle yetiştirdi, çocuk anneanne, babaanne, dede veya anaokulu öğretmeninden mi öğrendi bilmiyorum ama çok hoşuma gitti.

Annelerinin elinden tutmuş pıtır pıtır yürüyen minik kız çocukları görüyorum bu aralar. Minik paltoları üzerlerinde minik adımlar atıyorlar. Benim boyumda olan anneler dev gibi görünüyor minik yavruların yanında. Ben de bir tane istiyorum ne yalan söyleyeyim. Elinden tutayım, ben de dev gibi, dünyanın en uzun kadını gibi hissedeyim kendimi. :)

18 Kasım 2009 Çarşamba

Yapmayın etmeyin

Bir süredir takip ettiğim bloglarda bir durgunluk var. Eskiden günde en az 1, bazen 2 yazı yazanlar günlerdir ortada yok. Bazıları daha da uzun süredir ortalarda görünmüyor. Haydi ben Pazar gününden beri FarmVille'e sardım, blogumu biraz ihmal ettim ama ben bile yazıyorum, tamamen boşlamadım. Severek okuduğum blogdaşlarım içlerinden değil yazmak, hiçbirşey yapmak gelmediğinden dem vurup bir süre ortalarda olmayacaklarını söylüyorlar.
Tamam, kış gelince, soğuklar bastırıp hava erkenden kararmaya başlayınca hepimiz biraz melankolik hatta depresif oluyoruz ama yapmayın etmeyin arkadaşlar. Kendinize gelin. Şu hayatta güzel şeyler de var. Mutlaka sizi mutlu edecek ufak tefek şeyler vardır etrafınızda. Biraz dikkatli bakının etrafa.

Kış depresyonu bilimsel bir gerçek. Karanlıkla birlikte salgılanan melatonin hormonu artıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Onun için aydınlık yerlerde bulunun hep. Suni ışığın da güneş ışığı kadar olmasa da etkili olduğu bulunmuş, parıldatın ortalığı. Kendinizi kapıp koyvermeyin. Herkesin derdi tasası var bu hayatta, sağlığınız yerindeyse gerisini boş verin. Bol bol gülün, en azından gülümsemeye çalışın. Nasıl depresif ruh hali bulaşıcıysa gülmek de bulaşıcıdır. Kocanıza, çocuğunuza, iş arkadaşınıza gülümseyin.

Dediğim gibi minik şeyler bulun önce sizi, sonra da çevrenizdekileri mutlu edecek. Ben mesela kocamla yaptığımız kahvaltılarda çayın içine attığım şekerin (poşet çay içiyoruz) çay poşetinin üzerinde dengede durmasını ve sonra o sıkıştırılıp küp haline getirilmiş toz tanelerinin pıtır pıtır dökülmesini seyretmeye bayılıyorum. Kocamı da alıştırdım, birlikte manyak gibi bakıyoruz şeker taneleri çözülürken. Her zaman olmuyor tabii. Çay poşeti-kaşık-şeker dengesinin çok ince ayarlanması gerek. Şeker hemen dibe yuvarlanınca izlemesi zevkli olmuyor. Olmasa da bir sonraki çayda tuttururum dengeyi diye boşver diyorum. Nasıl olsa poşet çok :)

Ben de ne garip şeylerden mutlu oluyorum aslında, okuyunca "manyak bu" diyeceksiniz herhalde. Ama olsun, yüzünüzde hafif bir gülümseme oluştuysa eğer bu da güzel, varsın manyak olayım :)

17 Kasım 2009 Salı

Son birkaç günüm

Son birkaç günüm daha doğrusu son 24 saatim FarmVille ile geçti. İlk gün hevesle manyak gibi acaba bir şey bulan oldu mu, kimi kutlayıp para kazanabilirim diye sürekli Facebook anasayfasına bakarak geçirdim. Pazartesi izinliydim, evde olunca işin gücün arasında "haydi bilgisayara bakayım ne olmuş" diye kontrol edip durdum. Ama arada 1-2 iş, 2 kap yemek, biraz ortalık toplama, 1 kek, biraz ütü de yapabildim. Bugün işte daha rahattım. Tarlamı büyütünce daha kolay oldu herşey, zamanımı ayarlayıp ona göre ekim yapınca kafam da rahat. Hayatımı da FarmVille'deki gibi düzene koyabilsem keşke.

Sabah hızlı trenle gelirken trenin raydan çıktığı yere gelince hepimiz dışarı baktık. Kenarda değiştirilmiş taşlar vardı (üzerinden trenin geçtiği). Bir de vagonları birbirine bağlayan körüklerden 3-4 tane kadar. Herhalde yırtıldılar, hasar gördüler, vagonları alırken onları bırakıverdiler. Sağ salim geldik sonuçta. Umarım bu maddi hasarla atlatılan kaza kulağa küpe olur da bundan sonra kötü bir şey olmaz.

Bu hafta kocam buraya geliyor. Biraz değişiklik olacak bizim için. Arabayı servise sonra da muayeneye götürmemiz gerekiyor. Bu vesileyle uzak olduğu için henüz gidemediğim Gordion Alışveriş Merkezi'ne de gitmeyi planlıyorum. Servis demişken yazmadan edemeyeceğim. Boynumda bir et beni peydah oldu bir süredir. Acaba dermatologa gidip yaktırayım mı derken annem "boğalım onu iple, 1-2 güne kalmaz düşer "dedi. Öyle mi böyle mi derken unuttum. Eve geldiğimde kocama dedim ki "sen boğsana bunu". Bana cevabı: "Git annem yapsın, ben bağlarsam garantisi bozulur, yetkili servis tamir etsin hehe". Yarıldım gülmekten. Servise gireceğim eğer bu akşam unutmazsam :)

16 Kasım 2009 Pazartesi

Tükürdüğümü yaladım

Evet tükürdüğümü feci halde yalamış bulunuyorum. Kocamın ricasıyla FarmVille'e girdim ve kendimi tamamen kaptırdım. Daha önceleri Facebook'a günde 1 ya da 2 kez bakarken şimdi acaba kaybolan bir inek var mı, kim ribbon kazanmış ben de sebepleneyim diye bakıp bakıp duruyor, kendimi alamıyorum. Ahhhhhh, ahhhh büyük lokma ye büyük konuşma demişler. Domuz gribinden daha tehlikeli bu FarmVille. Ben gidip patlıcanlarım olmuş mu bir bakayım.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Hızlı treni duydunuz herhalde

Daha geçen hafta hızlı treni soran bazı tanıdıklara "şikayetçiyim, yol çok kısa olduğu için filmler bitmiyor, uyuyamıyorum" diye aslında şikayet eder gibi görünüp övgüler düzüyordum. Ama galiba yanlış anlaşıldım ki bu hafta otobüsle gelmeye mahkum oldum. Dün yine fakülteden çıkmadan önce işleri bitirmeye çalışırken bir arkadaşım aradı ve hızlı trenin kaza yaptığını söyledi. Hemen gazetelerin internet sayfalarına baktım. Eskişehir yakınında raydan çıkmış meğerse, yaralı yok diyorlardı ilk haberlerde. TCDD'nin sayfasına uçtum sonra da. Kaza ve sonraki seferler hakkında bilgi koyar insan değil mi. Maalesef yoktu. TCDD'nin 444'lü numarasını aradım, herhalde herkes arıyordu ki sürekli meşguldü. Nihayet Ankara Gar Danışma numarasından birilerini bulabildim ve diğer seferlerin yapılmayacağını, biletlerin iade edileceğini öğrendim. Saat olmuş 2, gidip bileti iade edecek zaman yok. Ayrıca kaza sabah olmuş, haydi biletli yolculara bildirmiyorsunuz (ki ben biletlerimi internet üzerinden aldığım için mail adresim, telefonum ve hangi sefere bilet aldığım bilgileri var), bari web sayfanıza bilgi koyun da ona göre kendimizi ayarlayalım değil mi. Neyse, bileti başka güne çevirip Nilüfer'den yine aynı saate otobüs bileti aldım ve çıktım yola. İnternetten bilet alırken çok dolu olmayan otobüs hareket ederken tamamen doluydu. Bazı yolcular telefonla konuşurken benim gibi hızlı tren seferlerinin iptal edilmesi nedeniyle otobüsle geleceklerini söylüyorlardı birilerine. Herkes otobüse gelmiş anlayacağınız.

Sonrasında 3 saatlik süren bir yolculukla evime gelebildim. İnsan kolaylıklara çabuk alışıyor, uzun geldi yol bu sefer bana. Uyuyamadım da birşeyler okumaktan.

Sevindirici olan şey yaralı-ölü olmaması. Eskişehir'e 10 dakika kala eski tren hattına geçilen bir yer var, orada makas değişimi sırasında raydan çıkmış. Makas değiştirmek için hızlarını çok düşürüyorlar ama bu sefer daha hızlı girdiler anlaşılan, başka bir anlam veremiyorum bu kazaya.

Bir sevindirici olan yanı da sevenimin çok olduğunu bir kez daha görmek. Haberlerde kazayı duran ve cumaları trene bindiğimi bilenler beni veya ailemi aramış ferulago o trende miydi diye. Sağolsunlar :)

Bakalım pazartesi seferlerde aksama olacak mı? Mümkünse olmasın ve işleri hızlandırıp bu konvansiyonel hata geçişleri kaldırsınlar artık. O zaman hem yol 35 dakika kadar kısalacak hem de böyle kazalar, aksaklıklar olmayacak (inşallah). Hepimize geçmiş olsun.

