31 Mart 2010 Çarşamba

Yapılacaklar dağ gibi

Bugün için okunacak yığınla defter, yine okunması gereken yüzlerce sınav kağıdı (200'e yakın diyebilirim) ve yapılacak bir sürü iş var (iş bir günlük değil hem de uzun bir süre alacak). Nasıl yetişeceğim bilemiyorum çünkü yapmak istediğim tek şey yatıp uyumak. İster işten kaçma bahanesi deyin, ister bahar yorgunluğu, kolumu kaldırmak istemiyorum. Çaresiz gidip işlerin ucundan birer birer tutmaya başlayacağım. Bitsin diye çalakalem de okuyamıyorum ki defterleri. Yazıyorum, çiziyorum, düzeltiyorum, nerdeyse öğrencilerden çok yazı yazıyorum. Çok vakit harcıyorum ama başka türlü de yapamıyorum. Bir an önce silkinip kendime gelmeliyim ama silkinecek gücüm bile yok.

29 Mart 2010 Pazartesi

Çok klasik

Tamamen klasik bir durum bu. Peki madem öyle neden her sene aynısını yaşıyorum? Önceki seneden ders almam gerekmiyor mu? Geçen sene şöyle olmuştu, bu sene böyle yapayım demem lazım ama onun yerine belki bu sene böyle olmaz diyor ve yine aynı şeyi yapıyorum.

Çok ama çok klasik: Kalın kışlıkları kaldırdığım anda hava soğuyor. Her sene oluyor bu. Artık soğumaz derken Balkanlardan yağışlı bir soğuk hava dalgası geliveriyor. Yine de o kadar hazırlıksız değilim canım, 1-2 hırka saklıyorum bu gibi durumlar için ama vitrinlerde tiril tiril baharlık, incecik, cıvıl cıvıl renkli kıyafetleri görmek sonra bu gibi kapalı bir havayla karşılaşıp yine aynı kalın kışlıkları giymek zorunda kalmak garibime gidiyor. Havaları değiştiremeyeceğimize göre (aslında küresel ısınmayla gayet güzel başarıyoruz) bahar vitrinlerini Nisan-Mayıs gibi mi hazırlasa mağazalar?

25 Mart 2010 Perşembe

Bu aralar...

Bu aralar hiç enerjim yok. Bahar yorgunluğu olsa gerek. Gerçi bugün hava yine kapalı, bahar gelmiş gibi gelmiyor bana. Belki de bu yüzden tek tük açan ağaçları gördükçe içim neşe ve mutlulukla dolmuyor. Hatta havalar yine aniden soğursa diye telaşlanıyorum o çiçeklere bakarken. Malatya'da kayısı üreticileri perişanmış, hatta yanlış hatırlamıyorsam bir Malatya milletvekili geçenlerde ağlıyordu televizyonda kayısı çiçekleri dondu diye.

Daha önceki yazılarımdan birinde yazmıştım, benim için baharın gelişini fakülte bahçesindeki Atkestanesi (Aesculus hippocastanum) ağaçlarının yapraklanıp çiçek açması belirler diye. Onlar yapraklanınca içim sevinç dolacak galiba.

O kadar yorgunum ki demek yeterli değil, bir kaç örnek vereyim:

O kadar yorgunum ki, FarmVille'deki tarlamla bile uğraşmak istemiyorum, benim yerime bir başkası eksin biçsin istiyorum (kocama kakalamaya çalışıyorum).

O kadar yorgunum ki, cep telefonuyla bile konuşmaktan sıkılıyorum, mümkünse kimse beni aramasın, ya da aradıklarım telefonu açmasın istiyorum (o zaman neden arıyorum ki?)

O kadar yorgunum ki, yatmak uyumak istiyorum ama fazla yatmaktan da sıkılıyorum.

O kadar yorgunum ki, alışveriş merkezine gideyim, cıvıl cıvıl vitrinlere bakıp içimi açayım istiyorum ama yorgunluktan üşenip gidemiyorum.

O kadar yorgunum ki, bunun ve yukarıda saydıklarımın depresyon belirtileri olmalarından korkuyorum.

Çok yorgunum ama Atkestaneleri yapraklanınca düzeleceğimi biliyorum.

