27 Haziran 2009 Cumartesi

Hayata dönüş - yavaş yavaş

Sempozyumu dün bitirdik ama ben de bittim. Kayıt masasında sürekli oturmak nedeniyle sıcak çarpması mı istersiniz (bizim fakültenin girişi çok sıcak olur, tavanı yıllar önce pleksiglas yaptılar, sera gibi oldu, bitkiler iyice semirdi. Ama altında 4-5 saat oturmak bitkilere olduğu kadar iyi gelmedi bana), tansiyon düşüklüğü mü istersiniz, yoksa sürekli sağa sola koşturmanın yorgunluğu mu olsun siz seçin. Yine pek bir sey anlayamadığım, yorgunluktan kokteyllere vs. katılamadığım, diğer posterlere bakmaya bile gidemediğim bir sempozyum geçti. Bakalım ne kadar sürede toparlayabileceğim.

Bu arada dün Michael Jackson ve Farah Fawcett ölmüş. Farah'ınki bekleniyordu ama Michael'ınki sarstı ortalığı. Son zamanlarda pek cok sıkıntı yaşamış olsa da, artık albüm yapmamasına rağmen her zaman King of Pop olarak kalacak.

Thriller klibini ilk kez İzmir'de Fuar'da seyretmiştim yıllar önce. Daha doğrusu bir kısmını görmüştüm. Çok küçüktüm o zaman, bir standda Thriller klibi gösteriliyor demişlerdi. O zamanlar klip falan yok televizyonlarda, özel kanallar bile yoktu. Standın önü nasıl kalabalıktı anlatamam. Kenar köşeden biraz görebilmiştik de kendimizi şanslı hissetmiştik.

Çok şey yaşadı, yüzüyle, rengiyle oynadı, hakkında bir sürü iddia ortaya atıldı, sübyancılıktan mahkemelere çıktı, en sonunda da müslüman oldu mu olmadı mı diye tartışıldı ama artık bitti mi? Hayır, daha yıllarca tartışılacaktır eminim. Ama tartışmasız bir şey varsa o da adamın jackson 5 zamanından beri bir pop ikonu oluşu. İşte bunu kimse değiştiremez.

İkisine de: Rest in Peace.

19 Haziran 2009 Cuma

Çatlak

Kocam bana ara sıra çatlak diyor ya, itiraz edecek halim kesinlikle yok, tamamen haklı. Bugün hızlı trenle eve gelirken yolda şöyle birşey oldu. Sincan'dan sonra konvansiyonel hat denen eski raylardan çıkıp hızlı trenin kendi hattına geçerken kendimi eski raylara "hoşçakalın eski raylar" derken buldum. El sallama dürtüsünü bastırdım neyse ki. Galiba cidden çatlağım :)

18 Haziran 2009 Perşembe

Yaz kabusu

Yine çok kısa bir aram var, onu da yazarak değerlendireyim dedim . Sabah yine yaz kabusumla karşılaştım çünkü. Her yaz oluyor bu, o yüzden hevesle gelmesini beklediğim yaz bir yandan da içimi kaldırıyor.

Benim yaz kabusum terliklerden, açık ayakkabılardan fırlayan bakımsız ve dolma ayaklar. Ayak fetişisti falan değilim, sakın ha böyle algılamayın. Sadece göz zevkimin bozulmasından rahatsızım. Havalar ısındı mı herkes atıyor kapalı ayakkabıları bir kenara çıkarıyor yazlık ayakkabı-terliklerini. Özellikle orta yaşlı ve yaşlı teyzeler topukları nasırlaşmış ayaklarını burnuma sokarcasına dolanıyorlar etrafta. Bu sene iyice hakimiyetini ilan eden babet modası maalesef bu kötü görünüme bir dur diyemiyor çünkü o yaşlı teyzeler babet girmiyor. Sadece nasırlı topuklar olsa da iyi, bir de ayakkabıdan, terlikten fırlayan topuklar, dolma ayaklar var. Terlik bir numara küçük alınır zihniyeti açık ayakkabılarda da hüküm sürüyor, sonra da ayaklar birer parmak taşıyor giyilenlerden. Hem taşmış, hem de nasırlıysa ıyyhhhh.

Bu sabah gördüğüm ise biraz daha değişikti. Kendi haline bırakıldığında zarif, bantlı bir açık ayakkabı vardı kadının birinin ayağında. Ancak kadının ayakları biraz büyük gelmiş ayakkabının her yerinden taşıyordu; o zarif ayakkabı dolma ayakların altında "kurtarın beni" diye bağırıyor gibiydi. Külkedisinin üvey ablaları geldi aklıma. Kadınlarımızı uyarıyorum, tezgahtarların "çok yakıştı, bu kadar mı güzel durur bi ayakta" gibi gazlarına kapılmayalım, milletin göz zevkini bozmayalım. Belki de ben cinsim bilmiyorum.