13 Kasım 2009 Cuma

Kısa saçtan sıkıldım

Bugün buna kesin olarak karar verdim. Kısa saç bana göre değil. 10 yılda bir kestirmeme şaşmamak lazım anlayacağınız. Saçımı kestirme hikayemi şurada yazmıştım, ilgilenirseniz buyrun. Saçlarımın bir yerinde sonrasında kalan permalardan kurtulmak için 12 cm kestirdiğimi yazmıştım. Bende göz ve nizam olmadığı teşhisini kocam kesilen parçayı gördüğünde koymuştu. Meğer 16-17 cm kestirmişim. Durumun vehameti ortada.


İlk kesildiğinde çok mutluydum, hem permalardan kurtulduğum hem de değişiklik olduğu için. Sonra yavaş yavaş sıkılmaya başladım. O zaman modeli şöyleydi, arkalar biraz daha kısa, önler hafif daha uzun (Resimdeki modelde olduğu gibi). Algıda seçicilik olsa gerek bir baktım etrafımdaki bir sürü insanda aynı modelden var. 1-2 ay sonra biraz uzayınca gidip hepsini aynı boyda kestirdim birlikte uzasınlar diye. Hafif kat var ama olsun, idare ederler. Ama bu yağmurlu havalarda iyice sıkıldım. Nem yüzünden fön çeksem tutmamaya başladı. Zaten ince telliler, iyice yapışıyorlar kafama. Toplamaya kalksam minicik bir kuyruk oluyor (Kıtır'ın kuyruğu gibi ama onunki daha sevimli). Taç takınca bazen beğeniyorum bazen de besleme saçı gibi geliyor bana. Anlayacağınız kısa saçlardan feci sıkılmış durumdayım. Sabah öğrencileri sınav yaparken kızlara baktım, hepsinin saçları uzundu. Sinirim bozuldu iyice. Uzasın artık bu saçlar.

12 Kasım 2009 Perşembe

Kim Ki-Duk filmi

Dün gece cnbc-e'deki klasik Ghost Whisperer ağlamamdan sonra (aslında bu sefer çok iyi gidiyordum, herhalde ağlamayacağım derken son sahnelerde başladım yine. Buna da şükür ama, Melinda'nın kocasının öldüğü bölümden sonrakindeydi galiba, baştan itibaren ağlamaya başlamıştım) yatsam mı yatmasam mı derken Dünya Sineması kuşağı başladı. Filmin adı Spring, Summer, Fall, Winter and Spring. Kim Ki-Duk'un çektiği ve Winter and Spring bölümerinde kendisinin oynadığı bir film. Yaşlı bir keşiş ve minik bir öğrencinin göldeki bir platform-tapınak üzerinde yaşadıkları, minik bir sandalla etrafta dolaştıkları bir film. Her bir mevsim hayatlarındaki bir bölümü anlatıyor. Arka arkaya değil tabii, arada bayağı bir atlamalar da oluyor. Bol bol müzik, manzara, az konuşma ama konuştu mu da iyi konuştukları bir film. Ağır tempolu olduğunu anladığımda haydi kapatayım yatayım dedim ama acaba yaşlı keşiş buna diyecek, ne olacak diye bir baktım ki filmi bitirmişim. İlginç bir filmdi, seyredin diyemem yine de, seçim sizin.

İlk Spring bölümündeki şu diyalogu çok beğendim. Minik keşiş adayı önce bir balığa, sonra bir kurbağaya sonra da bir yılana taş bağlayıp hayvanların debelenip durmasını gülerek seyrediyordu. Hah, dedim, bu çocuktan keşiş meşiş olmaz. Yaşlı keşiş benimle aynı fikirde değildi herhalde. Çocuğu bu eylemler sırasında gördü ama tek kelime etmedi. Bizde olsa çocuğun kafasına bir şaplak atıp "ne yapıyorsun sen" diye güzel bir azarlama olurdu herhalde. Ama keşiş ders verecek ya, sustu. Ertesi sabah öğrenci uyanmadan (ne kadar ağır uykusu varmış bu arada) sırtına kocaman bir taş bağlıyor. Öğrenci "bu taşı çıkart" diye sızlandığında, "sana işkence gibi geliyor değil mi, o balığın da hissettiği buydu" vs. diyerek güzel bir ders veriyor. Ama taşı yine de çıkartmıyor. Demek daha ders bitmemiş. "Git o hayvanları taşlarından kurtar. Eğer ölmüş olurlarsa sırtındaki bu taşı ömür boyu kalbinde taşırsın" diye asıl dersi veriyor.

Sonrası mı? Çocuk kan ter içinde kalarak oraya tırman, buraya in derken hayvanları teker teer buluyor. Balık ölmüş, kurbağa çırpınıp duruyor bir yerlerde hala, yılanı ise bir başka hayvan öldürmüş, kan içinde. Çocuk feci bir ağlama krizine giriyor. keşiş de biraz yukarıdan sessiz sedasız seyrediyor çocuğun ağlamasını. Herhalde akıllanmıştır minik keşiş adayı değil mi? Bunu da Summer ve Fall bölümlerinde kendiniz görün en iyisi :)

11 Kasım 2009 Çarşamba

Oh, be sonunda geri döndü

Ayşe Teyze geri dönmüş, ne mutlu bize. ACE reklamları yoktu ne zamandır. Çantasında sürekli ACE marka çamaşır suyu, bazen de deterjanla dolaşan bir kadın ne kadar saçma gelse de alışmışız kendisine yıllardır. Neredeyse kendimi bildim bileli orada burada birilerini gözüne kestirip şapkadan tavşan çıkarır gibi çantasından öte beri çıkarır bu kadın. Fazla da yaşlanmadı, işin sırrı ACE'de olsa gerek. Bundan saçması olamaz derdim ama Perwoll reklamları tüy dikti. Bir dans gösterisine gidiyorsunuz ve elinizde Perwoll ile dolaşıyorsunuz. Ayşe Teyze en azından markette, sokakta çantasında taşıyordu. Sevgilinizin ablasını tanımıyorsunuz, ya da ikiz kızkardeşlere "ikizler herşeyi paylaşır mı" gibi dandik sorular soruyorsunuz. Ya da birisi erkek arkadaşınıza iltifat ediyor ama bir yandan da yiyecek gibi bakıyor ve siz o kadının saçını başını yolacağınıza veya elinizdeki deterjan şişesiyle kadının kafasına kafasına vuracağınıza "Perwolle yıkadım ondandır" diye kimbilir nereden çıkarttığınız deterjan şişesini gösteriyorsunuz. Yok arkadaş, Perwoll reklamları bizim için fazla modern, bizi Ayşe Teyze paklar. Hoşgeldin Ayşe Teyze. Özlemiştim seni. Söz artık gülmeyeceğim senin reklamlarına.

10 Kasım 2009 Salı

Bir 10 Kasım daha geçti, geçiyor

Daha önceki yıllarda ya Fakültede törende olurdum ya da yolda korna çalınırken arabanın içinde. Bu sefer otobüsteydim. Saat 9'u 5 geçe kornalar çalmaya başladığında toplam 5 kişi ayağa kalktık saygı duruşunda bulunmak için. Geri kalan yaklaşık 20 kişi oturmaya devam etti. Otobüsün motor gürültüsü korna sesini bastırıyor herhalde, duymuyorlar diye düşündüm ama insan neden bu 5 kişi otobüs dururken ayağa fırladı diye de mi düşünmez? Oturmaya ve ayağa kalkan bizlere aval aval bakmaya devam ettiler. Hiç mi şükran duymuyorlar Atatürk'e ve yaptıklarına anlamadım ki. Anlayacağımı da sanmıyorum.

Yolun yanındaki parkın Özel Güvenlik Görevlisi ise esas duruşa geçmiş selam veriyordu. Otobüstekilerden sonra onu görünce öyle duygulandım ki yine gözlerim doldu. İyice sulugöz oldum ben bu aralar.

Sen yine de rahat uyu Atam. Biliyorum etrafta o kadar çok kadir kıymet bilmez, seni unutmaya unutturmaya çalışan, yaptıklarından feyz almak istemeyen insan var ama hiç unutmayacak olan bizler de varız.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Pazar günüm nasıl geçti?

Aralıklı olarak ağlayarak geçti diyebilirim. Biri mutluluktan, biri öylesine biri de içimin acıması nedeniyle.

İlk ağlayışım uzun süredir görmediğim bir arkadaşımla yaptığım telefon konuşması nedeniyle. Ağustos'tan beri görmüyorum kendisini. Çok yakın arkadaşımdır, sürekli görüşürüz konuşuruz ama 3 aydır sesini duyamadım kendisini göremedim, iyilik haberlerini hep başkalarından aldım. Hastanede yatıyordu, çok büyük ameliyatlar geçirdi, yaşama tutundu canım arkadaşım, zaten bundan en ufak bir şüphem yoktu. İşte onunla konuştum dün. Öyle mutlu oldum ki mutluluktan ağladım.

Sonra kocamla film seyrettik. Herhalde önceki telefon konuşmasından olsa gerek, filmde ağladım (aslında sulugözüm biraz, normal birşey bu).

