28 Şubat 2009 Cumartesi

Sulu bir gözlem

Biraz saçma bir yazı olacak bu, o yüzden istemeyenler okumaktan vazgeçsin lütfen. Sonra "ne saçma salak şeyler yazmış, kesin manyak" demenizi istemem. :)


Fakültede öğretim üyeleri için ayrı tuvaletler vardır, kapısı her zaman kilitli olur. Mazallah öğrenciler girer de mahremiyeti bozulur diye herhalde. Her katta bir erkek bir de bayanlar tuvaleti, içerisinde de 2 tane tuvalet olur. Fakültede bir kadın egemenliği var, tuvalet başına düşen kişi sayısı açısından erkekleri kıskanmamak mümkün değil. Çok kadın olunca tuvaleti çok kullanan da oluyor tabii. Bir de kadın öğretim üyelerinin ve ayrıca idari personelin kendileri içerideyken kapıyı arkadan kilitleme gibi bir huyu var. Çok gıcık oluyorum açıkçası. Hocalar çiş yaparken birşey duyulmasın aman, onların ulaşılmaz, ulvi kişiliklerine zarar gelmesin. İdari personel de onlardan görüp benim ne farkım var diye başlıyor kapıyı kilitlemeye. Ondan sonraki manzaralar çok komik. Koskoca profesörler kapının biraz uzağında durup sıra bekliyor. Trajikomik bir görüntü aslında. Ben ve oda arkadaşım dediğim gibi feci halde gıcığız. O yüzden mutlaka kapıyı açık bırakırız. Acil bir durumda isteyen içeri girsin diye. Pek kimse girmez o ayrı. Işık ve kapı açık mı kaldı acaba diye kafalarını uzatır bakarlar, tuvaletin birinin dolu olduğunu gördüklerinde hemen dışarı çıkarlar. Böylece şırıltılarını başkası duymamış olur. Çok saçma bir uygulama. Ve dediğim gibi kadın sayısı fazla olunca feci bir bekleme sırası oluyor bazen. Erkeklerde böyle bir kilitleme durumu yok, rahat insanlar.

Durumun bir de şu yönü var. Kadınlardaki genetik kodlama mıdır, yetiştirilme şekli ve sonradan kazanılmış bir özellik mi nedir, dışarı çıkmadan önce tuvalete gitme huyu var. Siz de kendinizi yoklayın. Evden çıkmadan önce, az önce gitmiş olsanız bile yine de tuvaleti ziyaret ediyor musunuz? Ya da öğle tatilinde işyerinizden çarşıya vs. gitmek üzere çıkmadan önce, akşam işyerlerini terkederken tuvalete gidiyor musunuz? Ben gidiyorum ve fakültedeki bilimum kadın da gidiyor. O yüzden çıkış saatlerinde feci bir yoğunluk ve sıra, tuvalet kapanın ve arkadan kilitleyenin elinde kalıyor resmen.

Bunun nedeni uterusun varlığı nedeniyle mesanenin sıkışması olamaz sanıyorum. Annelerimizin evden çıkmadan önce "çişini yaptın mı kızım" diye sorması bilinçaltımızda yer etmiş de olabilir ama ya "çişini yaptın mı oğlum" sorusunun yöneltildiği erkekler? Onlarda böyle bir davranış biçimi gelişmemiş. Bence bunun nedeni erkeklerin anatomik yapıları gereği daha rahat olmaları. Tuvalet sorunu bizim araziye çıktığımızda en zorlandığımız hususlardan biridir. Erkekler için bu iş hem daha kolay hem de görülme riski daha az. Bizlerde ise öyle değil. Herhalde erkeklerin bu "nerede olsa yaparım nasıl olsa, kendimi kasmanın ne anlamı var" düşüncesi onları bu kadar rahat davranmaya, işyerinden çıkarken tuvalete gitmeye gerek görmemeye iten şey.

Konu itibariyle biraz saçma oldu galiba kusura bakmayın. Ama tuvaletin birisi girdikten sonra kilitlenmesine gıcık oluyorum, neden yaparlar anlam veremiyorum. O yüzden yazmak istedim. Hem piyasada "Pisuvar Tedirginliği" diye bir kitap varken ve filminin çekilmesi düşünülürken, benim biraz sulu yazımın zararı olmaz herhalde.

26 Şubat 2009 Perşembe

Bir uçak kazasının ardından

Dünkü kazayı elbette hepiniz duydunuz. Ölenlere rahmet, ailelerine, sevdiklerine sabır, yaralılara da şifa diliyorum. Çok kötü birşey. Uçak yine de günümüzdeki en güvenilir taşıma aracı (kontrollerinin yapılması şartıyla tabii) ama kaza yaptı mı da acısı büyük oluyor. En üzüldüğüm nokta da insanların tam inmek üzereyken, iniş takımları açılmış, tekerlerin yere değmesini beklerken böyle bir kaza geçirmeleri. Tam "oh, sağ salim geldik" demek üzereyken beklenmedik bir kaza. Dün bütün akşam yorumları, kazazedelerin söylediklerini ve uçağa bir şekilde binmeyenlerin hikayelerini dinledim. Yıllar önce seyrettiğim bir film geldi aklıma. Sizler de seyrettiniz belki. Sonradan serisini çekerek abarttılar gerçi. Filmimiz Final Destination. Hani bineceği uçağın düşeceğini gören, binişinden itibaren herşeyin gördüğü gibi gerçekleştiğini görünce panik olarak uçaktan inmek isteyen bir genç ve taşkınlık yaptıkları için onunla birlikte uçaktan indirilen arkadaşlarının hikayesi. Filmin ana teması bizim genel inanışımızın tersine: "Ölüm seni elinden kaçırdıysa mutlaka daha kötü şekilde peşinden gelip bulacaktır". Sonrasında uçak kazasından kurtulanlar tek tek ölür vs. Pek iç açıcı bir konu değil aslında. Filmden çıkınca bayağı bir gerilmiştim zaten ve konu üzerine düşünmeye başlamıştım. Dünkü kaza yine bunları getirdi aklıma. Biz bir kazadan sağ kurtulduğumuzda "verilmiş sadakam varmış" deriz. Bence bizim inanışımız daha huzur verici, rahatlatıcı. Gerçi filmi bu mantıkla çekiyor olsalardı ilk sahneden sonra bitmesi gerekirdi, o da ayrı.