Sabah fakülteye doğru attığım her adımda biraz daha fazla geri dönmek istiyordum ama gitmek zorundaydım. Ben de en enerji verici şarkılar dinleyerek güç alayım dedim. Erasure'dan "Who needs love like that" çalarken, yıllar öncesinden bildiğim, sevdiğim şarkıya ben de eşlik ettim. Hava hafif kapalıydı, ara sıra çıkan güneş arkadan geliyor, gözüme girmeyerek kibarlık ediyordu. Hafif hafif esen rüzgar da tam tersine arkaya doğru esiyordu. (Uzun ve düz saçlıysanız rüzgarın arkadan esmesi kadar kötü bir şey yoktur. Saç telleri rujunuza yapışır, kirpiklerinize takılır. Eğer birşeyler de yemeye çalışıyorsanız bu esnada yandınız.) Kulağımda ve dilimde tempolu bir şarkı, saçlarım rüzgarın etkisiyle kliplerdeki gibi savrulurken fakülteden içeri girdim. Hemen akabinde başlayan şarkı ise bugünümü, yarınımı ve gelecek haftamı özetler gibiydi. Queen çalıyordu, "I'm going slightly mad".

17 Haziran 2009 Çarşamba

Az bir vakit buldum oh ne ala

Aslında bu arayı posterimi hazırlamakla değerlendirmeliyim, sonra salak kafam diye dağlara taşlara vuracağım biliyorum ama bloguma yazamıyorum diye de içim içimi yiyor. Onun için bari fotoğraf koymayacağım şeyleri aradan çıkarayım dedim.

- Kocamla başlayayım. Hafta içi alt kat komşumuz sizin banyodan bize yine su akıyor diye geldi. Daha önce de olmuştu ve lavabo musluğunun arkasındaki fayansların kırılması, sızıntı yapan eski borunun değiştirilmesi, 1-2 gün süren bir rezillik ve aynıları bulunamadığından uyumsuz fayanslarla sonuçlanmıştı. Aynı şeyler tekrar mı olacak? Sızıntı acaba nerede? Usta müsait mi? Bu ara izin almam mümkün değil başında nasıl duracağım? gibi sorularla cebelleşirken kocamın Perşembe günü Ankara'ya gelmesiyle olaylar çözülmeye başladı. Usta getirildi, kaçağın yerinin küvet-duvar arasındaki açıklık olduğu tespit edildi (umarım ayrıca başka bir yerde yoktur), kocamın ben hallederim demesiyle de işin yarısı bitti bile. Başlamak bitirmenin yarısı değil mi, işte ondan.

Kocamla hırdavatçıları, Koçtaş'ı, Praktiker'i pek severiz, dolaşmaya bayılırız zaten, gittik malzemeleri aldık. Kocam kazıdı, silikonladı, kesti biçti, yaptı etti, banyoyu ustadan daha ustalıkla ve daha özenle halletti. Tüm bu işlerin gece 9-11 arası yapıldığını düşünün ama, aaaaa negüzel diyip geçmeyin. Sahne şu: benim uykum gelmiş, yorgunluktan bayılmışım ama aynı derecede yorgun olan kocam canla başla çalışıyor. Helal olsun dedim.

Asıl sürprizi ise ben ÖSS görevindeyken matkap olmadan fayans aralarına dübellenecek çivileri oturtması, yeni aldığımız banyo askılığını asması, arada daha başka işleri, sorunları da halletmesi oldu. MacGyver 'la evlenmişim diye kasım kasım kasıldım bütün haftasonu.

- Yeni kitabımı okumaya başladım. Sevgili denizero bir ara hangi kitapları okuduğumu sormuştu. Kitap tavsiye edecek yeterlikte görmüyorum kendimi. Benim okuduklarım ilginizi çeker mi onu da bilmiyorum. Harry Potter serisinden Sümer'li Ludingirra'ya kadar değişik bir yelpazem var çünkü. Clive Cussler'a, Alper Canıgüz'e bayılırım, ilk aklıma gelen yazarlar bunlar. Bu aralar Sophie Kinsella'dan "Pasaklı Tanrıça"yı okuyorum, aldığım cep kitabı bu. Sophie'nin Alışverişkolik serisini okumadım, okumayı da düşünmüyorum açıkçası ama bu kitabı ve bir öncesinde okuduğum "Beni hatırladın mı?" hoşuma gitti. Bu aralar kafamı dağıtmak için eğlenceli şeyler okumak istiyorum, bu kitap da pek eğlenceli, dili akıcı, sanki ben okumuyorum da kendi kendine okunuyor, sayfalar çevriliveriyor, yollar kısalıyor vs.