En son da haberlerde yavru bir kedi gösterdiler. Bir köpek kulübesinde bulup belediyeye haber vermişler. Veteriner gelmiş hemen hayvanı alıp hayvan barınağına götürmüş, kalp masajı yapmışlar, hayata döndürmüşler. O hayvanın yüzündeki ifade, veterinerin minik kalbine masaj yapışı (ki kedilerin kalbi nerededir bilmiyorum bile), o minicik hayvanı kurtarmak için çaba sarfetmeleri öyle duygulandırdı ki beni. Bak şimdi de doldu gözlerim hay aksi.

Allah hep mutluluk gözyaşları versin hepimize.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Biraz hastalık biraz iş

Biraz hastalık, feci yağan yağmurda şemsiyeye rağmen dizlerime kadar ıslanma bu nedenle 1 gün fakülteye gidememe, evde yatıp oradan oraya devrilerek yatma, sınavların başlaması, cuma günü tüm gün süren bir toplantı, yine cuma günü annemlerin nihayet yazlık faslını kapatarak geri dönmesi derken yine yoğun ve rüzgar gibi geçen bir hafta yaşadım. Haftaya daha da çok işim olacak. Okunacak sınav kağıtları, projeyle ilgili yapılacak evrak işleri ve analizler var. Kendimi laboratuara kapatıp çıkmasam iyi olacak galiba işlerin yetişmesi için. Birden soğuyan ve beni hasta eden havalar (ama direndim hastalığa, bütün gün yatınca ilaçsız atlabildim) bugün feci halde sıcak ve güneşli. Aldanmamı bekliyor biliyorum. İnce giyinsem hemen soğuyacak ve beni süründürmeye çalışacak ama yok öyle. Botlarımı çizmelerimi çıkardım, ayaklarımda kalın çoraplar, üstüm hava sıcaklığındaki değişikliklere karşı giy-çıkar şeklinde lahana modeli, dolabımda bir sürü mandalina ve limon. Artık beni hasta edemeyeceksin boşa uğraşma, haydi başka kapıya.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Asla kıskanmıyorum, biraz imrenme, biraz burulma o kadar

Hayatımda kimseyi kıskanmadım. Kıskanmaktan kastım kocamı kıskanmak değil tabii, aşığım adama, kıskanıyorum haliyle o kadar olacak. Bu bahsettiğim kıskanmak elalemi kıskanmak şeklinde olan. Kimseyi kıskanmadım şimdiye kadar. Birisi aşama mı kaydetti, birşey mi aldı, sevindim hep onların adına. Hep iyi şeyler düşündüm, en fazla imrendim, keşke benim de olsa dedim belki ama asla kıskanmadım, kimsenin malına, başarısına hasetle, kem gözle bakmadım.

Bu aralar imrendiğim birşey var. Bu sefer sadece imrenmiyorum, içim de buruluyor ister istemez. Biliyorum herşeyin bir zamanı var, bazı şeyler o olması gereken zamandan önce ne kadar istesek de olmuyor ama bunu bilmek pek kolaylaştırmıyor. Hayırlısını diliyorum hep, demek şimdi hayırlı bir zaman değilmiş, daha zamanı gelmemiş diyorum, yaşıtlarımın boyumca çocuklarının olmasına da alıştım hatta, ne de olsa geç evlendim, bu benim seçimimdi ama geçen Nisan'dan beri facebookta, orada burada eski öğrencilerimin bebeklerinin olduğunu veya hamile olduklarını gördükçe ister istemez içim buruluyor. Onların adına çok seviniyorum, daha 5-6 yıl önce ders anlattığım gençlerin artık iş güç sahibi, evli barklı genç insanlar haline geldiğini görmek beni mutlu ediyor, liseden hemen sonraki hallerini gördüğüm için anne-baba olmaları ise şaşırtıyor ama dediğim gibi asla kıskanmıyorum. Herşeyin sırası var, ben de sıramı bekliyorum içim biraz buruk.

Kıtır-2

Yeni Kıtır'ımızdan bahsedemedim sizlere. Gelişi biraz uzun sürdü, çok bekledik onu. Gonzales yetiştiren bir arkadaşım var (maalesef bu işi bırakıyor). Nasıl bir Kıtır istediğimizi sordu ve farklı tiplere ait bir sürü fotoğraf verdi. Biz de 16 farklı tipin arasından seçim yaptık. Seçimi MSN üzerinden güzellik yarışması şeklinde gerçekleştirdik. İnternetin bir ucunda ben, diğer ucunda kocam fotoğraflara puan verdik. Önce ilk 10 sonra ilk 5 ve daha sonra da ilk 3'ü belirledik. Daha sonra seçilen hayvanın görevlerini yürütemeyeceği anlaşıldı ve 1st runner-up, daha sonra 2nd runner- up ve sonrasında da kimbilir kaçıncı runner-up tacı giydi. İşin özü şu, arkadaşım damızlıkları bir araya getiriyor ama sonuçta çıkan yavrular fotoğraftakiler gibi olmayabiliyor. Genetik bizim yarışmamızın farkında değil tabi. Peki tek kriterimiz bu muydu? Hayır. Erkek olması ve kırmızı gözlü olmaması gerekiyordu. Bu yüzden ilk çiftleşmede olmadı, ikinci çiftleşmede olmadı, ancak 1.5-2 ay sonra minik Kıtır'ımıza kavuştuk. Kendisi bir önceki Kıtır'ımızın aynısı. Gerçi bu sadece dış görünüş açısından benzerlikmiş, geçen hafta bunu anladık.
Kıtır'ımızı 2 hafta önce eve götürdüm. Kıtır-1 2 kez tatile gitmişti, eve gidişi de kocamın şoförlüğünde arabayla olmuştu. Kıtır -2 ise hızlı trenle evine gitti, hem de business class'ta. Daha hızlı trene binmemiş bir sürü insan var ülkemizde, Kıtır onlara fark atarak başladı hayatına. Öbür Kıtır'ımız kocamanmış bunun yanında, bu minicik bir şey, parmak çocuk gibi. Bayıldık kendisine. 12 gramlık minik bir bebek.

Nasıl aynı anne babadan doğan kardeşler aynı olmuyorsa bu Kıtır'ımız da görünüş haricinde diğerinden oldukça farklı. Kafesine koyduğumuzda hemen etrafı araştırmaya girişti ama içerideki tekerle kesinlikle ilgilenmedi. Kıtır-1 geceleri tekerden inmez, fıldır fıldır koşar dururdu. Bu hayvanların yatmak ve dışkılamak için belli yerler seçiyor olmalarına rağmen Kıtır-1'in böyle bir alışkanlığı yoktu. Kıtır-2 ise bu konuda kesinlikle bir sınır çizmiş durumda (1-2 ufak vaka haricinde). Tekerle ilgilenmiyor (tahminimizce henüz çeviremiyor, bu hafta 13 gram olmuş, ne yapsın minicik hayvan, biraz daha büyüyünce artık). Kıtır-1 tellere tırmanır bir süre sonra yere düşerdi, kafesi açık bıraktığımızda çıkamazdı ama bu ortalığın tozunu attıracak gibi. Tellere büyük bir ustalıkla tırmanıyor, fazla düşmüyor ve işi abartarak komando eğitimi görür gibi kafesin üst kısmında ön ayaklarıyla bir uçtan öbür uca dolaşıyor. Sağdan sola git, oradan arkaya devam et derken örümcek adam gibi dolaşıyor. Uyku düzeni tüm bebeklerde olduğu gibi henüz oturmamış. Biz yanındaysak uyanık ve numaralar sergiliyor, tellerin yanına gelip bize bakıyor ve Kıtır-1'den çok daha fazla yemek yiyor. Galiba bizi seviyor çünkü biz etraftaysak hep kafesin yanında bize bakıyor ve elimize aldığımızda hiç ısırmıyor. Kıtır-1'in reenkarnasyonla bize geri döndüğünü düşünüyoruz. Kocam dün akşam arayıp nihayet tekeri keşfettiğini söyledi, garibim minicik kütlesiyle çevirmeye çalışıyormuş. Sizin için fotoğrafını çekeyim dedim ama hayvan o kadar hareketli ki makineyi hızlı çekime ayarlamama rağmen çekilen tüm fotoğraflar flu. Tek bir poz var, o da kocamın elleriyle sabitlediği poz. İşte koca kulaklı minik Kıtır'ımız. Komando Kıtır'ın minik bir videosunu da ekliyorum. Belki G-Force filminin ikincisini çekerler de bir yapımcı bizim Kıtır'ı keşfeder :)
(Videoda düştüğüne bakmayın, artık iyice ustalaştı, hiç düşmeden dakikalarca tüm hünerlerini sergilediği daha uzun bir video da var ama buraya ekleyemem sanıyorum). İşte minik komandomuz.

3 Kasım 2009 Salı

Zaman bu aralar daha mı hızlı akıyor ne?

Bu aralar yine hiçbir şeye yetişemiyorum. Geçen hafta tatil yapıyorum oh ne güzel demenin acısı çıkıyor anlaşılan. Hoş, geçen hafta tatil olmasaydı eminim ki yine böyle hay huy içinde geçerdi. Bu dönem daha rahat bir dönem aslında bizim için ama nedense bu yıl öyle olmuyor. Gelecek dönemi düşünmek bile istemiyorum. Üstelik artık doçentlik sınavı için de yavaştan çalışmaya başlamam lazım.