Ben kaderden kaçılamayacağına inanırım. Ecel saati geldiyse nasıl olsa seni bulur, ister uçakta ol, ister sıcacık yatağında. O yüzden uyanamadığı için uçağı kaçıranların, karar değiştirip gitmeyenlerin verilmiş sadakası varmış diyorum, daha vakitleri gelmemiş. Yoksa aynı uçakta gidip de oturduğu koltuğun yerine göre hayatını kaybedenlerin yanında burnu bile kanamadan kurtulanlar nasıl açıklanır ki?

Her pazartesi otobüsüm AŞTİ'ye girerken, çıkmakta olan otobüslere bakarım ben. Ve hepsine de "biz yolculuğumuzu sağ salim bitirdik, darısı size, iyi yolculuklar" derim içimden. Keşke o uçaktakiler de sağ salim ulaşabilselerdi sevdiklerine, gidecekleri yerlere.

Umarım hepimizin bir yerlerde verilmiş sadakası vardır.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Unutkanlık hikayelerime devam

Ne zamandır unutkanlığımla ilgili birşey yazmamıştım. Tam haftadönümü, aydönümü kutlamalarına hazırlanırken dün akşamki bir unutkanlığım bu sabahımı rezil etti. Aslında çok abartmayayım, planlarımı bozdu diyeyim. Akşam Fakülteden çıkarken anahtarımı yanıma almamışım. Oda arkadaşım benden sonra çıktığı için kapıyı kilitlemem söz konusu değildi, eksikliğini hissetmedim haliyle. Anahtar da masanın üzerinde okuduğum defter yığınlarının altında kalmış sağolsun. Annemler evde olduğu için kapıyı açıp eve girme problemim de olmadı. O yüzden unutkanlığımın etkileri sabah görülmeye başlandı. Yapmam gerek bir sürü iş var, laboratuvar defterlerinin okunması, 9'daki dersin hazırlıklarının yapılması lazım. İşim gücüm çok diye erken gelmeye karar verdim, 8:15'te fakültedeydim ve kapımın önünde dikilmiş, çantamın içinde umutsuzca anahtarlarımı arıyordum. Unuttuğumu anlayınca bir çözüm yolu aramaya başladım. Önce herbaryuma gittim, Görevli arkadaşın gelmiş olduğunu umuyordum ama gecikecekmiş, yoldaymış. Teknisyen ağbimizi aradım, o da henüz yoldaymış. Diğer asistan arkadaşlar biraz gecikeceklerdi bugün biliyordum. Aklıma hocalarımızdan birinin hergün 8 civarında okula geldiği geldi, hemen odasına koştum ama Murphy kurallarından biri olsa gerek, o da gelmemişti. Onu ara bunu ara derken herkesin en erken yarım saat sonra gelebileceği ortaya çıktı ve tam o anda aklıma parlak bir fikir geldi. Dekanlık'ta tüm birimlerin yedek anahtarları vardır. Yedek anahtarı almaya hemen Dekanlık katına gittim. Ne Dekan sekreteri ne de Fakülte sekreteri ve onun sekreteri, kimseler gelmemişti. Herkesin bana garezi var bugün anlaşılan. Çay ocağında görevli arkadaş sağolsun kapıyı açtı da bana yedek anahtarımızı alabildim.

Mutlu sona ulaşmak bu kadar kolay değil tabii. Anahtar maalesef açmadı çünkü arkadaşlar sağolsun kapının arkasında anahtar bırakmışlar. Kendimi yarışma programında bir sürü anahtar arasından birini seçmiş, kazanacağım arabanın kapısını açmaya çalışan ama sonuçta açamayan yarışmacı gibi hissettim. Yangın, sel gibi acil bir durum olsa o kapıdan içeriye girmenin imkanı yok. Bir ara gecenin 2'snde bekçi çağırmıştı okula onu hatırladım şimdi. "Sizin oradan dumanlar geliyor gelin bakın" diye. Neler neler yaşadım şu okulda, hepsini yazsam roman olur :) Neyse. Anahtar dönmeyince kös kös kantine veya kütüphaneye gideyim bari diye düşündüm. Ama bir yandan da 9'da ders var, yoklamalar ortada yok. Diğer asistan arkadaşı arayıp durumu anlattığımda dersin hocasının (aynı zamanda Anabilim Dalımız Başkanı olur) ders günleri 8:30'da geldiğini söyledi. Hemen odasına koşturdum ve nihayet karşımda anahtarı olan birini bulabildim. Hocam 8'de gelmiş meğerse, ben yaklaşık 20 dakikadır boş yere deli danalar gibi etrafta dolanıyormuşum. Hemen onun anahtarını alarak herbaryuma girdim, oradan odamızın yedek anahtarını aldım ve en sonunda odama girebildim. Kısa bir süre de elimdeki yoklamayı nereye koyduğumu hatırlamaya çalıştım ama sonunda derse de yetiştim, defterlerimi okumaya da başladım.