Aram bitti, işe geri dönme zamanı gelmiş de geçmiş bile hatta.

16 Haziran 2009 Salı

Pek yakında...

Aşırı, feci, inanılmaz iş yoğunluğu nedeniyle aşağıdaki başlıklara ait haberler pek yakında:

- Ayakkabı arayışı sonlandı mı?

- Sınav izlenimleri nelerdir?

- Haftasonu kocam nereleri tamir etti, elinden gelmeyen birşey var mıydı (MacGyver misali) ?

- Cumartesi gecesi sushi partisinde neler yenildi, nasıl hazırlandı?

- Hangi cep kitabı okunmaya başlandı?

ve daha neler neler...

12 Haziran 2009 Cuma

Kitap okusak mı acaba?

Televizyonda karnenizi getirin, kitabınız bizden reklamı çıkmaya başladı tekrar. Güzel bir düşünce ama başarılı olacağını sanmıyorum, keşke olsa. Kitap okumak bir alışkanlıktır ve reklamın da vurguladığı gibi küçük yaşlarda kazanılması gerekir. Bunun için de doğru yönlendirme şart. Öğretmenle başlayıp, anne-babayla devam ettirilmesi gereken bir süreç. Kitap okumak bir zenginliktir bence, hayal gücünü geliştirir, kelime haznesini güçlendirir, karakterlere uygun suratlar, vücutlar, mekanlar yarattırır, beyni çalıştırır, bambaşka yerlere alır götürür.

Ben genelde kütüphane kolu olurdum ortaokulda, lisede, sınıfta minik bir dolap vardı kütüphane olarak kullandığımız. Kitapların listesini çıkarırdım, ödünç almak isteyenlere ben verirdim, kitap alanları takip ederdim, çok hoşuma giderdi. Hiç kitap almayanlar da olurdu, dedim ya küçükten kazanılmalı bu alışkanlık, liseye geçmiş, eşek kadar olmuş adamlar için çok geç.

İlkokul birinci sınıfta derslerin bir saatini kitap okumaya ayırırdık. Ben 2 kitap birden bitirirdim. Resimli çocuk kitapları, ilkokul 1'de ne olacak ki. Öğretmenim inanmazdı gerçekten okuduğuma, anlattırırdı bana kitapları, ben de satır satır anlatırdım. Aynı okulda öğretmen olan anneme şaşkınlık içinde anlatırmış sonrasında.

Daha sonraları daha büyük kitaplara, az resimli çok yazılı olanlara geçtim, sonra da resimsizlere, ama hep okudum. Milliyet yayınlarının minik, cilt kenarları mavi olan bir sürü çocuk kitabı vardı, onları okurdum. Hatta bir tanesi içinde bir sürü piyesin olduğu bir kitaptı, onları canlandırırdım tek başıma. Bir kitabı okurken dünyayla bağlantımı nasıl kesmişsem annemin bana seslendiğini duymamışım, kadıncağız bana bir şey oldu diye korkuyla yanıma gelmişti.

İlkokulumun olduğu semtte bir halk kütüphanesi vardı, oraya üyeydik. Annem ağbimle beni götürürdü, kitap alırdık. Bayılırdım o kütüphaneye. Her hafta başka bir kitap alırdım, hevesle okurdum. Sonra biz büyüyüp evdeki çocuk kitaplarını ne yapalım derken Yenimahalle'deki bir kütüphaneye bağışmamızı önerdi annem. Başka çocuklar da okusun bizim sevdiğimiz kitapları diye mutlu mesut torbalarca kitap götürmüştük.

Kitap ve kitap okuma sevgim hep devam etti. Boş bulduğum her fırsatta okumaya çalıştım, özellikle de otobüste işe gidip gelirken. Sabah boş koltuk buldu mu oturup uyuyanlara da gıcık oldum hep. Japonya'da tam beğenime göre bir okuyucu kitlesi görüp hayranlıkla izlemiştim oysa. Adamlar metroda giderken ayakta olsalar bile çıkarıp birşeyler okuyorlardı. Kitap olsun, manga denen çizgiromanlar olsun, gazete olsun, mutlaka okuyorlardı. Gazeteler sabah ve akşam olmak üzere 2 sefer basılıyordu. Sabah gazetesini alıp okuyorlar, sonra şehrin her yerinde olan geri dönüşüm kutularına atıp akşama yenisini alıyorlardı. Gazete tirajlarını siz tahmin edin. Bizdeyse ancak uyuyorlar çünkü gece geç yatıyor halkımız, dizi seyrediyor.