Minik not defterime yapılacak işler diye bir başlık attım. İşleri "Evde yapılacak işler, Dışarıda yapılacak işler" ve "Okulda yapılacak işler" diye 3'e böldüm. Sabahtan beri okul kısmındaki kaç işi bitirebildim peki? Sadece 1 çünkü sürekli başla şeyler çıkıyor, başka işler giriyor araya. Yeni çıkan işlerin sonraki safhalarını da ekliyorum, liste uzadıkça uzuyor benim de içim sıkılıyor. Benden 1-2 tane daha olsaydı ya da Harry Potter serisinin birindeki gibi zamanı ileri geri alabilen bir aparatım olsaydı da 2 gün önceye, 5 gün sonraya gidip gelip işlerimi rahatlıkla bitirebilseydim.
Herkes mi böyle yoksa ben mi zamanımı iyi ayarlayamıyorum bilmiyorum ki. Bunu az önce proje için yanına gittiğim memur arkadaşın yanındaki masada oturup okey oynayan gence sorayım en iyisi.

31 Ekim 2009 Cumartesi

Biliyordum ama hiç görmemiştim

Daha önceden biliyordum böyle yaptıklarını ama hiç gözlerimle görmemiştim. Kargalardan bahsediyorum, ceviz, fındık vs. yemek için yere fırlatıp sonra da afiyetle yemelerinden. Bugün kocam bir benzinlikte tekerlere hava basarken kargalardan birine takıldı gözüm. Yere bir şey düştü gagasından, o da hemen sonra yanına konunca gözüm takıldı. Gagasına aldı artık o herneyse, 1-2 dairesel tur atıp havalandı ve kendince yeterli yüksekliğe ulaşınca attı aşağıya. Bu sefer kırıldı herhalde ki sakin bir köşeye gitti, bir daha da ortalarda görünmedi.

Topkapı Sarayı'nın mermerlerini ceviz kıra kıra mahvettiklerini okumuştum. Turistlerin kafasına da atıp korkutuyorlarmış hatta. "Personel başa çıkamıyor, koskoca saray ceviz kıran kargalarla kaynıyor" yazıyordu geçen sene okuduğum bir haberde. Bugün tanıklık etmiş oldum kendi gözlerimle. Kocam da gördü ve "fiziği en iyi kullanan hayvanlar kargalar bence" dedi. Yılların tecrübesi de var tabii hayvanlarda. Belki de Newton'ın kafasına elma düşerken bu karga da biraz ötede ceviz kırıyordu :)

28 Ekim 2009 Çarşamba

Tatildeyim oh ne ala

Bu öğleden sonra resmen başlayan tatil cuma günü de izin almamla birlikte benim için 5 güne çıkmış oldu. Geçen 2 haftanın yorgunluğunu atarım belki ama evde de ihmal ettiğim bir oda var. Aslında kibrit döküp yaksam olacak, o derece. Yarın öbür gün sıkı bir şekilde girişip temizlemeli, ileride çok fazla fırsatım olmayacak. Havalar soğuyacakmış Pazar gününden itibaren, kışlıkları da yavaş yavaş çıkarmalı. Ay içim sıkıldı şimdiden.

Hayatta güzel şeyler de oluyor, minik de olsa bunlar insanı mutlu ediyor işte. Geçen cuma günü dışarıdan nooddle siparişi vermiştim kocam için. Yoldan yeni gelince ve yemek hazırlama modunda olmayınca istedik işte ama ben yemedim :) Orta yaşlı bir adam getirdi siparişi. Bahşiş vermek istediğimde "öğrenciyseniz almayayım" dedi. Yok dedim, değilim. Ama adamcağızın bu dediği çok hoşuma gitti. Beni öğrenci sanması da ayrıca güzel tabii. Yüzüme aptalca bir sırıtış yerleşti bütün akşam.

Hocam cep telefonunu otobüste düşürmüş, şoför sabah arayıp sizin oradan geçiyorum, dışarı çıkın da vereyim demiş. Bu devirde oldukça şaşırtıcı. Hala böyle dürüst insanlar kalmış demek ki.

Öte yandan apartmandan girerken arkamdan bir anne kızın da geldiğini görüp kapıyı açtıktan sonra onlar da geçsin diye kapıyı tutup beklediğim için kendimi kınıyorum. İnsan bir teşekkür eder ya. Keşke suratlarına şak diye çarpsaydım. Yapılan jestlere bırak teşekkürü, bir tebessümü çok gören insancıkları şiddetle kınıyorum.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Yoruldum iyice ama değecek umarım

Çok yorgunum hala. Bugünüm de koşturmaca içinde geçti ama kendi işimle ilgili koşturdum. Koşturmaca derken, odamdan pek dışarıya çıkmadım aslında. İncik cincik bir dosya hazırlama işi vardı. Acaba şu mu kastediliyor, yoksa şu mu? Şunun fotokopisini aldım mı? Eksik olursa ne olur? Zarf boyutunu başka bir yerde B5 yazmışlardı, ne zaman A5 oldu? Böyle böyle derken zihnim feci halde yoruldu. Zihinsel yorgunluk fiziksel yorgunluğa bin basar. Bu akşamı kısa sürede sızarak tamamlayacağım sanırım.

Bütün gün uğraştığım şey Doçentlik başvuru dosyam. Oda arkadaşım ve ben nihayet başvuruyoruz. Daha önce başvuramadık, acaba yayın aşamasını geçer miyiz, bu dönem ders çalışabilir miyiz diye erteledik durduk ki bizim anabilim dalında asistan sayısı çok az olduğu için diğer anabilim dallarındaki arkadaşların yaptığı gibi kendimizi odamıza veya kütüphaneye kapatma veya evde kalıp ders çalışma lüksümüz yok. Sürekli öğrenci işleri ve ekstra bölüm işleriyle uğraşmak zorundayız. Oysa bizim emsallerimiz çoktan bu ıvır zıvır görevleri kendilerinden sonra gelen küçüklere devrettiler, biz hala perişanız. Neyse, artık başvurma zamanı geldi. Aslında geçen Nisan ayında başvuracaktım ama bu Ekim ayı için daha farklı planlarım vardı, o yüzden öncelik sıralamamda arkalara atmıştım bu işi. Neyse, herşeyin hayırlısı.

İşte sonuç olarak yarın başvurumuzu yapıyoruz. Çalışacak o kadar fazla şey var ki, nasıl yaparız hiç bilmiyorum ama adımı atmak gerekiyor bir şekilde. Başlamak bitirmenin yarısı derler, başlayalım da elbet gerisi gelir.

Çok sevdiğim biri daha var Doçentlik sırasında olan. Darısı ona diyorum, bir an önce başvurmasını o kadar çok istiyorum ki. Umarım beni duyar da gerekenleri bir an önce tamamlar :))

25 Ekim 2009 Pazar

Tiglon sen adamı öldürürsün

Dün kocamla Migros'a alişverişe gittik. Indiana Jones serisinin 4. filmini 9.90'a inmiş görünce haydi alalım serideki eksiğimizi tamamlayalım dedik. Zamanında 3 filmi seri halde kutulu olarak almış kenara koymuşuz, 4.'yü çekmenin ne manası vardı Spielberg, bak senin yüzünden 4. öksüz kaldı diğerlerinin yanında.

Neyse. Eve gelince haydi seyredelim filmi bir kez daha dedik. Ambalajı açtık ve ne gördük dersiniz? Orijinal naylonu içindeki açılmamış üründen Serdar Ortaç'ın Nefes cd'si çıktı. Öylece bakakaldık. Bugün geri götürdük, müşteri hizmetlerindeki kızlar da şaştılar kaldılar. Yenisiyle değiştirdik ve bu sefer oracıkta açarak başka bir sürprizle karşılaşmayacağımızdan emin olduk.

Acaba dedik tiglon bir kampanya yaptı da bu cd'yi bulana ödül mü veriyor? Vermiyormuş. Herhalde şirkette dvd kopyalamada çalışanlardan biri bir yandan müzik dinlerken yanlışlıkla kutuya bunu koymuş olmalı, aklımıza başka bir açıklama gelmiyor çünkü. Ne aramıştır o cd'yi kimbilir. Bizi güldürdün ya tiglon, sağolasın varolasın.

Bu arada evimizin yeni üyesi nihayet aramıza katıldı. Çok tatlı, 12 gramlık minik bir Kıtır. Fotoğrafını çekmedim henüz, yarına ekleyebilirim umarım.

22 Ekim 2009 Perşembe

Meğer ne kadar yanılmışım

Kitabını okudum, filmini seyrettim ama aslında hep yanlış biliyormuşum. 37 yaşımda öğrendim gerçeği ve utandım. Atos, Portos, Aramis aslında silahşör değilmiş, silahşormuş iyi mi. Haftasonu Milliyet Gazetesi kitap verdi. Kitabın adı 3 Silahşorlar. Kocama "aaa, yanlış yazmışlar" derken Hurriyet'in yine ayni gün verdigi İmla Kılavuzuna baktık ve gördük ki doğruymuş. Kendimden o kadar eminim ki haydi o da hatalı yazdı diye Türk Dil Kurumu'nun sayfasına girdim baktım, aynen silahşor yazıyordu. Kendimden utandım. Oda arkadaşıma sordum (ki Türkçeyi çok güzel kullanan biridir) o da benim gibi yanlış biliyormuş. O da utandı. Milliyet'e teşekkür ederim, bir hatadan döndürdü beni.