Bu unutkanlığı somut bir nedene bağlayamadım maalesef. B12 eksikliğim yok, olsaydı alırdım vitaminlerimi, yaptırırdım aşılarımı oh ne ala. Ama bu nedensiz unutkanlıkla ne yapacağım bilmiyorum.

Bu arada sabah erkenden Fakülte'de kimselerin olmadığı da ortaya çıktı. Umarım Dekanımız bu yazıyı okumaz :)

23 Şubat 2009 Pazartesi

Oscar'ları da dağıttık, hayırlı olsun-2 (ekleme)

Heath Ledger'dan hiç bahsetmemişim, ne ayıp. Hemen ekleme yapayım. Rahmetli Heath biliyorsunuz Dark Knight'taki Joker rolüyle adaydı. Filmi seyretmeden önce tüm eleştirmenler Oscarlık bir performans sergilediğini söylüyorlardı, filmi seyrettikten sonra abartmadıklarını anladım. Diğer adaylar kusura bakmasın, onlar da iyi oyuncular ama yıllarca Joker olarak aklımıza gelen Jack Nicholson imajının kesinlikle altında kalmadığı gibi kendine özgü bir Joker yaratmış rahmetli. Keşke yaşarken alabilseydi tabii. Ailesi onun yerine ödülü alıp teşekkür konuşmalarını yaparken benim bile gözlerim doldu. Angelina da aynı şekilde, karşılıklı ağladık neredeyse.

Bu arada kocam az önceki yazımı okuduktan sonra bana çatlak dedi. Haklı aslında, gecenin bir yarısı, ev soğukken ve dışarıda kar yağarken, uykunun en güzel yerinde sıcacık yatağını bırakıp kalkan birine başka ne denebilir ki. Ama ben memnunum halimden. Biraz uyku bastırdı şimdi sadece. Azıcık kestirsem mi acaba :)

Oscar'ları da dağıttık, hayırlı olsun

Oscar'ları da dağıttık. Aslında belki de artık yazmamım anlamı yok, bu saate kadar nasıl olsa öğrenmişsinizdir ama kendi izlenimlerimi yazayım dedim yine de.

Oscar, Golden Globe, Emmy gibi bilimum töreni canlı canlı izleme takıntım var. Olup biterken uyanık olayım izleyeyim, ertesi gün haberlerde duymayayım istiyorum. İzlerken de orijinali olsun istiyorum. Simültane çevirmenlerin kocamın deyişiyle tane tane çevirisini dinlemek istemiyorum. Ihm, ehm olmadan adamların kendi seslerini duymak istiyorum. Dün akşam bu nedenle gecenin bir yarısında dikildim. Aslında kocam da seyredecekti, geçen hafta "bu sefer seninle kalkıp ben de seyredeyim" dedi. Ama 12'ye doğru yatınca, tören de 1 gibi başlayacak denilince gözü korktu, sen de uyu dedi bana ama manyaklık diz boyu olunca el mecbur kalkıyorsun. Yine de saati 2'ye kurdum. Kırmızı halı kısmını atlayayım bari 1 saat daha uyusam kardır dedim. Saat çalınca önce kocam uyandı, sağolsun kibar bir dürtüklemeyle saatin beceremediğini yaparak kalkmamı sağladı. Televizyonu açtığımda hala kırmızı halı görüntüleri vardı. Bitmedi bir türlü. Ben de üşümeyeyim diye üzerime bir battaniye alıp kıvrıldım, ara sıra gözlerimi kapatarak (ya da ara sıra açarak) beklemeye başladım. 3:30 gibi bir ara gözümü açtığımda bir de baktım ki yaşayan en seksi erkek seçilen Hugh Jackman sahnede. Bana haber vermeden başlamışlar meğerse. Neyse ki tam zamanında uyanmışım. Açılış esprilerini kaçırmışım sadece, onu da bu akşam tamamlarım. İlk ödül olarak En iyi yardımcı kadın oyuncu veriliyordu. Bu sefer sunum sistemini değiştirmişler, şaşırdım doğrusu. Eskiden bilirsiniz kadınlar erkekleri, erkekler kadınları sunardı. Yani En iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü Geçen Yılın yardımcı erkek oyuncu Javier Bardem vermeliydi. Ama bu sefer geçen seneki + zamanında bu ödülü alan 4 oyuncu daha sahneye çıktılar ve her biri bir adayı tanıttı. İyi ki adaylardan biri değildim, kesin utanır, kızarır hatta ağlardım. Bol thank you, I love you'lu tanıtımlardan sonra Penelope'ye verdiler ödülü. Javier verseydi ne güzel olurdu, Penelope ile hala birlikteler mi bilmiyorum gerçi. Ama belki de gelmediği için böyle bir şey yaptılar. Aynı şekilde geçen sene en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Daniel Day Lewis de piyasada yoktu. Bırak tek başına vermeyi, beşli ekip içinde bile yoktu. İlginç.

Neyse, ödüller teker teker verilmeye başlandı. Bir ara En iyi kısa animasyon ödülü verildi. Alan kişi Asyalıydı (büyük ihtimalle Japon). İngilizcesi pek iyi değidi sanırım o yüzden teşekkürlerini kısa kesti ve en sonunda sözlerini "Domo arigatto, mister robotto" diye bitirdi. Gülmekten yerlere yattım. Yaşı küçük olanlar neden güldü diyebilir, öyle bir şarkı vardı eskiden, hey gidi günler hey.