Dedim ya, küçükken kazanılır bu alışkanlık. Anne-babası akşamları sadece televizyon seyreden, evlerine gazete bile girmeyen çocukların kitap okuyan bir birey haline gelmesi ancak mucize olur. Çocuklar en yakınlarındaki kişileri örnek alırlar, onların davranışlarının doğru olduğunu düşünürler. Ebeveynlerden biri bile kitap okusa çocuk üzerinde olumlu etkisi olur.

Bahane bulmayın, kitaplar pahalı demeyin. Korsan kitap alın asla demiyorum, ben almadım, almam da. Sigara verilen paraya acımıyorsunuz, kitaba da acımayın. Sigaranızı, dışarıda içtiğiniz kahvelerin sayısını azaltın. Ya da şu anda cep kitapları çıkarıyor bir sürü yayınevi. Büyük boyu 27 TL olan kitapları 9.90 TL'ye almanız mümkün. İnternetten daha fazla indirimle de alışveriş yapabilirsiniz. Haydi bu da olmadı kütüphaneler hala var. Hangimiz üyeyiz peki? Ya da yerlerinden haberdar mıyız? Ben kütüphaneye gitme alışkanlığımı kaybettim, itiraf edeyim, 1-2 tanesi dışında diğerlerinin yerlerini bilmiyorum bile, özellikle Eskişehir'dekileri hiç bilmiyorum ama yine de kitaba para ayırıyorum, okuyorum. Arkadaşlarıma (iyi bakacağına emin olduklarıma) ödünç veriyorum, çok beğendiğim, tekrar tekrar okumak istediğim kitaplar dışındakileri zaman zaman fakülte kütüphanemize bağışlıyorum. Okuyan var mı bilemem. Sadece Türk Dili dersinde ödevleri varsa okuyorlar kitapları. Oysa kütüphanemize yeni kitaplar, çok satanlar da alınıyor zaman zaman.

Yıllar önce bir öğrenciyle konuşuyorduk. Demişti ki bana, "ben hep biyografi, tarihsel gerçekleri anlatan kitaplar okurum, roman okumak bir şey kazandırmaz, vakit kaybıdır". Düşüncesinin yanlışlığını anlatamadık ama yine de en azından birşeyler okuyor diye sevindik diğer asistan arkadaşımla. Ya diğerleri? Cep telefonlarından Facebook'a, MSN bağlanabiliyorsan, sürekli mesaj yazıyorsan kitap okuyacak vaktin de olmuyor tabii ki, ondan sonra gelsin dilde yozlaşma, gitsin güzelim Türkçemiz.

10 Haziran 2009 Çarşamba

Gölgemi artık daha çok seviyorum

Gölgeler genelde ince uzundur bilirsiniz. ("bir ülkede gölgeler uzuyorsa güneş batıyor demektir" gibi sosyal içerikli bir yazı değil bu, ona göre okuyun ya da okumayın).

Benimki de istisna değildi, ince sayılırdı, özellikle diyetisyen öncesi baktığımda kendimi daha ince görür mutlu olurdum. Kendimi kandırıyordum yani ama ne yapayım, kilo vermemek için bir sürü bahanem vardı.

Bir süredir gölgeme daha hayranlık dolu gözlerle bakar oldum. Biraz daha incelmişti, bacaklar, basenler öncekine göre daha iyi gibiydi sanki. Çok hoşuma gittiğini itiraf edeyim. Bu hafta kendimi biraz daha ince hissediyordum zaten. Bu sabahki diyetisyen randevuma gidince yanlış hissetmediğimi anladık. 600 gram vermişim ama önemli olan bu değil, yaklaşık 1 ay öncesine göre 2 kg yağ kaybım olmuş. 900 gram belden, 500'er gram bacaklardan gitmiş. Bunun karşılığı olarak 1.4 kg kas kazanmışım, 1.2 kg da su. Banu Hanım'ın dediğine göre tartıda görünen bu 600 gram 3-4 kg'a eşdeğermiş. Öyle mutlu oldum ki. Fakülteye bulutların üzerinde geldim. Hormonlar dengelenince kilo vermeye tekrar başlayacağımı biliyordum ama yine de moralim bozuluyordu.

Gölgem artık daha ince ve daha uzun ve ben çok daha mutluyum.