24 Mart 2010 Çarşamba

Çek ayağını

İnternet sayfalarını gezerken bir reklam çıkıyor karşıma, siz de mutlaka görmüşsünüzdür. Ayak tabanına yapıştırılan bir detoks ürünü reklamı. Tamam, reklamını yapacaklar ama herhangi bir sayfayı açtığımda burnumun dibinde kocaman bir ayağın çıkmasından ve o ayağın gözümün önünde sallanmasından hiç hazetmiyorum. Ürün faydalı mı değil mi bilemem, ama bu reklamdan sonra hayatta almam. Az önce yine karşıma çıktı mesela. Iyyh, elimde olsa bir tane patlatıp ya da bir iğne batırıp çek şu ayağını burnumun dibinden diyeceğim ama sanal alemde olmuyor. Çaresiz reklamın bitmesini bekleyeceğim.

Bu arada bahar gelmiş ben yine evde yatarken. Hafif bir kırgınlık nedeniyle yine evde yatıyordum. Gerçi ben yatarken hava daha güneşliydi, daha baştan çıkarıcı görünüyordu. Ben dışarı çıkınca güneş ortalardan kaçtı. Saklambaç oynamıyoruz şekerim, çık ortaya :)

22 Mart 2010 Pazartesi

Hah, şimdi tam oldu

Havalar bir soğuk, bir sıcak, gündüz üşümekle terlemek arasında gidip geliyorum. Geceleri bir garip, kalorifer yanmazsa üşüyorum, yanınca pişiyorum, tam hastalık havası, kendime dikkat edeyim derken (geçen sabah fakültede kalorifer yanmasına rağmen üşüyordum mesela) bir de bu çıktı. 28 Mart'ta yine saatlerle oynayacakmışız. Bünye daha havanın gelgitine adapte olamadan bir de saatlerin ileri geri alınma dangalaklığına uyum sağlamaya çalışacak. Ondan sonra istediğin kadar vitamin iç, düzeltemezsin bünyeyi. Geçen sene enerji tüketiminde tasarruf olursa ileri geri alınmayacak demişlerdi ama aynen devam. Enerji tüketim karşılaştırmalarını açıkladılar da ben mi kaçırdım yoksa? Sanmıyorum, eski tas eski hamam devam edelim dediler herhalde. Yine karanlık sabahlara uyanacağız, vücut uyanmamak için direnecek bir süre, jetlag yemiş gibi dolanacağız. Öff ya, sıkıldım ben bu işten.

17 Mart 2010 Çarşamba

McDonalds'ı sevmem ama...

Nedense McDonalds'a karşı bir ön yargım var. Yıllar önce yediğim hamburgerlerinin küçücük olması ve doyurmaması yüzünden sanırım. Bu yüzden yıllardır adımımı atmadım (En son Japonya'dayken gitmiştim, 7 yıl olacak nerdeyse). Fast food yemek gerekirse (nasıl bir gereklilikse artık :) ) Burger King'e giderim, KFC'ye giderim, Arbys'e bayılırım ama Mc Donalds'a gitmem. (Ronald McDonald palyaçosunu da sevmem ayrıca). Ama galiba gitmem gerekecek çünkü benim gibi birini bile can evinden vuracak bir promosyona girişmişler. Madagaskar penguenlerinin oyuncaklarını veriyorlarmış. Hepsinden istiyorum ama fast food yemek de istemiyorum. Neyse, buluruz bir çaresini.

Tam bu satırları yazarken Kanada'nın bu yıl avlanacak fok sayısını artırdığına dair bir haber vardı televizyonda. Neymiş fok nüfusu artmışmış, avlanmaları iyi olurmuş. Masa başından karar vermek ne güzel. Oysa gördüğüm sahnede tatlı bir fok buzların üstünde kaçmaya çalışıyor, peşindeki adam koşturuyor, zavallı fok kafamı çevirip adama bakayım derken kafaya ucu kancalı sopayı yiyor. Korkunç bir görüntüydü. Öldüren adamın ailesi, çoluğu çocuğu vardır mutlaka, onların yüzüne nasıl bakıyorlar ki? Nüfusları fazla artıyorsa bir çare bulunur elbet. Bu kisve altında ve bu şekilde öldürülmeleri tam bir acımasızlık.

