18 Ağustos 2008 Pazartesi

Nasıl da gelişiyor herşey...

Sabah klasik Eskişehir-Ankara yolculuğum sırasında mp3 player'ımda bir şarkı çalmaya başladı. Çok eski bir şarkı, babamın gençliğinden hatta ama ben de bilir, dinler ve çok severim. Söyleyenler hala piyasada bu arada, youtube çalışıyorken babama ilk önce eski tv programlarındaki siyah-beyaz tıfıl hallerini, sonra da şimdili kelli felli adam hallerini göstermiştim. Grubun adı The brothers Four, şarkı da Green Fields. Solistlerden birinin sesi kadife gibidir, içimi her dinlediğimde huzurla, mutlulukla doldurur (her ne kadar sözler hüzünlü olsa da). O ses alıp beni geçmişe götürdü. Şarkıyı ilk dinlediğimde herhalde ancak ortaokula (hatta hazırlık sınıfına) gidiyordum. Babamın eski bir teybi vardı, şeritli olanlardan. Günümüzün eski teknolojisi olan kasetlerden bile daha eski sistem yani. O teybe bayılırdım, şerit bir makaradan çıkıp diğerine dolanırdı. Sonra tersini takardınız, oradaki şarkıları , sesleri dinlerdiniz. Bebeklik ve çocukluğumuz bir sürü kayıt yapmıştı annemle babam, şimdi kimbilir nerede o bantlar. Alet şu sağdakinin benzeri bir şeydi. Babamın gençlik dönemlerinde yaptığı müzik kayıtları arasında bu şarkı da vardı, taa o zamandan çok hoşuma gitmişti. Hemen ezberlemiştim sözlerini. Hala arada sırada radyoda çalarlar, sözlere eşlik ettiğimde de etraftakiler bu kadar eski bir şarkıyı nasıl bildiğime şaşıp kalır. Eğer siz de bir yerde duyarsanız diye aşağıya sözlerini ekliyorum. Dinleyin ve o kadife ses sizi de alıp yeşil tarlalara götürsün...

once there were green fields kissed by the sun
once there were valleys where rivers used to run
once there were blue skies with white clouds high above
once they were part of an everlasting love
we were the lovers who strolled through green fields
green fields are gone now, parched by the sun
gone from the valleys where rivers used to run
gone with the cold wind that swept into my heart
gone with the lovers who let their dreams depart
where are the green fields that we used to roam?
I'll never know what made you run away
how can I keep searching when dark clouds hide the day
I only know there's nothing here for me
nothing in this wide world, left for me to see
still I'll keep on waiting until you return
I'll keep on waiting until the day you learn
you can't be happy while your heart's on the roam,
you can't be happy until you bring it home
home to the green fields and me once again

17 Ağustos 2008 Pazar

Bir filmin aklıma getirdikleri

Sabah sabah tv kanallarından birinde eski bir müzikal buldum. Adı An American in Paris'ti galiba, başlayalı bayağı olmuş, neredeyse sonlara doğru açmışım hatta. Başrolde Gene Kelly vardı, akstrisin adını ise hatırlamıyorum ama zamanın teamüllerine uygun olarak eski bir balerin herhalde kendisi (Afişi bulunca baktım, Leslie Caron'muş kendisi). Esas erkeğimiz Paris'te yaşayan bir Amerikalı ressam, Paris'li bir kıza aşık oluyor, kız da buna ama kız meğerse nişanlıymış . Konu bu minval üzerine akıp gidiyor. Ama önemli olan şey zaten konudan ziyade aralarda söylenen şarkılar ve dans gösterileri. Kareografinin esas oğlanın elinden çıktığı belli, Gene Kelly'nin o kadar belirgin bir dans stili vardır ki, filmde görünmese, sadece kareograf olarak bulunsa bile tanırım. Sert hareketler, kesin dönüşler, o zamanın yine büyük müzikal yıldızlarından olan Fred Astaire'den kesinlikle farklıdır. Özellikle 2 filmini çok severim, Brigadoon ve Pirate, ikisi de arada danslar vs olmasa da seyredilebilecek filmlerdendir. Bu sabah izlediğim filmi ise uzun zamandır görmemiştim, sonunu unutmuşum bile diyebilirim. Ama nedense bu sefer biraz sıkıldım, aradaki 10-15 dakika süren hayal sahnesi bile kurtaramadı. Ancak şunu belirtmesem olmaz, zaten bu yazıyı da bunun için yazıyorum, prodüksiyonu kimbilir kaç dolara çıkmıştır bu filmin hesaplamaya çalıştım ama olmadı. O nasıl bir sahne tasarımı, ne çok figüran ve ne çok kostüm. Çok para harcamış olmalılar, zaten o zamanki müzikallerin hepsi aynı derecede şaşaalı. Film bittikten sonra o kadar kostüme ne oluyor diye merak ettim. Orasını burasını biraz değiştirip bir başka filmde kullanıyorlar mıydı acaba, aksi halde büyük bir israf olurdu herhalde. Amannnn, bana mı dert, MGM düşünsün :)