9 Haziran 2009 Salı

Kaybolmuşum

En son yazımı taaa perşembe günü yazmışım. resmen kaybolmuşum. O günkü sınav ve sonrasındaki işler nasıl perişan etmişse beni hala da tam olarak bulunmuş değilim.
Final dönemleri hep böyle yoğun olur, yapılacak sınavlar, okunacak kağıtlar, sisteme girilecek notlar... Ama bu sefer işler finallerin bitişiyle azalmıyor. 2 hafta sonraki bir kongrenin işleri, hazırlanacak posterler, ekstra çıkan işler, derken akşamları baygın dönüyorum eve, sonra da bayılıyorum zaten.
Sabahları kendimi ne kadar enerjik hissedersem, akşamları da o kadar yorgun hissediyorum. Akşam evde yapmam gereken işler gözümde büyüyor ve sonunda sızıp kalıyorum. Havaların çok sıcak gitmesinin de etkisi vardır mutlaka. Bu arada klasik sıcak geyikleri başladı bile. Bir çok yerde şu lafları duyuyorum: "Daha Haziran'ın başındayız, hava şimdiden çok sıcak, kimbilir bu yaz nasıl geçecek." Bu daha sonra "Daha Haziran'ın sonundayız, Ağustos kimbilir nasıl sıcak olacak" ve sonra da "Temmuz'da böyle olursa Ağustos'ta yanarız iyice" şekline dönüşecek. Her yıl aynı şeyleri söylüyoruz, bakalım bu yaz nasıl geçecek :)

Sabahları feci halde enerji doluyorum demiştim. Bir nedeni de sabah sabah dinlediğim müzikler. Özellikle içim kıpır kıpır olsun diye hızlı parçalar dinliyorum. Biraz yavaş bir şarkı denk geldi mi geçiyorum. İçimi bayıltmanın, enerjimi sıfırlamanın anlamı yok. Sonra odama girdiğimde bütün gün çirp çirp diye ötüp içimi neşeyle dolduran şu serçeyle selamlaşıyorum. Havalandırmanın kenarında bir yere yuva yapmışlar, geçen seneden beri sürekli çirp çirp diye ötüyorlar, pek şekerler.

Akşam olunca müzik seçimim tam tersine dönüyor. Hızlı şarkılar itinayla geçilip daha yavaşlar dinleniyor, bir yandan da kafam götürmüyor bunları artık diye düşünülüyor. Eve girilip birşeyler yedikten sonra kanepenin çekim alanı bilgisayarın manyetik alanından baskın çıkıyor ve blog dünyası yerine uykunun kollarına koşuyorum.

4 Haziran 2009 Perşembe

Bir yere gidiyoruz ama nereye

Sabah 4-5 saat sürecek pratik sınavımıza gitmeden önce evde haberleri dinliyordum. Birkaç gündür duyduğum, okuduğum haberlere inanamıyorum zaten. Öz oğlunu sevgilisiyle öldürüp hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi televizyonlarda konuşan bir anne, komşusunun kızını öldürüp çeyiz sandığına koyan bir kadın hem de akraba, yine komşusunun kızını öldürüp sobada yakan bir başka kadın. Bu millet ne zaman bu kadar çıldırdı? Adam öldürmek bu kadar kolay mı? Üstelik bunlar daha yavru, analarının babalarının kuzuları, nasıl kıydılar onlara aklım almıyor. Öz annenin öldürdüğü çocuk içinse diyebilecek hiçbir şeyim yok, inanasım gelmiyor.

Çocuk yetiştirmek günümüzde çok zor. Biz küçükken etrafta bu kadar çok manyak yoktu sanki. Bakkala rahatça gider gelirdik. Gerçi yaşımız daha büyüktü, sobada yakılan zavallı yavrucak gibi 4 yaşında değildik (o yaştaki bir çocuk nasıl yalnız gönderilir onu da anlamadım ya neyse). Sokaklarda bir sürü çocuk rahatça oynardık, oraya buraya giderdik, şimdiyse durum farklı. Komşu manyaklar, akraba manyaklar böyle yaparsa hiç tanımadık manyaklar kimbilir neler yapar.

Gittikçe şiddete eğilimli hale geliyoruz. Yeni neslin fazlasıyla bağımlı olduğu bilgisayar oyunları ve korku-gerilim filmleri de şiddeti normal gibi göstererek buna katkıda bulunuyor sanırım.