Oscar ödüllerinde En İyi Belgesel ödülünü "The Cove" almıştı. Japonya'ndaki yunus katlimaı hakkında bir belgesel. Japonları çok severim ama gizli bir koyda yunusları sıkıştırıp öldürmelerinden nefret ettim. Zaten balina avladıklarını biliyordum ama bu belgesel tuz biber ekti, içim kalktı. Fragmanını görmek isterseniz youtube'dan bakabilirsiniz.

Nereden nereye geldim bir anda sabah sabah. Kusuruma bakmayın.

16 Mart 2010 Salı

Benim ürememden sana ne

Devlet bu aralar ürememize kafayı takmış durumda. Tüp bebek için yeni yönetmelik çıkardılar biliyorsunuz. Yaş itibariyle artık ilgi konuma girdiği için ne oluyor ne bitiyor takip ediyorum haliyle. Daha bunu sindiremeden dün duyduğum şey resmen üstüne tüy dikti. Neymiş efendim, yurtdışındaki sperm bankalarından sperm alarak hamile kalan kadınlara 3 yıl hapis cezası verilecekmiş. Gerekçe Türklüğü korumakmış. O sperm kime ait bilinemezmiş, kimbilir nasıl özellikleri varmış bidi bidi. Madem iş Türklüğü korumak, yakında yabancılarla evlenmeyi de yasaklarlar diye tepkiler koyulmaya başladı, belki duymuşsunuzdur.

Kadın yalnızdır, 40'lı yaşlara yaklaşmıştır ve artık birine aşık olup çocuk sahibi olma ümidi yoktur, ama anne de olmak istiyordur. Biriyle ilişkiye gireceksin, tanımaya çalışacaksın, evlenmeye karar vereceksin, sonra anne olacaksın. Demek ki bulamamış bu vakte kadar, ümidi de kalmamış, doğurganlığı da azalıyor. Ortada koca, sevgili varsa zaten tüp bebek falan denerler, ama erkek faktörü yoksa ne yapacak? Ya da son bir çabayla biriyle evlendi, doğurdu ama boşandı, al sana bir sürü sorun daha. Ne yapıyor bu kadın peki, gidip sperm alıyor bir yerden ve hamile kalıp çocuğunu doğuruyor. Ben bunda ters bir şey göremiyorum açıkçası. Kadının kendi tercihidir, çocuğunu bu şekilde doğurup yetiştirmeye karar verdiyse bana karışmak düşmez.

Gelelim Türklüğün korunmasına. Güldürmeyin beni, bundan saçma bir bahane olamaz. Osmanlı Devleti zamanına gidelim, sultanlarımızın, cariyelerin bir kısmı yabancı ülkelerden gelmemiş miydi? Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi Hürrsem Sultan mesela? Yabancı değil miydi? Oğlu 2. Selim daha az Türk mü oluyor o zaman? Ya da eskiden yetenekli yabancı oğlanların devşirilmesi adetine ne diyeceksiniz? Mimar Sinan mesela devşirme değil miydi? Hala gurur duyduğumuz muhteşem eserler bırakmamış mıydı arkasında?

Peki şimdi yabancılarla evlenenler ne olacak cidden? Yakında onlar için de çocuk doğurma yasağı gelir mi? Benim eşimin anne tarafı Çerkes. Bu durumda biz ne oluyoruz? Eskişehir'de yaşayan Tatarlar ne oluyor?

Bence saçmalığın daniskası bu karar, altında mutlaka başka şeyler yatıyor olmalı.

15 Mart 2010 Pazartesi

41 kere maaşallah

Dün sabah, adını şu anda unuttuğum bir söyleşi programında Halit Kıvanç'ı izledim. Maşaallah hala aynıydı. Daha doğrusu şöyle diyeyim, kendimi bildim bileli tanıdığım, gördüğüm Halit Kıvanç'tı. 85 yaşındaymış ama bana hiç yaşlanmamış gibi geliyor. Konuşması düzgün, giyim kuşamı çok özenli, tam bir beyefendi. Hukuk Fakültesi mezunuymuş, sonrasında 2 yıl stajını da yapmış ve 3 ay kadar doğu illerimizden birinde hakimlik bile yapmış. "Hala bazı dükkanlarda "ilk hakimimiz" diye resimlerimin olduğunu görünce çok duygulandım" dedi. Hakimlik zamanında gazetelerde yazı yazması istendiğinde sadece spor yazıları yazmasına izin verilmiş, başka konuda yazmayın demişler (Biliyorsunuz memurlar siyaset yapamaz). Spor macerası da böyle başlamış meğerse. 3 ay sonra istifa etmiş ve tamamen gazeteciliğe-spora vermiş kendini.