13 Ağustos 2008 Çarşamba

Atasözü ama bizden değil

Sabah mail hesabıma bakarken, anasayfamdaki Quote of the day (Günün alıntısı) kısmındaki atasözü çok hoşuma gitti. Bir Musevi atasözü yazmışlar bugün. İslam inancına tam olarak uymuyor çünkü biz Müslümanlar Allah'ın her yerde olduğuna inanırız ama yine de anneleri onurlandırması açısından hoşuma gitti, buraya yazmak istedim.

Aynen kopyalıyorum:

"God could not be everywhere, so he created mothers"- -- Jewish proverb

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Sonbahar adım adım yaklaşıyor

Sonbahar geliyor. Bunu anlamak için takvime bakmama gerek yok. Daha Agustos'un ortası bile değil diyebilirsiniz ama sonbahar gelmeye başladı bile. Benim için sonbarın habercisi at kestanesi (Aesculus hippocastanum) ağaçlarının yapraklarının sararmaya başlamasıdır. Aynı zamanda ilkbaharın gelişinin habercisi de. Fakülte bahçesinde, park yerinin kenarında asker gibi dizili dururlar. İlkbaharın gelişiyle bu kocaman ağaçlar birleşik yapraklarını çıkarmaya başlarlar. O yan yana dizilmiş ağaçların yeşermesi içimi her zaman sevinçle doldurmuştur. Yaprakların sararmaya başlaması da bir o kadar hüzün verici. Bu sabah fakülteye gittiğimde bazı ağaçların yapraklarının sararmaya başladığını fark ettim ve benim için sonbahar aniden geldi...

10 Ağustos 2008 Pazar

Tatil öncesi

Artık vakit bulup yazsam iyi olacak, yazılar iyice birikmeye başladı çünkü. Ne zamandır ertelediğim tatil öncesi yazısıyla başlayayım en iyisi, herhalde gerisi de gelir.

Tatil öncesinde bir arkadaşımızın düğünü için eşim Ankara'ya gelmişti. Çok uzun zamandır uygulamaya koymak istediğim Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Kale ve Hayvanat Bahçesi ziyareti planlarım vardı. Bu arada hepsini gerçekleştirme fırsatı buldum. Eşimin her geldiğinde yaptığımız şey genellikle aliışveriş merkezlerine gidip biraz alışveriş, biraz gezme, biraz yemek ve benim olmazsa olmazım sinema olurdu. Hatta zaman zaman başka yerlere gitmiyoruz diye bana sitem eder ama bu kültür gezisi planımdan bahsedince de alışveriş merkezine gitmeye tav olurdu. O da haklı tabi, ne de olsa geçen sene başarısız bir girişimimiz olmuştu. Tempo Tur'un rehber eşliğinde ücretsiz olarak gerçekleştirdiği günübirlik bir Antik Ankara turu vardır. Yılda birkaç kez yaparlar. Bir keresinde ben de katılmıştım, Ulus'taki Roma Hamamı'ndan başlayıp, yukarıya Kale'ye kadar yürüyerek çıkılan, bu arada etraftaki her yerin gezildiği bir geziydi. Normalde Etnoğrafya müzesinde sonlanan gezi tadilat nedeniyle orayı kapsamıyordu (şimdi açık ama, gidebilirsiniz). Ömrünün sadece 2-3 yılını (o da kesintili olarak) Ankara dışında geçiren biri olarak bu geziyi bu kadar ertelediğim için kendime çok kızmıştım. Bu nedenle eşime de aynı turu uygulamaya karar verdim. Zaman olarak geçen senenin çok sıcak bir cumartesisi diyelim. Anafartalar Çarşısı'nın bombalanmasından 1 hafta kadar önce hatta.