Bir ara Hugh Jackman, Beyonce ile birlikte "Musical is back" diyerek çeşitli müzikallerden sahneler canlandırdı. Pek beğendim. Van Helsing olarak da tanıdığımız, Wolverine olarak bağrımıza bastığımız sert kişilik pek güzel şakıdı ve dans etti sahnede. Bravo.

Tören gayet güzel geçti, aralarda bir sürü reklam kuşağı olduğu için bir sürü işimi de hallettim. Ortalığı toparladım, sabah kahvaltıda yiyelim diye börek yaptım, bavulumu hazırladım vs. vs. Ütülerimi bitirmemiş olsam onları da tamamlardım hatta, o derece hamarattım sabahın köründe.

Slumdog Millionaire ödülleri resmen sildi süpürdü. Curious Case of Benjamin Button'ın eli böğründe kaldı bir nevi. Kate Winslet'ın ödül almasını bekliyordum zaten ama Sean Penn sürpriz oldu. Filmi hakkında bilgim yoktu ama Akademi eşcinsel rollerinin canlandırılmasını seviyor galiba. Mickey Rourke alsaydı iyi olacaktı ama olmadı. Bir Oscar töreni daha böylece bitti. Onlar bilimum tören sonrası partisine giderken ben de bavulumu alıp Ankara'ya doğru yola çıktım.

21 Şubat 2009 Cumartesi

İçim sıkıldı

İçimin feci halde sıkıldığı karanlık, kasvetli günlerden biri. Bir cumartesiye yakışmayacak kadar hem de. Bir yandan üşüyor, bir yandan birşeyler yapmak istiyorum ama kanepe ve üzerinde duran battaniye beni feci halde kendilerine çekiyor. Bütün gün tembellik yapmak hatta mümkünse kocama sarılarak uyumak ve böylece iyice ısınmak istiyorum. Oysa geçen hafta annemler buradayken keklik gibi sekiyordum, ballerina cif gibi kah burada kah oradaydım. Annem ve babam cenazeden sonra hep birlikte geri döndüğümüzde bana ev hanımlığı, misafir ağırlama konusunda 10 puan verdiklerini söylediler. Annem 1-2 tarifimi aldı, babam da haftasonları evime geldiğimde eskiden ne yerler ne içerler diye endişe ettiğini ama artık hiç endişesinin kalmadığını söyledi. Annem iş yapmadığı için biraz sıkıldı gerçi ama benim evimde dinlensinler istedim. Ankara'da zaten onlara bir faydam olmuyor çünkü. Gidişlerinin ardından yıkanacak ve ütülenecek çarşaflar var. Evi de silip süpürsem iyi olacak. Yatak odasının camlarını silsem ne iyi olur gözüme batıyorlar ama kocam bu soğukta manyak mısın diyor. Dışarıda kar atıştırmaya başladı, battaniye alternatifi çok çekici gelmeye başladı nedense. Aslında biraz dinlensem iyi olacak. Yarın anneannemizin 7 mevlidi var. Gücümü oraya saklayayım.

19 Şubat 2009 Perşembe

Hayat devam ediyor

Öncelikle anneannemizin vefatı için yazdığınız mesajlara çok çok teşekkür ederim. İnsanın acısının paylaşılması çok güzel. Şahsen sadece İlkay'ı tanıyor olsam da bloglarınız aracılığıyla hayatlarınıza girerek, paylaştığınız duygularınızı, düşüncelerinizi okuyarak hepinizi tanıyormuşum gibi geliyor. Herkese tekrar tekrar teşekkürler.

Fakültenin açılmasıyla çok yoğun bir haftaya girdik. Öğrenciyle uğraşmak, birşeyler öğretmeye çalışmak her ne kadar güzel olsa da (bazen değil ama), fakültenin en güzel zamanı yine de öğrencinin olmadığı, derslerin yapılmadığı zaman. Eminim öğrenciler de aynı şeyi düşünüyordur. :)

Yine yazacağım, aklıma gelenleri paylaşacağım ama ilk haftanın yoğunluğu, aptallığı mı diyeyim, nedense aklıma yazacak birşey gelmiyor şu anda. Yorgunluktan olsa gerek. Bir de okunması gereken dağ gibi bir defter yığını var beni bekleyen. İşleri halledip biraz da dinlenince blog dünyasındaki yerimi tekrar alırım herhalde.

Sadece diyet haberi verebilirim sizlere, 61.2 kg olmuşum. Bu aralar kilo vermem biraz yavaşladı ama olsun, düşme var ya nasıl olsa, mutluyum yine de :)

17 Şubat 2009 Salı

Hayat bu-2

Pazar akşam 20:30'da anneannemizi kaybettik. Eşimin anneannesiydi, benim sadece yaklaşık 5 yıllık anneannemdi ama tanıdığım kadarıyla çok tatlı bir kadındı. Minicik, incecik, ilerlemiş yaşına rağmen evinin işini yapmaya çalışan, birlikte yaşadığı oğlunun geceleri işten gelmesini bekleyen, gelince içmesi için çay demleyen akça pakça, kocama baktığı zaman gözlerinin içi gülen, ziyarete gittiğimizde vedalaşırken "yine gelin olur mu kızım" diye istekte bulunan, her gittiğimizde birşeyler yedirmek için kendini paralayan tatlı bir kadın. Pazar günü yorgun vücudu daha fazla dayanamadı. Öldüğünde ne mutlu ki yanında sevdikleri vardı. Haberi alır almaz biz de gittik. Yattığı odaya girmeye cesaret edemedim. Annem ve dayılarım perişandı. Metanetli tek bir kişi vardı, o da yıllardır bir sürü ölüm görmüş, kanını canını toprağa vermiş olan büyük teyzemiz, anneannemizin en küçük kardeşi. Dedim ya ölümün her türlüsü zor, yaşlı, genç farketmiyor. Ne kadar hazırlıklı olsanız da, artık acı çekmeyecek, kurtuldu deseniz de yine de çaresiz bırakıyor insanı.