Bir kez daha hayranlıkla seyrettim kendisini. Daha nice yıllar televizyonda görebilirim umarım.

Not: Bir başka yaşlanmayan (yaşlanmayı belli bir yerden sonra durdurmuş diyelim) kişi de Erol Evgin. Perukları zaman içinde değişse de o da hep aynı kaldı. Bir maşaallah da ona gitsin benden.

12 Mart 2010 Cuma

Ankara'daki arap saçı

Ankara'da yaşamayanları direkt ilgilendiren bir konu değil, isterseniz boşverebilirsiniz.

Ankaralılar olarak otobüs-minibüs ve halk otobüsü ücretlerinde mahkeme kararıyla indirim yapıldığını, fiyatların 6 yıl önceki hale döndüğünü öğrenince çok sevinmiştik. Özellikle öğrenci biletinin 60 kuruşa düşmesi öğrencilerimizi çok memnun etmişti. Minibüs şoförleri, halk otobüsü şoförleri kazan kaldırdı, hatta geçen pazartesi seferlere geç başlayarak tüm ulaşımı felç ettiler.

İnsanlar "bu para çok az gerçekten, karşılamaz" ve "iyi oldu gayet de karşılar" şeklinde 2 gruba ayrıldı. Ben ikinci gruptaydım. Belediye malum, Gökçek'in kar-zarar tablosu açıkladığını duymadım şimdiye kadar. Botaş'a olan borçlar ısrarla ödenmiyor. Futbol kulübüne verilen o korkunç paraların nereden karşılandığı hala belli değil. Bütün bu belirsizlikler varken zarar ettiğini neye göre iddia ediyor acaba merak ediyorum. Transferi kaldırdım dedi. Eski hali (transferli yolculuk) 1.5 TL+ 500 Kuruş=2.00 TL idi. İndirimli haliyle 900 kuruş + 900 kuruş=1.8 TL verecek, 200 kuruşu da cebimde tutacaktım ama olmadı, kararı iptal ettirdiler. Cumartesi gününden itibaren başlanacaktı hesapta ama bugün minibüsler hemen uygulamaya koymuş, kavgalar çıkmış.

Ben dediğim gibi indirimden yanaydım çünkü zarar edildiğine inanmıyorum. Minibüsleri ele alalım. Diyelim ki minibüste 14 koltuk var. Sadece bu koltuklar dolu olsa, uzun mesafede zarar eder diyelim. Yine etmez. İndi-bindisi var, kısa mesafe gidip yerini başkasına bırakan var. Kaldı ki ben ayakta yolcu almayan minibüs de görmedim şimdiye kadar. Tıklım tıkış gidiyorlar ve bu şekilde hem trafik kurallarına karşı geliyorlar hem de haksız kazanç sağlıyorlar. Haksız diyorum çünkü verdikleri vergi koltuk sayısı üzerinden hesaplanıyor. Ayakta giden yolcu net kar olarak trink cebe giriyor. Süper.

Halk otobüsleri de bundan farklı değil. Yolcular itinayla istiflenir, gerekirse durak harici durulur ve yolcu alınır, indirilir, bilet verilmemeye çalışılır.

Belediye otobüslerine gelince, bana en çok dokunan kısım da işte bu. Yaşlı saatinden bahsetmiştim daha önce. Saat 10-16 arası 65 yaş üzeri vatandaşlar bir kart çıkarttırıp gönüllerince otobüse binebiliyorlar. Bu arada biz nispeten gençlerin oturacak yer bulmamız elbette ki sözkonusu değil. Neyse bunu geçtim, yaşlı kartı çıkartmak için her yıl belli bir ücret alınıyor. Peşin alınan o paralar faizde midir, nerededir, o paralar nasıl değerlendiriliyor, benzin parası buradan karşılanmaz mı? Ayrıca Bayramlarda 4-5 gün boyunca belediye ve halk otobüsleri ücretsiz çalışıyor. Ankara'da olduğum zamanlarda bayram boyunca otobüsler o kadar dolu olurdu ki dolmuşa veya taksiye binmek zorunda kalırdım. O zamanlar zarar etmiyor muydu otobüsler? Oy kaygısı mı tüm bu h,zmetler?