Roma Hamamı'yla tura başladık. Orayı hiç bu kadar kalabalık görmemiştim. Okullar arası bilmemne yarışmaları vardı, bir sürü çocuki öğretmenleri, velileri derken ortam piknik alanına dönmüştü. Kalabalıktan uzak durarak etrafı gezinmeye çalıştık ancak her taşın üstünde oturup yemek yiyen, çöplerini tarihi eserlerin üzerine fütursuzca koyan insanlar sinirimiz bozmuştu. Oradan kaçarcasına çıkıp Julianus sütununun yanından geçip Anadolu Medeniyetleri Müzesi'ne doğru yürümeye başlamıştık. Sol taraftaki antik tiyatroyu (maalesef pek fazla bir şey kalmamış) geçip yokuş yukarı sıcağın etkisiyle iyice kendimizden geçince vazgeçip rotamızı Ankamall'e doğru çevirmiştik.

Ama bu sefer eşim beni kırmadı ve direkt Müze'ye çıktık. Gitmek istememin bir nedeni de Müze Kart almaktı. Panolarda reklamlarını görmüşsünüzdür, 20 YTL karşılığı 1 yıl boyunca tüm müze (özel müzeler hariç) ve ören yerlerine ücretsiz girmenizi sağlayan kart. Kart internetten de alınabiliyor, ama hazır gitmişken alalım dedik. Gerçi bizim için pek de gerekli değil, akademisyen olduğumuz için bir çok yere çok fazla ücret ödemeden girebiliyoruz ama yine de güzel bir uygulama.
Müzenin girişinde hemen fotoğraflarımızı tarayıp kartlarımızı hazırlamaya başladılar, biz de içeriyi gezmeye başladık. Fotoğraf makinemin pillerini kontrol etseydim keşke, maalesef daha açar açmaz "pil değiştir" dedi ve kapandı. Ben de cep telefonuyla bir kaç resim çektim.

Müze adı üstünde Anadolu'daki medeniyetlerin eserleri üzerine. Turistlerin çok ziyaret ettiği, bizlerin ise az ilgi gösterdiği bir yer. Sol üstteki resim herkesin bildiği, hem Ankara'nın hem de üniversitemin simgesi olan Güneş Kursu. Onu çekmezsem olmazdı yani. Sağdaki de sağlık tanrısı Asklepion. Bergama'daki Asklepion'a da gitmiştim, fotoğraflarını bulabilirsem onu da bir ara yazayım. Alttaki de iç odalardan genel görünüm.

Müzeyi gezip bitirdikten sonra girişten müze kartlarımızı alıp, yukarıya, Kale'ye doğru yürümeye başladık. Kale'den önce Çengel Han'ı görelim dedik. Rahmi Koç'un restore ettirdiği eski bir han. Restorasyondan önceki halini görmüştüm, o yüzden karşılaştığım han beni oldukça şaşırttı. Gezip, basılabilecek herşeye basıp dinleyip, çalıştırdıktan sonra güzel ve hafif bir yemek yedik. Keşke yemeseydik de Kale'ye gittiğimizde Zenger Paşa'da vs. güzel bir Ankara manzarası eşliğinde birşeyler yeseydik, neyse, başka sefere. Oradan Kale'yi şöyle kısacık gezip yürüyerek Ulus'a geri döndük. Bana kalsa Bakırcılar Çarşısını, Çıkrıkçıları da gezerdik ama bu kadarı eşime eziyet olurdu.

Hayvanat bahçesi için zamanım kalmadı, onu da bir sonraki yazıda anlatayım.

6 Ağustos 2008 Çarşamba

Kısa bir arazi

Tatil öncesi ve tatil yazılarına hala başlayamadım biliyorum, önce araya kısa bir arazi yazısı karıştırayım dedim. Bugün Kırıkkale civarına bir bitkiyi aramaya gittim. En sıcak günlerden biri olacakmış endişesine günümüzün belası kene de eklenince insan biraz çekiniyor ilk başta ama araziye çıknca herşeyi unutuyor. Uzun zamandır araziye çıkmamıştım, biraz hamlamışım. Aldığım kilolar da cabası tabii, tepeleri inip çıkarken nefes nefese kalınca en kısa sürede bunlardan kurtulmaya karar verdim. Keklik gibi sekmeli dağlarda, tepelerde, bu kilolar herşeye bela. Kene endişesini paçalarımızı çorapların içine sokarak ve kene kovlar sıkarak bertaraf etmeye çalıştık. Soldaki resim ayaklarımın arazinin başlangıcındaki halini gösteriyor sonrasındaki hali biraz pis. Toprak jipsli olunca çok kolay ufalanıp kayıyor. Kayan toprağı olan bir tepeye çıkmak ve inmek biraz kirli bir iş, sokak çocuklarına döndüm bir nevi. Sol dizimde oluşan baskı da cabası. Zaman zaman beni yoklayan diz ağrısı, üzerine yüklenmek zorunda kaldığım için, eve gelip dinlendikten sonra kendini iyice belli etti. İşte kilo vermek için ayrı bir neden daha. Bir yerde 5 kg fazlanın bile eklemler üzerinde çok fazla yüke neden olduğunu okumuştum. İyi okumamışım demek ki, kaç kiloya tekabül ettiğini hatırlamıyorum. Çok diyelim. Yukarıda keneye karşı silahım görülüyor (armed and dangerous). Aşağıya da araziden bir manzara ekledim: Tepelerdeki tebeşir kayalar (bilimsel adını bilmiyorum). 1-2 parça aldım, gerçekten de tebeşir :) Neyse, sonuç olarak bitkiyi bulduk, üzerimde kene yok galiba, sadece diz ağrısıyla atlattım bu kısa arazi macerasını. Kilo verme kararlılığı da cabası.