Cumartesi günü AÖF sınavı görevimin sonunda ağbimle birlikte Yüksel Caddesinden geçiyorduk. Caddenin ortalarına doğru yumruk yumruğa kavga eden iki genç gördük. Dertleri neydi bilmiyorum ama tekme tokat derler ya, öyle girişiyorlardı birbirlerine. Kimsenin ayırmaya yeltenmediğini gördüm, ben de olsam ayırmaya cesaret edemezdim, serseri yumruklardan birini yemek fazlasıyla mümkündü. Milletin yaptığı gibi durup seyretmedik elbette ama yürürken arada başımı çevirip ne durumda olduklarını kontrol ettim. Böyle kavgalar boks ringi gibi belli bir sınır içinde geçmez bilirsiniz, taraflardan biri kaçar, diğeri kovalar, dibinize kadar gelirler, sonra bir bakmışsınız kartopu gibi büyümüş, yuvarlanıp sizi de içine almış. Bir ara cidden de bizim tarafa doğru geliyorlardı, derken birisi diğerini yere yıkıp yumruk, tekmeyle girişmeye devam etti. Diğer garip ayağa kalkamadığı gibi kendini de savunacak halde değildi artık. Dayak atanın bir arkadaşı ayırdı da herkes rahatladı. Ayrılırken edilen küfürler, tehditler, dayak yiyenin ağzının kan içinde görüntüsü hala gözlerimin önünde. Birkaç gün sonra yine Yüksel Caddesindeki olayları da duyunca hah dedim tam oldu.

Şiddete eğilimli olduk, tahammül sınırımız iyice azaldı ve ben geleceğimiz için, çocuklarımızın güvenliği için gerçekten korkuyorum.

3 Haziran 2009 Çarşamba

Meğer ben ne sıkıcı bir insanmışım

Annemler (her iki annem) yaşgünün için kendine birşey al bizim adımıza dediler sağolsunlar. İstedigim birşey yok aslında ne alsam ki derken, geçenlerde kahverengi eteğimin altına giyecek bir ayakkabı bulamadığımı hatırladım. Böylece yazlık ayakkabı dolabımı gözden geçirmeye karar verdim. Bir dolap bu kadar mı sıkıcı, iç bayıcı olur? Hemen herşey siyah. Sandaletler, burnu-arkası açık ayakkabılar, burnu kapalı arkası açık ayakkabılar, her yeri kapalı ayakkabılar, ama hepsi siyah. Aralarda sırıtan beyaz bir terlik vardı, bir gaflet anında almış olmalıyım. Feci halde içim kararak kapattım dolabı ve hediye olarak farklı renkte ayakkabılar almaya karar verdim.

Bundan sonra arayış başladı. Ankamall ve Antares'te gezmediğim yer kalmadı. Hem de farklı günlerde ikişer kez. Ama bir türlü birşey bulamadım. Kafamda belli bir model de yok, sadece hem etek hem kot altına giyilsin, rahat olsun, babet gibi kesinlikle olmasın, hafif topuklu olsun, bildiğim bunlar. Ayakkabıyı görünce hah diyeceğim, işte bu. Renk olarak yine de çok uçuklara bakamadığımı farkettim. Bej, kahverengi veya beyaz olabilir ama hangisi? Hangi tonu? Sonuçta bilmem kaçıncı mağaza ziyaretlerimin birinde istediğim gibi dolgu topuklu (ama şimdi moda olduğu gibi hasır sarılı değil), burnu ve arkası kapalı, etek ve kotla çok hoş duran bir ayakkabı aldım. Rengi? Acı kahve. Hala sıkıcıyım yani, seçtiğim renk yine siyaha yakın. Etrafta cıvıl cıvıl kırmızılar, maviler var ama benim elim gitmiyor nedense onlara. Neyle giyerim, nasıl olur diye kendimi sınırlıyorum hep. Ama ümitliyim, diğer hediyemi (en azından) daha açık bir tonda bulacağım :)

2 Haziran 2009 Salı

Etrafımda olanlar

Etrafımda bir sürü şey oluyor. Çoğunluğuyla yollarda karşılaşıyorum. Bu aralar yürüyüşü artırmaya çalıştığım için yazacak malzeme de çok. Gözüme takılanlar işte bunlar:

- Geçenlerde metronun içinden geçerken etrafta balon şeklinde uçuşan sabun köpükleri gördüm. Hayırdır derken bir de baktım ki bir yavru balonları yakalamak için koşturuyor, elinde de sabun köpüğü tabancası (ya da adı herneyse). Geçen senelerde Kızılay'da hazır deterjanlı su +aparatını satarlardı, işi büyütmüş oyuncakçılar. Biz de küçükken oynardık balonlarla. Alt katlarda oturan arkadaşlar (genellikle ben) su dolu bir bardağa pril koyardı, sonra alırdık bir tahta mandalı daldırırdık sıvıya, çamaşırı tuttuğu yerlerin oluşturduğu açıklığa üfler balon yapardık. Aşağıdakiler de koştururdu yakalamak için. Çocukken çok salak mı oluyoruz yoksa küçük şeylerden mutlu olmayı bilebildiğimiz için daha mı akıllı acaba? Balon yakalamak için kahkalarla gülerek koşturduğumuzu hatırlıyorum, güneş ışınlarının balonlardaki renkli yansımaları da cezbederdi ayrıca, sıkılana kadar balon yakalardık. İşte bunda da teknoloji devreye girmiş, bas düğmeye yap balonu.