Sonuç olarak indirimi iptal ettiler, herşey eski tas eski hamama döndü. Cebimizden günde en az 3 TL yol parası çıkacak. Transfer yapacaksak eğer 4 TL. Bizim fakültedeki idari personeli hatta biz asistanları düşünüyorum da (köklü bir üniversiteyiz ama nedense personel servisimiz yok), ne kadar sevinmiştik nihayet bizim lehimize bir karar çıktı diye. 3-5 günlük sevincimizi kursağımızda bıraktılar. Haydi bakalım, pamuk eller cebe :(

9 Mart 2010 Salı

Kerpiç evler

Deprem uzmanlarına göre çok büyük sayılmayacak bir depremin bu kadar can alması ancak bizim ülkemizde olacak şey herhalde. Oysa düşününce kerpiç evlerde bu kadar hasar olmaz gibi geliyor insana. Hatta yıllar önce Ankara'nın Bala ilçesinde yin bir deprem olmuştu da bir kişi ölmüştü. Arkadaşlarla kendi aramızda konuşurken o kişinin kalp krizi geçirdiği için öldüğünü öğrenince "kerpiçten ne olacak ki, üzerinden silkeler yürüyüp gidersin" demiştik. Meğer durum böyle değilmiş. Kerpiç evler yapılırken killi toprak, çamur, saman, taş, tahta, ne bulurlarsa koyuyorlarmış. Akut'tan Nasuh Mahruki ile konuşurlarken dedi ki: "Kerpiç evlerdeki ölümler ezilmeden ziyade boğulma nedeniyle olur. Yapımında ağırlıklı olarak toprak kullanıldığı için bina çöktüğü zaman hiç hava boşluğu kalmaz, kişi nefes alamadığı için ölür. Betonarme binalarda ise ağırlıklı olarak ezilmeden kaynaklanan kayıplar olur, ama beton kalıplarında yer yer hava boşluğu olur". Birşey daha öğrenmiş oldum. Kerpiçin fazla can kaybına neden olmadığını düşündüğüm için de utandım.

Sonuç olarak olan fukaraya oldu. Köylerde yaşayanlar o insanlar hangi parayla betonarme ev yapacak ki? TOKİ el atacak, ev yapacakmış, umarım yapar ama ya diğer yerler? Kaç köy var ülkemizde? Evlerin kaçı betonarme? Tesadüfen yaşıyoruz resmen, sonumuz hayrolsun.

Dün bir profesör (adını unuttum) "Şili depremi bu depremi tetikledi" dedi. "Peki İstanbul depremini tetikler mi ?" diye sordular, "Hayır tetiklemez" dedi. Sen taaa Şili'den buradaki depremi tetikle ama buradaki deprem nispeten yakındaki İstanbul'da tetikleme yapmasın. Garip geldi bana. Zaten sonra Kandilli Rasathanesi Müdürü Şili ve ülkemizin farklı tektonik levhalar (yoksa tabaka mı demişti) üzerinde olduğunu, Şili depreminin tetiklemesinin mümkün olmadığını söyledi. Kime inanacaksın bu deprem konusunda bilemiyorum. Ama bildiğim tek şey var, başka ülkeler hatalarından ders alırken biz İstanbul depreminden bahsedildiğinde önlem almak yerine inşallah olmaz diyoruz. İnşallah maşaallahla olacak şey mi bu? Allah bize niye akıl vermiş? Tedbir alalım diye. Önce tedbir sonra tevekkül. Ne diyeyim, inşallah olmaz.

8 Mart 2010 Pazartesi

Döndüm, buralardayım

Selamın aleyküm. Yine kısa bir ayrılıktan sonra geldim. Bu seferki ayrılığım hastalık nedeniyle yatak istirahatime bağlı olarak gerçekleşti. Evde sağdan sola, soldan sağa döne döne yatmaya, dinlenmeye çalıştım. Hiç özenmeyin, sürekli yatmak zor birşey, oranız buranız ağrıyor, şekilden şekile giriyorsunuz. Yine de şifa niyetine yattım durdum işte. Uyku düzenim bir garip oldu, gündüz uyu, akşam üstü uyu, gece uyu derken kedilere döndüm. İnşallah bu sayede toparladım.