Pazartesi için izin istedim hocamdan, sağolsun hemen verdi. Otobüs biletlerini hemen değiştirdik ve cenazeye katıldık. Evde bir sürü kadın, komşular, akrabalar, çoğunlukla yaşlı, bir sürü insan vardı. Seveni çokmuş rahmetlinin, ne mutlu ona. Camiden çıkıp evin önünden geçti cenaze arabası, evin önünde dua okulduktan sonra erkekler mezarlığa doğru yola çıktı, biz de kadınlar olarak evde kalıp yemek dağıtımına yardım ettik. Upuzun bir araba konvoyu vardı. Dedim ya, seveni çokmuş anneannemizin, mekanı cennet olsun.

Evi dolduran kalabalık gittikçe azaldı, en sonunda bir avuç yakın akraba kalakaldık. Bizler de evlerimize gidince geride kalanların halini düşündüm. Bizler kendi evlerimize gidip kapımızı kapadık, hayatımıza devam etmeye başladık. Ya o evde kalanlar, anneannemle birlikte yaşayanlar, onlar ne yaptı acaba. Bir röportajda "insan annesi öldüğü zaman büyür" gibi birşey okumuştum. Röportaj kimleydi, kim yapıyordu hatırlamıyorum ama çok doğru bir laf. Annelerimiz hayattayken hep onların küçük çocuğuyuz. İster eşek kadar adam olalım, ister kendimiz anne-baba olalım, nazımızın geçtiği, hastalanınca mızıldandığımız, her türlü kahrımızı çeken kadınlar onlar. Allah hepimizin annesine (ve babasına) uzun ömürler versin, birlikte uzun yıllar yaşamayı nasip etsin. Mekanın cennet olsun anneanne, nur içinde yat.

Camide cenaze namazının kılınmasını beklerken yıllar önce katıldığım bir başka cenaze geldi aklıma. Bir başka üniversitenin aynı bölümünden gencecik bir arkadaşımız ölmüştü. Geleceği parlak bir bilim insanıydı, 1-2 yıl önce evlenmişti. Dağcılıkla ilgilendiği için çok güzel bitki fotoğrafları çekerdi. Yüksek dağ florasında bir numara olacağını düşünürdük hep. Çok sevdiği dağlardan bir gün dönemedi. Cenazesine Hacettepe, Ankara ve Gazi Üniversitesi'ndeki ilgili Anabilim Dallarından katılım oldu. Kocatepe Camii'nin koskoca avlusunu unutamam. Ailesi acı içinde bir yerlere çökmüş kalmışken son görevini yapmaya gelen hocalar, asistanlar arasında sanki bir kokteyl parti veya sempozyumun hoşgeldiniz toplantısıymış gibi "siz neler yaptınız görüşmeyeli, o çalışma nasıl gidiyor, biz de yazlık aldık tatilden yeni döndük" vs gibi konuşmalar dönüyordu. 2 arkadaşımla birlikte nasıl sinir olduk anlatamam. Bilmiyorum, çok kızmamak gerek belki de çünkü ateş düştüğü yeri yakıyor ve hayat diğerleri için devam ediyor.

Hepinize sevdiklerinizle birlikte uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum.

14 Şubat 2009 Cumartesi

Şeker miyim eriyeyim

Yıllar önce bir analiz çalışması için Eskişehir'e Anadolu Üniversitesi'ndeki TBAM'a gelmiştim. Kocamla tanışmadan 1-2 yıl önceydi, kimbilir belki de yollarımız birbirine teğet geçmişti de farketmemiştik. Geriye dönüp ben otobüste otogara doğru giderken kırmızı ışıklarda yanımda duran arabada o mu vardı görmek isterdim doğrusu. Neyse, konu bu değil. Yağmurlu bir gündü ve benim unuttuğum bir materyali almak için otogara gidip gelmem gerekmişti. Otobüse kurulup şehrin bir ucundan öbür ucuna doğru giderken etrafı seyretmeye koyuldum. Farkettiğim ve daha sonra laboratuardaki arkadaşlarla paylaştığım şey şuydu: Eskişehir'liler yağmurdan kaçmıyorlar. Elinde şemsiye olsun olmasın herkeste bir rahatlık, yavaş yavaş vitrin bakar hızda yürümeler, sanki yağmur onların tepesine yağmıyormuş gibi. Şaşırmıştım. Ne bileyim, ben fazla ıslanmadan bir an önce gideceğim yere varayım diye yağmur yağdığında daha hızlı yürüyorum, yollarda gördüğüm pek çok insan da böyle. Yavaş yürüdüğümüz zamanlar da var tabii, mesela kaldırımlardaki bombalara yakalanmamak için basacağımız taşları dikkatle seçelim derken ister istemez yavaşlıyoruz. Ama Eskişehir'in kaldırımları güzel, bombasız. O zamanlar su sıkıntısı da yok, suları hiç bitmeyecekmiş gibi bol bol harcıyoruz (ohh, mesaj da verdim). Şimdi olsa anlarım, ohhh, yağsın yağmur, dolsun barajlar diye yağmur yağdığında memnuniyetle sırıtarak yürüyoruz yollarda ama bu dediğim bundan 5-6 yıl kadar önce.