- Antares'ten eve dönerken sağlıklı yaşam parkurunda kocasıyla birlikte yürüren bir kadın gördüm. Biz kadınlar yaşlandıkça iyice kokoş oluyoruz, ben de istisna değilim. Teyzem saçlar sarılmış, kulaklarda kocaman küpeler, ayakta siyah tayt, üstünde kırmızı ve payetli boncuklu bir bluz yürüyordu zayıflamak için. 20 yıl sonra ben nasıl olacağım acaba çok merak ediyorum.

-Sabah otobüste yanımdaki adam hapşurdu. Ağzını eliyle kapatarak mikropların virüslerin yayılmasını önledi aklı sıra. Sonra da önce avcuna baktı, sonra da basma düğmesinin üstünde olduğu demiri hemen düğmenin dibinden tutmaya devam etti. Mikroskopik görüşlü gözleriyle önce virüs var mı yok mu diye taradı herhalde, olmadığını görünce de demiri tutmakta sakınca görmedi. O indikten sonra bir kız geldi ve aynı yerden tutuverdi demiri. Geçsin mikroplar, bulaşsın virüsler. Hayır korkum bu tipler yüzünden sürekli ellerini kolonyalı mendillerle silen, dışarıda herhangi bir yere dokunduktan elini antibakteriyel sıvılarla dezenfekte eden biri haline gelmek. Yapmayın etmeyin, akıl sağlığımla oynamayın.

-Haftasonu AÖF sınavına giderken yanımda bir çift sınavdan konuşuyorlardı. Adam kıza hangi derslerin sınavına gireceğini sordu. Kız birini hatırlayamadı. Adam sınavın kaçta başladığını sordu, kız onu da bilmiyordu. Tamam velinimetimiz olur kendisi, sağolsun ama madem ilgin yok neden okuyorsun be güzelim (gerçi buna okumak denmez herhalde). Bütünlemelerde salon başkanın ben olurum inşallah.

- Sabah trafik ışıklarında bekliyorduk. O ışıkların kadrolu dilencisi olan yaşlı teyze elinde minik pet şişeler yavaş yavaş geldi, önce şişeleri ofisine koydu (çimlerin arasına) sonra da mesaiye başladı. Hasılat görebildiğim kadarıyla kesattı ama akşama kadar benim günlük maaşımdan daha çoğunu kazanmış olur nasıl olsa. Boşa okudum, doktora yaptım, kapsaydım bir trafik ışığı yaşamıştım.

- Geçenlerde hızlı trenle dönerken bu sefer daha önce seyretmediğim bir filmi koydular. Kısa filmdi ama yine sonunu göremedim. Bu sefer cidden şikayetçiyim.

Gözüme takılanlardan sonra gelelim bende olanlara.

- Bugün yine diyetisyen randevum vardı. İstediğim kadar iyi değildim bu aralar ama olacağım. Hormon dengem biraz alt üst, onun da büyük etkisi var muhtemelen ama artık nihayet düzene giriyor. Bünyeye de yazık tabi, bir ara hamileydi, hormon salgılamasına neden olan birşey vardı ortada, sonra bir baktı yok. Ne yapacağını şaşırdı tabii. Ama düzeliyor neyse ki.

-Haftasonu sıhhiye orduevinin bahçesinde oturmuş sınav saatimi beklerken etrafa bakındım. Yaşlı teyzeler kokoşluğun doruğunda olmak üzere gelmiş oturuyorlardı. Muhtemelen kocaları vefat etmiş, vakit geçirmek için arkadaşlarıyla buluşan kadınlar ama bazıları nasıl da hala hayat dolu, bakımlı. Çok takdir ettim valla. Karşımda bir de çekirdek aile vardı, sonradan babaanne ve dede de geldi. Babaanne yavruyu uzaktan sevmeye koyuldu: "Aşkımmmmm, birtanemmmm, nasılsın? " Arada aklına geldikçe çocuğa "aşkııımmmmm" demeye devam etti. Aşkım lafının çocuklara söylenmesine gıcık olurum, aranızda yapanlar var mı bilemem ama kusura bakmayın gıcık oluyorum işte. Çocuğa aşkım denmemeli bence, çocuklarda kavram karmaşası yaratmaya hiç gerek yok. Sonra kadın bir ara "Aşkııım, kızıııııım" dedi ve ben koptum. Çocuk erkekti çünkü. Zaten daha fazla dayanamayıp mp3 playerımı taktım kulağıma. Arada hafif esintiyle burnuma gelen hanımellerinin kokusu, elimde çay, kulağımda güzel bir müzik pek güzel vakit geçirdim. Ah bir de kocam olsaydı yanımda.