Bu arada "teşekkür ettim" diye konuşan tipler var ortalıkta. Ya da "teşekkür ediyor" olanlar. Teşekkür ederim değil midir bunun doğrusu? Gerçi silahşörden sonra kendimden şüphelenmem lazım belki de ama hayır, bunun doğrusu "teşekkür ederim"dir, diğerleri değil.

Yine çok yorgunum bugün. Haftasonu gelse de artık dinlensem biraz evime gidip. Gerçi Bedük geliyor yarın Eskişehir'e. Çok gitmek istiyorum ama herhalde bu yorgunlukla perişan olurum. Adamcağız sahneye 7'de çıkıp 9'da inecek değil ya ben erkenden eve gidip uyuyayım diye. Anlaşılan yine kaçacak Bedük konseri.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Grip olmak ya da olmamak

Domuz gribi vakalarının sayısı artıyor. Buna rağmen en basit önlem olan hapşururken, öksürürken ağzımızı kapatalım kuralına uymuyoruz. Akşam otobüste yanımdaki kız öksürüp durdu sinir oldum. Bir ara çantasında birşeyler aradı. Hah, mendil arıyor derken cep telefonunuu çıkardı radyo dinlemeye başladı salak. Sen hasta oldun diye ben de mi hastalanmak zorundayım kardeşim. Yok ya, biz adam olmayız. Haberlerde bir adama maske takar mısınız diye sordular, o da takmam dedi. Bravo. Hatta muhabir "salgın hastalıklardan korkmuyor musunuz?" diye sorunca da karısını gösterip "işte bulaşıcı hastalık bu" diyerek keh keh güldü. Pes diyorum insanımıza.

Şimdi de babaannesini 100 lira için döverek öldüren torundan bahsediyorlar. Artık haber seyretmeye dayanamacağım galiba. Zaten yorgunum yine feci halde, gidip yatayım bari.

Önce gidip ellerimi yıkayayım da, nolur nolmaz. Bu arada bana bizim üniversite hocalarından bir mail geldi, ondan aklımda kalanları yazayım. Domuz gribine karşı boğazınıza gargara yapın, burnunuza gün içinde tuzlu su çekin diyorlar. Bu virüslerin vücuda giriş yolu burun delikleri ve ağız, bu yüzden tuzlu suyla yıkayarak veya gargara yaparak virüsleri uzaklaştırın, çoğalmalarını önleyin diyorlar. Gün içinde sıcak içecekler tüketmek de faydalıymış çünkü virüsleri beraberinde mideye götürüyormuş, midenin asidik ortamı virüs için pek elverişli bir ortam olmuyormuş. Yarın detaylı şekilde okuyayım.

Hepiniz kendinize iyi bakın.

20 Ekim 2009 Salı

Yine ama niye yoğunum ve bir mim

Bugün dünden yoğun geçti ve anlaşılan bu haftam komple böyle geçecek. Bir başka üniversiteden 3 doktora öğrencisi HPLC analizi için geldiler, onlara cihazın tanıtılması, analizlerin öğretilmesi gerekiyordu. Dün bir miktar hazırlıkla geçti, bu sabah da cihazı satan firmadan bir arkadaş sağolsun gelip kısa bir tanıtım yaptı. Buraya kadar herşey normal. Öğleden sonra sorunlar çıkmaya başladı. Kolon dengelenmedi, analizler iyi çıkmadı, kolon değiştirmek istediğimde metaller neredeyse birbirine kaynamıştı, güç bela başardığımda sızıntı yaptı, sistem kendini otomatik olarak kapatmaya başladı, liyofilizatöre numune takayım dediğimde günlerdir gül gibi çalışan cihaz vakumu düşürememeye başladı derken hepsi halloldu. Ama sonuç olarak ben bittim. 2 kat aşağı in, tekrar yukarı çık, diğer binaya git, odaya git, hocaya git vs derken ayaklarıma karasular indi. Öyle ki dere yatağı kenarında falan olsam sel basacak, o derece. Eve gelirken otobüsün gelmemesi, alternatif bir güzergahla sürünmek de eklenince fazla dayanmam herhalde bu gece, Gossip Girl biter bitmez sızar kalırım. Haftasonuna kadar böyle. Gelecek hafta da bu gazla kendi çalışmalarıma girişirim herhalde. Üstümdeki ölü toprağını silkiyorum en azından, öyle düşüneyim.

Ne internete bakabildim adam gibi, ne blog okuyabildim. Seyhan'ın mimini yeni cevaplayabiliyorum, gecikme için kusuruma bakmayın artık.

1- En çok sevdiğiniz 3 çiçek ismi:
İki tane yazabiliyorum: Nergis ve Kasımpatı

2-Gerçekleşmesini istediğiniz 3 hayaliniz:
Kocamla birlikte Japonya'ya gidip "bak ben burada şunu yapmıştım, oraya şöyle gitmiştim" diye kafa ütülemek.

Ailemde herkesin ihtiyacını karşılayacak kadar çok paramın olması.

Şu anki en büyük hayalim bana kalsın olur mu.

3- En sevdiğiniz ve sevmediğiniz 3 huyunuz:
Kendime karşı objektif olamam ki. Bunu geçmek zorundayım.

4- Gıcık olduğunuz 3 hareket:
Sadece 3 mü? Seçeyim o zaman:
i) Ağız açık sakız çiğnenmesi bir de utanmadan balon yapılıp patlatılması.
ii) Ağız açık yemek yenilmesi.
iii) Riyakarlık

5- Bu benim bugüne kadar olan en kara günümdü, dünya başıma yıkıldı ve bir daha ayağa kalkamam diye düşündüğünüz olay?
Olaylara iyi yönünden bakmak, herşeyde bir hayır görmek lazım yoksa yaşanmaz. Bu soruyu da cevaplamasam iyi olur galiba.

Gelelim kimleri mimleyeceğime. Herkes mimlenmekten hoşlanmıyor biliyorum, o yüzden kimseyi mimlemiyorum. Soruları cevaplamak isteyen herkes buyursun gelsin.

19 Ekim 2009 Pazartesi

Yine yoğunum

En son Perşembe günü yazabildim galiba. Cuma günü iş güç, kocamın gelişi derken ışık hızıyla geçti. Akşamı ve ertesi günün büyük bir kısmını hafif grip başlangıcıyla yatarak geçirdim (domuz gribi değil endişe etmeyin). Cumartesi akşamı ağbimin gelişi, suşi yapışı, iki arkadaşımızın da gelişi, Melekler ve Şeytanların seyredilişi derken geçti gitti. Pazar günü biraz daha toparlayınca kocamla çıkıp gezdik biraz. Böyle geçti işte günlerim. Kutlamalarımızın son haftası istediğimiz gibi olmadı ben sürekli yatınca ama Pazar günü toparlayabildim neyse ki. Sabah kocamı uğurlama, okula gitme, analiz için cihazı kontrol etme, yöntem tarama, ekstra işler vs derken akşam oluvermiş bile. Artık çıkıp eve gitmeli, yoruldum çünkü. Kapının önünde Denizyıldızı dizisinin çekimleri var, acaba tam çekim sırasında arkadan geçersem dizi yıldızı oldum sayabilir miyiz? Ya da beni çok fotojenik bulup rol teklif ederler mi?

Gidip dinleneyim ben, yorgunluktan saçmalamaya başladım galiba artık :)

15 Ekim 2009 Perşembe

Yollarda gördüklerim

Otobüste geçirdiğim zamanı eğer oturuyorsam kitap-dergi okumakla, ayakta gidiyorsam da etrafa bakarak geçiriyorum. Bu sabah gördüğüm şey tam bir dumur vakası. Mamak'ta bulunan özel bir hastanenin hasta servisini gördüm. Hastanenin adı Özel Veni Vidi Mamak Hastanesi. Neden Veni Vidi, Vici'ye nolmuş bilmiyorum. Hastane sahipleri nasıl bir ruh hali içindeydiler ki bu ismi koydular anlamadım. Yanlış gördüm herhalde dedim ama bilakis doğru, internet sitelerinden kontrol ettim.

Adı Veni Vidi olan hastaneye gider miyim? Hayır gitmem. Veni Vidi Vici Geldim Gördüm Yendim demek ne de olsa. Eee, geldim gördüm ama Vici yok, o zaman bu hastalığı yenemedim anlamına gelmez mi? Ne yapayım ben böyle başarısız hastaneyi? Şaka bir yana sahiplerine neden bu adı seçtiklerini sormak isterdim doğrusu.

Dumansız hava sahası nedeniyle herkes kapı önlerinde içiyor sigaralarını biliyorsunuz. Maltepe'de gördüğüm sahnede ise adamcağızın biri kapı önünde pipo içiyordu. Haydi sigarayı anladım, 3-5 nefes çekince bitiyor içeri giriliyor ama pipo keyif işi değil mi? Kapıda içilecek bir tütün mamulü değil bence. Şaşırdım işte. Bugün ne çok şaşırmışım ben de.

Yine yoğun bir gün geçirdim, oraya koş buraya koş derken eve çok geç geldim. Şimdi de biraz ortalığı toplamam ve yemek yapmam lazım çünkü kocam evlilik yıldönümü kutlama etkinliklerimiz kapsamında yarın Ankara'ya geliyor. Ağbim de gelip sushi yapacak hatta. Ben önceki sushi partimizin fotoğraflarını hala koymadım galiba. İkisini birleştiririm artık. İşler beni bekler. Veni Vidi Vici.