3 Ağustos 2008 Pazar

Tatil bitiyor

Bugün iznimin son günü. Artık işbaşı yapma zamanı geldi. Son 1 haftadır Eskişehir'de evimdeydim. İlk 2 gününde ağbim de bizimle birlikteydi, blog'a yazılacak tatil öncesi ve tatil anılarına ve eklenecek fotoğraflara onunla çekilen fotolar ve gidilen yerler de eklendi. Daha fazla birikmeden oturup yazmam gerekiyor. Tatil sonrası işlerimle birlikte hepsini toparlamalıyım.

Ama yazmadan edemeyeceğim birşey var. Bu son bir hafta bana cennetteymişim geldi. Evimde kocamla beraber olmanın dışında, evimde sessizlik içinde olmayı kastediyorum. Normalde haftasonları evimize geldiğimizde bizi özellikle üst komşularımızın ve bir miktar da yan komşularımızın gürültüsü karşılıyor. Üst komşudan yana hiç şansımız yok zaten. Bir önceki kiracının küçük bir çocuğu vardı. Emekleme dönemi vs gayet rahattık ama ayaklanıp koşturmaya başlayınca kabusumuz olmuştu. Çocuktur koşacak elbette ancak gece 11-12 gibi pek çekilmiyor özellikle de cuma günü yorgun argın Ankara'dan gelmişseniz. Bu yüzden taşındıklarında ne yalan söyleyeyim pek sevinmiştik ancak gelen gideni aratır derler ya, çok doğruymuş. Ev 1-2 ay kadar boş kaldıktan sonra 3 çocuklu bir aile taşındı. Çocuklar 2 kız ve bir oğlan olmak üzere birbirine yakın yaşlarda. Ablalar ilkokulda, en küçük olan ise ya anaokulunda ya da 1. sınıfta tam bilemiyorum. Oğlan herhalde son bulunmasının nedeniyle fazlasıyla şımarık. O yüzden maalesef gece gündüz tepemizde koşturmaca hiç eksik olmuyor. Duvarlar kağıt gibi de olunca çocukların birbirlerine bağırıp çağırmaları, bir süre sonra babalarının karşılık vermesi dayanılacak gibi değil. Anneleri de sanıyorum ev hanımı ve oldukça titiz. Evi her gün mutlaka süpürüyor. Temizlik güzel şey tabii ama süpürme işlemi sürekli olarak ve genellikle sabahın erken saatlerinde dan dun duvarlara vurularak yapılınca sinir bozuyor. Her gün yapıldığını bilince de "acaba ne zaman başlayacak" endişesi, gerilimi de cabası. Yan komşularımızın da küçük bir oğlu var. Bebekken ağlamasını elbette ki tolere ettik, olacak o kadar ama biraz büyüyüp akciğer kapasitesini keşfetmesi bizim için yine iyi olmadı. O yüzden tatilden dönüp de her iki komşularımızın da evde olmadığını anlayınca dünyalar bizim oldu. Sessizlik ne güzelmiş. Ne tepemizde koşturan ayaklar, ne bağırış çağırışlar, ne televizyonun sesi gümbür gümbür açılarak seyredilmesi ne de gecenin ikisinde garip bir şekilde bağırarak ağlayan bir çocuk ve onu susturmaya çalışan, bu esnada da garip şarkılar söyleyen bir baba. Uzun sürmeyecek biliyorum, fırsat varken bu anın tadını çıkarmalı...