Dün Migros'a giderken yine aynı şeyi gördüm. Ben elimde şemsiye bir ana önce gidip geleyim diye seyirtirken karşıdan yaşlı bir amca tıngır mıngır sallanarak geliyordu. ne şemsiye ne de kafada şapka. Arkasında bir anne kız, sonra başka bir yaşlı amca, solda öğrenciler derken koşturan yok yine. Hafif koşturan tek bir kişi gördüm o da trafik ışığından geçiyordu, yoksa halinden memnundu. Eskişehirliler yağmurdan kaçmıyor işte. En iyisi ben de yavaşlayayım :)

13 Şubat 2009 Cuma

Hayat bu

2-3 sene kadar önce öğrenci duyurularının asılı olduğu panoda 3. sınıf öğrencilerimizden birinin ölüm ilanını görmüştüm. Sessiz, sakin bir çocuktu. Kanser olduğunu bilmiyordum. Ölüm haberini o şekilde aldığımdan mı yoksa çok genç olduğu için mi bilmiyorum çok etkilenmiştim. Hatta hemen arkasından bir arkadaşla ölüm herkes için acı verici ama genç ölümler daha bir üzüyor insanı konulu bir konuşma yapmıştık. 1-2 gün sonra bir akşam vakti eniştemin ölüm haberini aldığımda çok sarsılmıştım. Genç değildi, yıllar önce savaşıp kazandığı bir hastalığı vardı, son zamanlarda görüşme fırsatı bulamamıştık sadece telefonla konuşuyorduk o da ara sıra. Ne zaman doçent oluyorsun diye sorardı bana hep. O akşam hüngür hüngür ağladım. Anladım ki ölüm ister genç olsun ister yaşlı, insanı aynı şekilde etkiliyor. Duyduğunuz acı yakınlık derecesiyle ilgili. Bu neden mi aklıma geldi sabah sabah? Anneannemiz rahatsız. Cumhuriyetle yaşıt, ilerlemiş yaşına rağmen kendine kendine yetmeye çalışan, hala evinin işini yapmaya çalışan tatlı, minik bir kadın. Yaşlılar kış aylarını genelde ağır geçirir bilirsiniz, bu seferki rahatsızlığı galiba biraz daha farklı. İyileşmesini umuyoruz ama acı çekmesini de istemiyoruz. Dediğim gibi ölümün her türlüsü acı ve her türlüsü erken.

Aslında daha farklı şeyler yazacaktım bugün ama aklımdan ilk geçenler bunlardı. Eğer anneannemiz rahatsız olmasaydı size bugün iznimin sonuna geldiğim için biraz burulduğumdan, fakültede derslerin topyekün başlaması nedeniyle bir daha böyle bir fırsat bulamayacağımdan, anne ve babamın haftasonu için bize geliyor olduklarından ve benim acaba camları da silsem mi diye düşündüğümden, sonrasında her cam silme planımda havanın kapandığından ve kısa süre sonra yağmur yağdığından, bugün ise pırıl pırıl güneşli bir gün olduğu için sileyim diye mutfaktan başladığımdan ve mutfak kısmını bitirir bitirmez havanın kapanıp birkaç yağmur bulutunun gözümün içine bakarak tam karşımda toplandığından bahsedecektim. Hatta kocamın bu cumartesi için planladığımız anne-babalarla hep birlikte yaşgünü kutlamasından bahsedecek ama anneannemizin rahatsızlığı nedeniyle bu planın yattığını söyleyecektim. Gördüğünüz gibi yine en başta yazdıklarıma geliyor konu.

Anneannem hastalandığında kendi aramızda "hepimizi gömer o, güçlü kadındır" diye konuşurduk. Bu sefer de atlatır ve evin içinde yine eskisi gibi pıtır pıtır dolaşır umarım.

12 Şubat 2009 Perşembe

Bu da benim "I love your blog" ödüllerim

Sevgili Yolun neresindeyim ve A cup of relax bana ödül yollamışlar. Eksik olmayın. Ödülün şartları aşağıda:

1) Seni ödüllendiren blog yazarının linkini vermek
2) Bu ödülü başka 7 blog sahibine linklerini vererek göndermek.
3) Seçilen blog yazarlarını durumdan haberdar etmek.

İlk şartı yerine getirdim, sıra geldi ve 2. ve 3. şartlara. Seçtiğim blogların linkleri zaten sayfamdaki Sürekli Baktıklarım kısmında var, oradan tıklayabilirsiniz.

Listedeki isimler herhangi bir sıralama olmadan rastgele olarak yazılmaktadır (İlk isim haricinde :), o kadar da torpil geçeyim ):
- İlk olarak tabii ki Meripoint. Ankara'da yaşarken fazla görüşemediğimiz, blog sayesinde dünyasına iyice girdiğim ve bloga başlama nedenim olan sevgili arkadaşım.
-Yap Ye Gez Yaz. Yazılarını okumayı seviyorum, ama bu aralar sayfasında çalan şarkıyı daha bir seviyorum. Çalıyorum duruyorum sürekli.
-bir uyuzun uyuz oldukları. Bir de o baykuş resmini tamamlasa...
-Salıncakta iki kişi. Modayla aram fazla yoktur, sayesinde içim açılıyor, pek çok şeyden haberdar oluyorum.
-mevsimlerden Roma... Şiir gibi yazıyor dedikleri bu olsa gerek.
-Kelebek Diyeti. Diyetisyenim olarak görüşemedik, kısmet blogspotaymış :)
-RamirezK. Sadece gaz vermek için, belki bloguna yazmaya başlar.