14 Ekim 2009 Çarşamba

Ne acı bir haber

Siz de okumuş veya haberlerde seyretmişsinizdir "Gelinlikle çıktığı eve kefenle döndü" haberini. Ne acı bir şey, Allah öncelikle annesine, babasına ve sonra eşine sabır versin. Anne baba güle oynaya uğurladıkları kızlarının "biz vardık" haberini beklerken ölüm haberini alıyor. Gerçekten de çok acı. Eşi hala yoğun bakımdaymış, acaba karısının öldüğünü biliyor mu? Öğrenince yaşayacağı acıya bir de arabayı kullandığı için vicdan azabı eklenecek. Kararan hayatların yanında yaşam bulanlar da var ama. Ailesi kızlarının organlarını bağışlamış. Onların sayesinde birkaç kişi yaşama tutunacak, sağolsunlar.

Bu haberi okuyunca aklıma kendi balayı yolculuğumuz geldi. 11 Ekim 2004'te, ben 2 günlük evliyken belki de bizim haberimiz olacaktı, 2 günlük gelindi vs. diye. Neyse ki verilmiş sadakamız varmış, birşey olmadan atlattık. Ailelerimize, daha doğrusu kimseye söylemedik üzülmesinler diye. Hala da bilmiyorlar ama bu haberi görünce bloguma yazmak istedim.

Pazartesi günü Antalya'ya doğru erkenden güle oynaya yola çıkmıştık. Kocamın Fiat Tipo'su vardı o zaman. Kemerlerimizi taktık, gideceğimiz otel hakkında konuşa konuşa gidiyorduk. Kütahya'yı geçtikten sonraydı herhalde, kocam arabadan bir ses geldiğini farketti. Sürekli arabanın tıkırtılarını dinler zaten, iyi ki dinliyormuş. Arabada bir sorun olduğu aklımıza gelmedi çünkü uzun yola çıkacağımız için bakım yaptırmıştık. Hala da her yıl yaz tatiline gitmeden önce yaptırırız.

Neyse. Bir yerlerden hızlandıkça artan bir ses geliyordu, tekerlerde bir problem mi var acaba diye bir tamirci bulduk ve durduk. Tamirci "abi, iyi ki gelmişsiniz" dedi. Meğer arabanın bakımını yapan usta tekerleri kontrol ettikten sonra ne denir o vidalara şimdi aklıma gelmedi, sıkmayı unutmuş. Vidaların 2 tanesi gevşek olduğu için biz hızlandıkça baş tarafları kopmuş gitmiş, tekeri tutan tek bir vida kalmış, o da yakında gidiciymiş. Detayları çok da hatırlamıyorum aslında, kötü bir tecrübeydi, aklımdan silmeye çalışmışım galiba. Kocam daha detaylı hatırlıyordur.

Hızlı giderken tekerin patlaması da çok kötü bir şey ama sürücü tecrübeliyse toparlama imkanı olabilir. Bu durumda ise sol ön teker fırlayıp gidecek, biz de kimbilir ne hale gelecektik. Orada 1-2 saat kadar kalıp yaptırdık ve sonrasında yolumuza devam ettik. Ne mutlu bize ki biraz gecikmeli de olsa ailelerimizi arayıp "biz vardık" diyebildik. Verilmiş sadakamız varmış herhalde.
Keşke o kızcağız da arayıp "vardık" diyebilseydi ama galiba kader işe karışıyor burada. Allah geride kalanlara sabır versin.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Farmville çılgınlığı

Facebook'ta Farmville diye sanal çiftçilik uygulaması var biliyorsunuz. Arkadaşlarımın pek çoğu bana davet gönderip duruyor, hepsini de şık bir mouse hareketiyle reddediyorum. Çilek toplamak için koştura koştura eve gidenleri, internet peşinde koşanları görüyor, gördükçe de hallerine üzülüyorum. Slayer, Vampir vs. var bende ama oynamazsan efendi efendi duruyorlar bir kenarda. Bunun gibi ürünü toplamadın, çürüdü, yandı bitti kül oldu olmuyor.

Geçenlerde aldığım bir daveti tam otomatik olarak silecekken kocamdan geldiğini şaşkınlıkla gördüm. Bilgisayar oyunlarına pek pas vermeyen kocam da artık bir farmville bağımlısı olmuştu. Yıldönümümüzde fotoğraf çektirdikten sonra koşturarak kabaklarımı toplamam lazım diye beni salonda öylece bırakıp gittiğini yazmıştım geçen gün. Kabakları topladı, önce pamuk ekmeye niyetliydi ama sonra dolmalık bibere geçti. "2 günde olgunlaşırsa şu saatte toplar, şunları ekerim, sonra da şunu yaparım" vs. gibi planlar içinde sürekli olarak. İşin garibi, atları ne yapacak ben de onu merak ediyorum şimdi.

Sanal alemde pek çok kişi kendini bu çılgınlığa kaptırmış durumda. Ben aralarına karışmak istemiyorum. Aslında kocamla birşey daha paylaşmak "adına" (nefret ediyorum bu kelimeden, özellikle yazdım :) ) gireyim mi diye düşünüyorum zaman zaman ama hemen sonra vazgeçiyorum. Hayatıma bir de çilek toplama-toplamama stresini sokamam.

Oynayanlara benden selam olsun ama ben şimdilik almayayım. Yıllar önce Tamaguchi'ler vardı hatırlar mısınız? Benim yoktu ama bir arkadaşımın vardı ve bir süreliğine bana vermişti. Asistanlığımın ilk yılındaydım. Köpeği besle, eğlendir, uyut vs. alarm verip duruyordu o minicik alet. Hocalarla beraber sınav kağıdı okurken birden bir yerlerde alarm ötmeye başlıyor ve ben hayvana süt falan içiriyorum. Hocalar sağolsunlar ilgilendiler o ne falan filan diye ama eminim ki "asistan olarak nasıl bir manyak aldık biz" diye hayıflanmışlardır. Neyseki geldi, geçti, kendimi kurtardım o çılgınlıktan. Bir de furby diye birşeyler vardı galiba. Sekreterlerden birinde de o vardı. Vay canına, ne manyak şeyler çıkarıyor bu oyun-oyuncak sektörü.

Eski bir Tamaguchi bağımlısı olarak Farmville'e bulaşmayı düşünmüyorum. Ama never say never demişler, yine de büyük konuşmasam iyi olur.

11 Ekim 2009 Pazar

Hani artık olmayacaktı?

Az önce gazetede gördüğüm haber beni feci halde hayal kırıklığına uğrattı. Saatler 25 Ekim' 2009 tarihinde saat 4'te geri alınacakmış. Aylar önce birileri çıkıp artık saatler ileri geri alınmayacak dememiş miydi? Araştırıp ona göre karar verilecek denmemiş miydi? Ben mi yanlış hatırlıyorum? Ben mi uyduruyorum?

Saatlerle oynanmasından hiç hoşlanmıyorum. Kışın zaten erkenden hava kararıyor, bunu daha da erkene çekmenin anlamı ne? Elektrik tasarrufu yapılıyormuş, nasıl yapılıyor biri bana açıklasın. Erkenden yakıyoruz lambaları, sabahları desen öyle, ne anladım ben bu işten?

Şimdiden içim karardı. Benim saatimi şimdiden geri aldılar :(

Geçen 9 Ekim'in ardından

Bir 9 Ekim daha geçti gitti. Aslında kutlamalarımıza erken başladık bu yıl. Aynen yaşgünü kutlamalarımız gibi 3 haftalık bir kutlama şeklinde yaydık. 1 hafta önce güzel bir yemeğe çıktık ve hediyelerimizi verdik. Bu hafta ben izin alıp perşembe akşamı geldim eve ve gece 12'de birbirimizi öperek ilk resmi kutlamamızı gerçekleştirmiş olduk. Kocam da cuma günü izin alacaktı ama fakülteye gitmesi gerekince ekmeğime yağ sürmüş oldu. Sabahtan akşam yemeği için alışverişimi hallettim, öğleden sonra saçımı yaptırdım, küçük bir çiçek buketi yaptırdım, kalp şeklinde bir kutu içine çikolata doldurttum ve fakültenin yolunu tuttum. Benim sürprizlerim onunkiler kadar büyük olmuyor ama yine de güzeldi. Eve dönerken pastamızı da aldık, artık resmi kutlama için hazırdık.

Daha önce bahsetmiştim size, 5. yıl için tekrar gelin-damat fotoğrafı çektirmek gibi bir planım vardı. Gelinliğimin içine rahatlıkla sığabiliyorum ne de olsa. Hatta kocamın dediğine göre (ki evlendiğimizde 57 kiloydum ben, şu anda 60-61 arası) çok daha iyi görünüyormuşum gelinlikle (yağlar gidiyor tabii, vücut dengeli şekilde kilo veriyor, kastan kaybetmiyor). Ankara'da 1-2 fotoğraf stüdyosu bile araştırmıştım hatta. Gelinliğimi kuru temizlemeye verecek, Ankara'daki kuaförümü ayarlayacak ve 5. yıl fotoğrafları çektirecektik. Ama son anda saçlarımı kısa kestirmiş olduğum aklıma geldi. Bu saçtan topuz yapılmaz.Hayal kırıklığına uğradım ama pes etmedim, madem öyle o zaman biz çekeriz fotoğrafları dedim ve kocamla giyindik kuşandık (o biraz söylendi ama karısını mutlu etmek için kısa kesti) ve salondaki duvarda duran gelinlik fotoğrafımızın altına geçtik. 4-5 poz orada, 5-6 poz burada derken hevesimi aldım. Kamerayı ayarla, koş pozunu al, git fotoğrafa bak, tekrar ayarla derken kocam biraz yoruldu. Bir de fotoğraflar tabii ki çok çok iyi olmadı ama olsun, güzel bir hatıra oldu. Saçlarım biraz uzasın sonra asıl planı uygulamaya geçeceğiz, kocam bana söz verdi. Tabii ona damatlık yerine giyebileceği güzel bir takım elbise almamız lazım çünkü o da feci zayıfladığı için damatlığı sanki babasınınkini giymiş küçük çocuklar gibi durdu üzerinde.