-Geçen hafta belim tutulmuştu. Oturup kalkma, oraya buraya eğilme mümkün değil, yapabilirsem de ay, uy diye diye. Sadece ayaktayken ve yürürken rahattım. Yaşlanıyoruz tabii, ondan herhalde. Tam ne güzel geçiyor derken dün yine hortladı. Yine etrafta yaşlı kadınlar gibi ay uy diyerek geziyorum. Elimden birşey düşürmeye korkuyorum, eğilip almam bayağı uzun sürüyor çünkü.

Daha bir sürü şey var aslında ama aklıma gelmiyorlar, yazarım nasıl olsa :)

1 Haziran 2009 Pazartesi

Bugünün devamı

Yaşgünüm gece 00:01'de kocamın mesajıyla başladı, daha sonra arkadaşların, öğrencilerin iyi dilekleriyle devam etti. Sınav bittikten sonra odama çıktığımda masamın üstünde beni bekleyen büyük bir çiçek buketi gördüm. Kocam sürpriz yapmayacağını söylemesine rağmen çiçek yollamış (çiçeğin sürpriz sayılamayacağını söylüyor) bana, ben sınavdayken arkadaşlar alıp masama koymuşlar sağolsunlar. Çok sevindim, şaşırdım, gözlerim doldu. İşte çiçeklerim ve benim bir kısmım. Akşama eve götüremeyeceğimi anlayınca vazo aramaya başladım. Yeteri kadar büyük bir vazo bulamayınca da 5 litrelik bir pet şişeyi keserek vazo haline getirdim :) Sabah fakülteye gittiğimde odam misler gibi kokuyor olacak ne güzel.

Kocamın asıl sürprizinin ne olduğunu öğrendim. Hani geçenlerde kafasında bir fikir olduğunu ama yetiştiremeyeceğini söylemişti bana. Blogumu A5 formatında bir kitaba dönüştürmekmiş projesi. Bir süredir düzenlemeleriyle uğraşıyormuş meğerse benden gizli ama araya fakülteyle ilgili işler girince ara vermek zorunda kalmış Yetiştirseymiş gayet güzel ciltletecek ve ilk ve tek kitabımı bana hediye edecekmiş. Almış kadar sevindim. Kocamın bana verdiği değeri zaten biliyordum ama bloguma da önem verdiğini görmek beni ayrıca mutlu etti. Bitirmesini dört gözle bekliyorum. Asıl hediyesini hazırlayana kadar idare etmem için aldığı kitaplarımı bekliyorum şimdi, internetten sipariş ettik ama henüz gelmedi.

Günün ilerleyen saatlerinde pek çok telefona cevap verdim, facebook'tan gelen mesajları, yorumları okudum, sizlerin yazdıklarını onayladım (ama henüz cevap yazamadım), 2 arkadaşımla minik bir pastaya mum diktim, üfleyip dileklerimi diledim ve sonra da sınav kağıtlarını okumaya giriştim. Bir yaşgünüm daha hem yalnız hem de tüm sevdiklerimle birlikte geçti. Yağcılık sanmayın ama sizlerin yaşgünü dilekleri beni ayrıca mutlu etti. Bu bir yıl içinde hem sevinçlerimi hem de üzüntülerimi paylaştınız, yaşgünümde de yanımda olduğunuz için hepinize çok ama çok teşekkür ederim, eksik olmayın :)

Bugün...

Bugün benim yaşgünüm. Her yaşgünümde olduğu gibi sınav var, hatta bugün başlayan finallerin ilk sınavı bizim derslerden birinin. Yaşgünümü yine sınava girerek ve sonrasında kağıt okuyarak geçireceğim. Kocam, annem, babam yanımda değil ama arkadaşlarım var, bir ara vakit bulup onlarla kutlarız. Akşam eve gelirken kendime minik bir ekler pasta alırım ve mum diker üflerim, kuşlarla birlikte kutlarız. Ne de olsa yaşgünleri mum üflemeden geçmez, yaş ilerlese de, 40'a merdiven dayasak ve o merdivenden bayağı bir tırmansak da kutlamadan geçiştirilmez. Hediye olmasa da olur (olursa tabii daha güzel olur) ama mum üflenecek, minik de olsa bir pasta yenecek. Gece 00:01'de her zaman olduğu gibi kocamın mesajıyla başlayan yaşgünüm uzakta olsak da kalpler birlikte geçecek.