Gündüz evde olmak ve yapacak birşeyin olmaması çok kötü. Kitap okuyayım desem ilaçların etkisinden olsa gerek kısa süre sonra içim geçiyor, televizyona bakayım desem adam gibi birşey yok. Bir ara Derya Baykal'ın programına takıldım, şişeler için önlük şeklinde kılıf yapıyorlardı. Aman allahım o ne gereksiz bir şey. Bana çok gereksiz geldi, hayatta kullanmam ama hoşuna giden vardır mutlaka. Bundan gereksizi ise ertesi gün karşıma çıktı. Spor ayakkabı için süs yapıyorlardı. Kadınlar oturmuş tığ işi birşeyler örmüşler, spor ayakkabının bağcıklarının üstüne takılacakmış. Hangi genç takar onları akıl var mantık var. Bilmem kaç liraya renk renk, desen desen Converse aldıracaklar ailelerine, sonra da üstüne garip bir dantel benzeri şey takacaklar. Neyse, belki de ben anlamıyorum bu işlerden.

Dün yine Oscar ödüllerini seyretmeye kalktım. Gerçi kalktım denebilir mi tam olarak bilemem, uyur uyanık seyretmeye çalıştım, şovun çoğunu kaçırmışım. Çok fazla reklam oluyor, aralarda gözümü kapatayım derken uyuyakalıyorum. Sonuç olarak Avatar'a dandik dandik ödüller verdiler, yazık oldu bence. Sandra Bullock gördüğüm kadarıyla çok heyecanlıydı. Hatta adı açıklandığında "tüh be, keşke Meryl alsaydı, çıkıp konuşma mı yapacağım şimdi" der gibiydi. Kırmızı halı kısmında Mariah Carey ve kocasını gördüm bir ara. Kadın tam bir bomba ama bombshell gibi değil, puf böreği gibi şişmiş anlamında. Bir ara ne güzel toparlamıştı kendini, zayıflamıştı ama yine şişmiş. Kocası yanında pek tıfıl duruyordu. Bence acilen zayıflaması lazım. Bunu anlamıyorum zaten, paraları pulları ve en önemlidi zamanları var, özel eğitmenlerle spor yapıyorlar, oralarını buralarını çektiriyorlar ama bu kadın hala tombik. Olmuyor Mariah olmuyor. Gerçi hamile olduğu yönünde iddialar var bu aralar, belki de ondan şişmiştir.

Gece oturup tekrarını seyredeyim de kaçırdığım yerleri tamamlayayım bari. Madem tekrarını seyredeceksin, adam gibi yatıp uykunu alsana diyenlere anneme verdiğim cevabı yinelemek istiyorum: Neler olup bittiğini o anda görmeliyim. (en azından görebildiğim kadarını).

Elazığ'da deprem olmuş bu arada, Allah yardımcıları olsun, umarım ölü sayısı artmaz.

3 Mart 2010 Çarşamba

Bahar geliyor

Havalar iyice ısınmaya başladı. Hani Mart kapıdan baktırıyordu, kazma kürek yaktırıyordu? Bu ne şimdi? Gerçi badem ağaçları çiçek açmaya başlayınca mutlaka onları dondurmak, erken çiçek açma aptallıklarını yüzlerine vurmak için havalar soğur. Ben de geçen hafta Çankaya civarında çiçek açan bir ağaç görmüştüm (Mart bile değildi henüz). O günden beri havaların soğumasını bekliyorum, lahana gibi kat kat giyiniyorum, o anki sıcaklığa göre katlarımı yoluyorum veya giyiyorum.

Size bu sene yine teğet geçen kıştan bir resim ekleyeyim bari. Arka bahçemizdeki iki çam ağacının hafif kar altındaki halleri. Bu ağaçları pek seviyorum. Kol kola girmiş ya da kafa kafaya vermiş iki arkadaşı hatırlatıyorlar bana hep.

Bu hafta yine bir sürü işim var. Bakalım bu hafta nelere gebe.