Fotoğraf çekiminden sonra kocam çileklerimi toplamam lazım diye koşturarak bilgisayar başına gitti. Evet, o da bir Farmville bağımlısı oldu, daha sonra bunu da yazarım.

Yemeğimizi hazırladık, yedik, şarabımızı içtik ve sonra birkaç arkadaşlarımızla buluşup birşeyler içmek için Pool Bistro diye bir yere gittik. Gece döndüğümüzde 12'yi geçiyordu, yıldönümümüz resmen bitmişti ama haftaya da Ankara'da kutlayacağız. Yani hala bitmiş değil aslında :)

9 Ekim 2009 Cuma

9 Ekim 2004

Hayatımdaki en önemli günlerden biri bu, evlendiğimiz gün. Daha önemli bir tarih de var aslında, o da kocamla tanıştığım gün. Şimdilik sıralama bu, umarım kısa sürede bu kronolojik sıralamaya yeni ve çok daha anlamlı tarihler de ekleyebiliriz.



Eskişehir'de evlendik biz. Orduevi'nde kaldığım son günde, kuaföre götürülmek üzere müstakbel kocamı Orduevi'nin karşısındaki caddede beklerken köşede bir piyango biletçisi görmüş ve bu bileti almıştım o günün hatırası olması için. Sonra da bu geleneği sürdürerek her yıldönümümüzde bir bilet almaya devam ettim. İleride çocuklarımıza gösterebileceğimiz minik bir koleksiyonumuz olsun istedim. Tarihin piyango çekilişlerinin olduğu tarihlerden birine denk gelmesi de büyük şans tabii ki.

İşte bu bilet evliliğimizin ilk gününün simgesi ve umarım gerisi daha uzun yıllar boyunca gelecek olan diğer biletlerin de ilki.

Ne mi çıktı bu bilete? Son 2 rakam. Tabii ki ikramiyeyi almak için biletimden vazgeçmedim (büyük ikramiye olsaydı fotokopisini alır bileti verirdim gerçi). Zaten en büyük ikramiyeyi almışım o gün, son 2 numara olmasa da olurdu.

:)

7 Ekim 2009 Çarşamba

Bekliyorum

9 Ekim'i bekliyorum. Hem mutluyum hem de içim buruk. Mutluluğumun nedeni uzaklığa, kadrosuzluğa, bilimum zorluğa rağmen 5 yıldır aşkımızın hiç azalmaması, hatta daha da artması. Burukluğumun nedenini çoğunuz biliyorsunuz zaten. Bu yıldönümü için başka şeyler hayal etmiştik biz. Neyse.

6 Ekim 2009 Salı

Televizyonda neler oluyor?

Daha önce demiştim, genelde cnbc-e'deki bazı dizileri takip ediyorum, reklamlarda falan zaplarken de diğer kanallara bakıyorum. İşte bu aralarda gördüklerim:

Sensodyne reklamına çıkan çocuk yeni çıkan ürünü eline aldığında heyecanlandığını söylüyor. Bir diş macunu için hiç heyecanlanmadım şimdiye kadar. Araba alırsın neyse de diş macunu? Köpük şeklinde bile olsa heyecanlandırmadı beni. Dur yarın markete gidip elime alayım bakayım ne olacak.

15 yaşındaki kızlar ve bir kısmı hırs küpü olan annelerin katıldığı bir şarkı yarışması varmış. Genelde oturmamış, çirkin sesler ve bir o kadar da şımarık kızlar, şımarık tavırlar, annelerin benim kızın en iyisi pozları, dayanamadım çevirdim. Bazı kızlardaki makyaj, giyim kuşam pes dedirtti hatta. Bu arada kızların birinin adı Medya imiş. Herhalde yanlış anladım, Media, Bedia gibi birşeydir derken Hande Ataizi açıkladı. Ailesi kızları medyatik olsun diye adını Medya koymuş. Pesssssssssss.

Yemekteyiz gittikçe garip birşeye dönmeye başladı. Bu akşamki bölüme şöyle bir baktım. Pirenses isimli bir yarışmacı karşısında oturan kadını farklı renkte bir peruk taktığı için yapmacık oynamakla suçluyordu. Buna benzer birşey demişti, yapmacık olmak değil. Ankara elemeleri yapıldı geçenlerde. Katılsa mıydım acaba? Yemek bilgisi, becerisi önemli değil, nevrotik bir tavır sergilersem beni de alırlardı herhalde. Bu arada yarışmacının birinin adı Pirenses, yanlış okumadınız. Ben yanlış duydum herhalde diyordum ama puanlama safhasında ismi aynen böyle yazdılar. Arada "i" harfi var evet. Ona da Prenses olması için mi bu adı koymuşlar acaba? Aradaki "i" yüzünden olamamış herhalde ama gelecek bölümün fragmanında başına küçük bir taç takmış öyle servis yapıyordu. Yarın seyredeyim bari.

Ah Andy Warhol, ne güzel demişsin zamanında, ne öngörülü adammışsın sen.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Hamaratım hamaratsın hamarat

Dün gece kocamla Enchanted (Manhattan'da Sihir) filmini 2. kez izledik. DVD'sini yanlışlıkla almışız, sormayın. Eğlenceli bir film ama ona o kadar para vereceğime Melekler ve Şeytanlar'ı alırdık, isyanım buna. Neyse. Seyrettiyseniz bilirsiniz, Giselle "aaa, aaa, aaaaaa" diyerek yardım etmeleri için hayvanları çağırır, bilimum börtü böcek gelir ve işlerin bir ucundan tutarlar. Sabah erkenden kalkmış trene gitmeden önce mutfağı toplar, ütü yapar, çantamı hazırlar, çiçeklere su verir, bir yandan da saçımı başımı toparlarken pencereyi açıp "aaa, aaa, aaaaa" diye sesleneyim istedim. Gelen olmazdı sanıyorum. Benim Şeker ve Çıtçıt'ı alıştırsam, eğitsem yine zor, hayvanlar o kadar mesafeyi nasıl uçup gelsinler? Kıtır yaşarken eğitseydim keşke, sabaha kadar tekerleğinde koşturacağına etrafı toparlasaydı, o da aktivite, bu da. Yeni Kıtır'ımız gelince bu konuya eğileyim en iyisi.

4 Ekim 2009 Pazar

4 Ekim Dünya Hayvanları Koruma Günü - Yedikule Hayvan Barınağı

Bunu yazmada çok geç kaldım biliyorum ama ben de yeni öğrendim. Meğer bugün Dünya Hayvanları Koruma Günüymüş ve bu vesileyle Migros magretlerde, sanal market ve Kangurum'da hayvan ürünleri (mama, aksesuar, oyuncak vs.) %50 indirimliymiş. Hemen kangurumun sayfasına girdim ve bağış kampanyaları kısmından Yedikule hayvan barınağı'nı seçtim. Bakın 52.73 liraya neler alınabiliyor:


DOMESTOS 810 GR DAĞ ESINTISI
1.0
Adet
MİGROS SÜT 1 LT.
5.0
Adet
BONNİE KÖPEK KURU MAMA 15KG
1.0
Adet
MİGROS FİYONK MAKARNA 500 GR.
1.0
Adet
CLASS FOOD KÖPEK KURU 4KG
1.0
Adet

Belki az ama şu an elimden gelen bu. Normalde 95 civarında tutması gereken bu alışveriş sepetinde bugünün şerefine yaklaşık 40 küsür lira da indirim oldu. Siz de barınaklara yardım etmek isterseniz, veya kendi evcil hayvanlarınıza birşeyler almak isterseniz buyrun Migros'a.

Bu arada, Yedikule Hayvan barınağı'nın çok güzel ve kapsamlı bir web sayfası varmış, ben uyuyormuşum. Siz de bakın isterseniz: http://www.fatihbelediyesiyedikulehayvanbarinagi.com/

2 Ekim 2009 Cuma

İnanılmaz ama tuzlu kurabiye yaptım

Geçenlerde pastane kurabiyesi yapmaya çalıştım. Mayalı, mayasız, binbir türlü tarife baktım. Bu çok yağlı, bu aklıma yatmadı, bu mahlepli derken yaptığım tuzlu kurabiyeler bir türlü pastanedekiler gibi olmuyordu. Mahlep alıp bir de öyle mi denemeli acaba, nerden bulmalı derken Migros'ta susam alırken mahlep poşetleri gözüme çarptı. Meğer baharat olarak varmış piyasada, aktara gitmek gerekmiyormuş.