Şimdi sıra hepsini haberdar etmekte :)

Modern ebeveynlik

Anne değilim ama arkadaşlarım bilir, pek güzel ahkam keserim. Teorik ile pratik genelde birbirine uymaz, bakalım kendim anne olduğumda kestiğim bu ahkamlara ne kadar uyabileceğim, ben de merakla bekliyorum.

Çocuk yetiştirmek aslında korkutucu birşey. Bir nevi yoktan yarattığınız bir canlının hayatını şekillendirmek, kişiliğini belirlemek hem zor hem de büyük bir sorumluluk. Daha önce de birkaç kez "herkes anne-baba olmamalı" teorimden bahsetmiştim sizlere. Kısaca özetlemem gerekirse, kendisi görgü kurallarından, çevre temizliğinden, iyi bir insan olma faziletinden mahrum kalan (muhtemelen kendi ebeveynleri tarafından mahrum bırakılan) insanların kendi çocuklarına ne verebileceğini çok merak ediyorum. Bilinçli anne-baba olmak şart.

Bu aralar en çok gördüğüm şey yeni yetişenlerdeki bencillik, küstahlık, ben yaparımcılık. Biz böyle büyütülmedik. Evde koşturduğumuz zaman annem, babam mutlaka uyarırdı, dışarıda taşkınlık yapmazdık, sinemaya gittiğimizde etrafı rahatsız etmemeye çalışır, dışarıda dolaştığımızda yerlere çöp atmazdık. Bunların hiçibiri günümüz gençlerinde göremiyorum. Fakülteden örnek vermek gerekirse, biz asistanlar bize birşey diyecek diye oturur güzel güzel çalışırdık, şimdiki öğrenciler ise bir söyle bin laf işit cinsinden.

Bunun nedeninin ailelerin yetiştirme şekli olduğuna inanıyorum. Çocuklar ailenin reisi oldular ve ona göre davranıyorlar. İstedikleri herşey alınıyor, istedikleri televizyon kanalı seyrediliyor, onlar ne istiyorsa o oluyor. Çocuk da kendisini prens/prenses sanıyor ve dünyasını buna göre kuruyor. Ondan sonra şımarıklık mı istersin, bencillik mi, sen seç.

Modern anne-babalık nasıl birşey çok merak ediyorum. Çocuğa iyi özellikler aşılamak, kültürel ve bilimsel olarak beslenmesini sağlamak mı, yoksa kendini ezdirmesin diye şımartmak mı? Bence ilki olmalı ama dediğim gibi ahkam kesiyorum işte.

Bu konu nerden aklıma geldi peki? Size daha önce üst ve yan komşularımızdan bahsetmiştim. Üst komşularımız galiba sizlere geçenlerde yazdığım doğalgaz sorunumuzdan sonra aşağıda birilerinin yaşadığını farkedip çocuklarına biraz yavaş olmalarını söylediler. O günden beri ev cennet gibi. 2 gündür biraz gürültü yapıyorlar sadece ama buna da şükür.

Yan komşularımız ise hala evlere şenlik. Değişik bir çocuk yetiştirme anlayışları var. 2 yaşındaki erkek çocuklarını gündüzleri bakıcıya bırakıp 9 gibi evden çıkıp işe gidiyorlar. Akşam geldiklerinde yine pek seslerini duymuyoruz ama gece oldu mu durum felaket. 2 yaşındaki bir çocuk saat kaçta yatar veya yatmalıdır sizce? Tahminlerinizi veya kendi çocuklarınızın durumunu yazın lütfen. Bu çocuk ise sağolsun 2'ye kadar uyanık kalabiliyor. Bu konuda 2 teorim var:
1) Anne baba gündüz çalıştığı için çocuğa yeterince vakit ayıramamaktan şikayetçi, bu nedenle bakıcıdan çocuğu gündüz uyuyabildiği kadar uyutmasını istiyorlar. Geceleri de çocukla vakit geçiriyorlar. Ecnebilerin "quality time" dediği şey bir nevi.
2) Eskiden sabahları evden çıkarken çocuk ortalığı birbirine katardı, şimdilerde hiç sesi çıkmıyor. Demek ki sabahları evden rahat çıkabilmek için çocuğu gece uykusuz bırakıyor, sabah o uyurken de kaçıyorlar.

İlk durum herhalde bir nevi modern ebeveynlik. Ama ne kadar doğru bilemem. Çocukla vakit geçirmek için gece 2'lere kadar uyanık kalmak, üstelik o çocuğun 2 yaşındaki bir çocuktan çıkmasını beklemediğiniz boru gibi bir sesle bağıra çağıra annesiyle konuşması, babasının yaylalar türküsünü söylemesi ve bunu yan tarafta yatak odamız olduğunu bile bile yapmaları bence çok şaşırtıcı. Onların modern ebeveynliği maalesef bizim uyku düzenimizi mahvediyor ve cidden akıl erdiremiyorum. Aynı annenin daha önce oğluna "kes sesini, gebertirim seni" şeklinde bağırdığını da duyduğumuz için iyice şaşkınım bu konuda. Demek ki öğrenmek için anne-baba olmayı bekleyeceğiz.