Mahlep Prunus mahaleb denen, Rosaceae (gülgiller) familyasından bir ağaç. Bildiğiniz badem, kiraz ağaçları gibi. Aslında bir ara bu konuda bir araştırma yapıp bir yerlerde yazayım. Neyse konumuza dönelim.

Ana bileşeni bulduktan sonra yine tarif aramaya başladım. Aşırı yağlı olanları, tereyağı içerenleri eledim (aslında tereyağlı daha güzel olabilir tat açısından, belki onu da denerim), aklıma yatan bir tarif buldum ve kurabiyeleri pişirdim. Sonuç inanılmayacak şekilde harikulade. Pastaneden alınan tuzlu kurabiyelerden kesinlikle farkı yok. Hatta arkadaşlarınıza ikram edip pastaneden aldım diye yutturabilirsiniz bile. Fotoğrafı işte burada:
Fırından çıktıklarında o kadar güzel oluyorlar ki dayanamayıp yedim. Diyetisyenime itiraf edemedim utancımdan. Bir daha yapmasam iyi olacak galiba. Benim yaptığıma inanmanız için tepsideki hallerini de ekliyorum.



İkinci tepsi kocamın isteği üzerine peynirli ve maydanozlu minik poaçalar şeklinde yapıldı. O da gayet başarılı.

Tarifi http://www.mutfaksirlari.com sitesinden buldum. Diğer tariflere göz atmayı düşünüyorum. Eğer siz de yapmak isterseniz mutlaka bakın. Şimdiden afiyet olsun.
Malzemeler:
2 yumurta (1 yumurtanın sarısı üzerilerine ayrılacak)
125 g margarin
1 çay bardağı yoğurt
1 çay bardağı sıvı yağ
1 tatlı kaşığı şeker
1 tatlı kaşığı tuz
1 tatlı kaşığı mahlep
1 paket mahlep
yarım limon suyu
aldığı kadar un
Yapılışı çok kolay. Yumurtaları kırın, birinin sarısını ayırın geri kaln malzemeyi ekleyin, unu en son olarak yumuşak bir kıvam tutturmak için azar azar ekleyin. Şekillendirip yağlı kağıt serilmiş tepside, 180 derecelik fırında kızarana kadar pişirin.
Benim notum: Kabartma tozu ekleyince çok büyürler sanmıştım ama boyutlarda hiç değişiklik olmadı. O yüzden ilk denemeden sonra tepside sıkışık dizdim. Bilginize :)

29 Eylül 2009 Salı

Turkcell'in isterik tavuğu ve hedef kitlem

Turkcell'in tavuğu sessizken daha mı sevimliydi acaba? Konuşmaya başlayınca pek bir garip görünmeye başladı gözüme. Attığı isterik kahkalar delirmek üzereyim der gibi. Bu kadar aboneyle uğraşmak kolay olmasa gerek, kafayı yemiş zavallı.

Reklam da bir acayip. En çok kimle konuştuğumu Turkcell'e daha doğrusu tavuğa soracak mışım da o bana söyleyecekmiş, sonra onunla 2 ay mı ne konuşacakmışım. İnsan en çok kimle konuştuğunu nasıl bilemez aklım almadı benim. Bana sorsun kendi top 10 listemi, sıralama ve tahmini dakikalarla bile dökerim ortaya. Saçma.

Bugün bir arkadaşım arabayla giderken öndeki cipteki nispeten daha genç bir çocuğun arabadan inince kendisine bakakaldığından bahsetti. Hala çekici olmak harika birşey. Benim hitap ettiğim kitle ise biraz daha ufak. Geçenlerde bir ilkoulun önünden geçerken öğle tatilinde dışarıda dolaşan çocuklardan biri koşarak yanıma geldi, yanım sıra yürümeye başladı. "Kaç yaşındasın" diye sordu bana. "Bayanların yaşı sorulmaz, ayıp değil mi" diye cevap verdim. Sen bayan değilsin ki, kızsın" dedi. (İltifat olsa gerek, herhalde küçük gösteriyorum diye sevindim). Çocuğa "olduğumdan daha küçük olduğumu düşündüğün için teşekkür ederim" dedim. Galiba biraz kafası karıştı, bu manyakla ne işim var, birşey anlamıyorum diye düşünüp durdu. Ben ilerlerken arkamdan "evli misin?" diye bağırdı. "Evet" dedim, "kocam var benim, peşimde dolaşma". Bana olan aşkı bitti galiba :)

Kocama da yazın bir akrabamızın 3-4 yaşlarında kızı aşık olmuştu. Hedef kitlemiz biraz ufak bizim :)

28 Eylül 2009 Pazartesi

Üşüyorum

Hava mı çok soğudu ben mi çok üşüyorum anlamıyorum. Sabahları ve akşamları feci soğuk, oluyor artık, hele evlerin içi buz gibi. Kalorifer yakmaya başladım bugün itibariyle yoksa şifayı iyice kapacağım. Kendim üşümesem bile burnumun ucu mütemadiyen soğuk. Ellerim, ayaklarım ısınsa da burnumun ucu hep buz gibi. Çok sinir bozucu.

Sabah otobüsten Kızılay'da indim, fakülteye aktarmalı olarak gideyim dedim. Önce yanımdaki kıza sinir oldum. Ben kitap okumaya çalışıyorum kız sürekli sol elini kaşıyor. İçi, dışı, işaret parmağının kenarı, kaşıyor. Biraz ara veriyor, derken yine başlıyor. Göz ucuyla ister istemez görüyorum. Haydi neyse kaşınabilir tabii ama sürekli olunca insana sıkıntı ve kaşıntı basıyor. O kaşındıkça bana da nedense bir kaşıntı geldi. Sol elini kaşıya kaşıya bir haller oldu kıza, para gidecek dedim içimden, hem de bayağı gidecek galiba o kadar kaşınmaya.

Otobüsten inince binbir türlü giyinmiş insanla karşılaştım. Bazıları benim gibiydi, normal kalınlıkta giyinmiş, kapalı ayakkabılı falan. Gördüğüm diğer tipler de şunlar:

- Kazaklı, üstüne de pofuduk yelek giymiş adam.
- Üstte kapşonlu polar ama ayakta parmak arası terlik olan divane kız
- Kısa kollu gömlekle dolaşan cengaver arkadaş
- Sarılar ve beyazlar içinde bir papatya gibi yazlık kılık içinde dolaşan kız.

Otobüste ısınmak için artık özellikle güneş tarafına oturuyorum ben, parmak arası terlik giyersem herhalde donarım. Pes diyorum o kıza.

Yolda insanlara bakarken bir kız dikkatimi çekti. İnce ama uzun kollu bir bluz, dar, uçlara doğru volanlarla hareketlenen gri bir etek (moda tasarımcısı gibi konuştum pehey), külotlu çorap ve arkası açık düz ayakkabı. Aslında ilgimi çeken bir kıyafet değil ama nedense bir yerden tanıdık geldi bana. 1-2 saniye sonra uyandım. Aynı kıyafetli kız az önce benim yanımdan geçip gitmişti. O zaman cep telefonuyla konuşuyordu ve başında kıyafetimi tamamlayan renklerde bir türban vardı. Şimdi ise beline kadar inen saçları vardı ve saçların omuzların altında kalan kısımları gölgeliydi. Bir yere girip türbanını çıkarmış, yola saçlarını savurarak devam ediyordu. Türban benim seçimim değil ama bu kız neden böyle davrandı onu merak ettim. Fakültelerde türban yasağı var biliyorsunuz. Türban üstüne peruk takan ya da peruk takmayıp fakültede türbanını çıkarıp dışarıda tekrar takan öğrencilerimiz var. Ama bunların yanında ailesi istediği için takan ve fakültede başını açmak zorunda kaldığı için mutlu olanlar da. Bu kız da herhalde bu son gruba giriyordu. Yine de sabah sabah şaşırttı beni.

Yine dağıttım konuyu. Sonuç olarak fakülteye gittim üşüyorum, eve geldim, kendime sıcak bir çorba yaptım, kaloriferi açtım ama hala üşüyorum.

26 Eylül 2009 Cumartesi

Bu çiçeği gördünüz mü?

Bu bitkiyi görmüşsünüzdür daha önce. Hemen hemen hepimizin evinde bir dönem olmuştur. Galiba fotoğraftan büyüklüğü pek anlaşılmıyor, yanına büyüklüğünü belirtebileceğim birşey koysaydım keşke. Neyse. Sözüme güvenirseniz eğer kocaman bir bitki bu. Fakültenin seraya benzer tavanı sayesinde semirdikçe semirmiş, büyüdükçe büyümüş, yaprak çıkardıkça çıkarmış. O kadar güzel bir bitki ki birisi bir gün alıp gidecek derim hep. Ama şimdiki yerindeki gelişme koşullarını bulur mu onu bilemem.

Geçenlerde yine bitkiye bakıp ne güzel serpilmiş diye konuşurken bir arkadaşım "Çiçeklerini gördün mü? Çiçek açmış"dedi. 37 yıllık yaşantımın bitkilerle ilgilendiğim dönemleri boyunca hiç çiçek açtığını görmedim ben bunun. O yüzden yok artık dedim, bunun çiçeği olur mu? Olurmuş. Ben görmediysem siz de görmemişsinizdir belki diye fotoğrafını çektim. Bakın işte siz de görün, bunun çiçeği oluyor muymuş, olmuyor muymuş.