10 Şubat 2009 Salı

Son yaşgünü haberleri

Dün akşam kocamın yaşgününü bir kez daha ve asıl gününde kutladık. Garibim bütün gün Facebook'a gelen yüzlerce mesajı, duvar yazısını okuyarak ve cevaplayarak geçirdi. Benim sayfama bile birkaç kutlama mesajı geldi, seveni çok sağolsunlar, eksik olmasınlar.

Dün evde güzel ve hafif bir yemek planımız vardı. Yemeği hazırlamadan önce gidip minik bir pasta almak istedim. Malum mum üflemeden yaşgünü kutlaması olmaz. Aslında amacım her zaman alışveriş yaptığımız çiçekçiye gidip kocam için güzel bir buket yaptırmak ve akşam getirmelerini sağlamaktı. Böylece bir kez daha şaşırtmış olacaktım onu. Ancak fakülteye gitmek için evden bir türlü çıkamadı, artık gittiğinde ise feci halde yağmur yağıyordu, çiçekçiye gidemedim. Ben de Migros'tan onun yerine birşey bakayım dedim. Dolaş dolaş birşey bulamadım, ben de Star Wars action figure serisinden bol aksesuarlı bir R2D2 figürü aldım, eve gelip güzelce paketledim. Salonda güzel bir sofra kurdum (hatta kendimi yemekteyiz yarışmasında gibi hissettim), hafifçe süsledim, balonlar şişirip etrafa bırakacaktım ama ilk balondan sonra pes ettim, yemeği hazırlamaya giriştim. Bu arada eve gelen kocam her ne kadar süsleme orayı burayı dese de oturma odasına girip hiçbir şeyin olmadığını görünce hayal kırıklığına uğradı. Neyse ki salondaki masayı ve süsleri görünce keyfi yerine geldi. Mutfakta yemeklerle ilgilenir ve bir yandan da internetten radyo dinlerken e-istek kısmından kocam için bir şarkı istedim. Acaba çalarlar mı derken bir başka kızın kocasına hediye ettiği şarkıyı çaldılar, sonra araya bir reklam spotu, bir spor merkezi tanıtımı ve Bob Marley'den "I Shot the Sheriff" şarkısı girdi. Bundan hemen sonra ise "...'nın eşi ...'a hediyesi. Doğum günün kutlu olsun ..." dediler ve onun için seçtiğim şarkı girdi. Bana öyle şaşkın, inanmaz gözlerle baktı ki anlatamam. İşte tam o anda çiçeğim de gelebilseydi süper bir kutlama olacaktı ama olmadı. Yemek sırasında hediyesini verdiğimde tekrar şaşırdı, içinden çıkanı görünce de bayıldı. Bu ne der diye korkuyordum ama neyse ki pek sevdi.

Böylece bir yaşgünü kutlamasının daha sonuna geldik ama tam anlamıyla bitirmedik. Cumartesi günü annemlerle birlikte bir kutlama daha yapacağız. Bu da bir pasta ve bir dilek daha demek. :)

9 Şubat 2009 Pazartesi

Bugün...

Bugün kocamın doğumgünü. Onunla tanıştığımız gün yaşgününden 2 gün sonraya denk geliyor. Yaşgünü pastasını üflerken bir dilek dilediğini ve dileğinin kabul olduğunu söylemişti bana. Ben de hemen hemen aynı zamanlarda bir dilek dilemiştim ve benimki de kabul olmuştu. İki dileğin buluşması tamamen mucizevi bir olay. O yüzden kocamın yaşgünüyle başlayan ve tanışmamızla devam eden bu haftada ekstradan sevgililer gününün olması benim için fazla birşey ifade etmiyor 9'u ve 11'i benim için sevgililer günü çünkü.

Bir gece uykumda yataktan düşmek üzereyken kendi uykusunda bunu hissedip, sıçrayarak beni tutan, geçen gece kabus gördüğümde daha ben korkuyla inlemeye başlamadan hissedip uyanan ve gözlerimi korkuyla açtığımda sevgiyle saçlarımı okşayan bu adama nice mutlu yıllar diliyorum.

Hak ettiği tüm güzelliklere kavuşması ve bunlar olurken hep elimden tutması dileğimle...

7 Şubat 2009 Cumartesi

Kutlu yaşgünü haftası- Episode 2

Gelelim sürprizin ikinci kısmı olan cuma akşamına.


O akşam onu bir yere yemeğe götüreceğimi biliyordu ama nereye olduğunu asla söylemedim. Rezervasyon yaptırdığım yer Kavaklıdere'de, Tahran caddesinde bulunan Schnitzel Restaurant idi. "The only Austrian in town" sloganı vardır, adı üstünde, schnitzel üzerinde uzmanlıkları var. Sonraki aşamalara geçmeden önce size bu schnitzel aşkının nereden çıktığını anlatmam lazım. 2 yıl kadar önce Avusturya'ya kongreye gitmiştik. Kongre Viyana'dan 2.5 saat uzaklıkta küçük bir şehir olan Graz'da idi. Viyana'dan tren aktarmalı olarak gidilip geliniyordu. Bizler de uçağa binmeden önce 1 gün de Viyana'da kalalım dedik. Keşke daha çok kalabilseymişiz, o bir gün bize yetmedi. Hava da feci soğuk ve yağmurluydu. Bizden sonra gidenler güneşli bir havada dolaşmış oraları, çok gıcık olmuştuk. O tek günümüzün akşamında oda arkadaşımın Viyana'da yaşayan yine eczacı olan bir arkadaşı bizi schnitzel yemeye götürmek istedi. Gideceğimiz yer Viyana'nın bir numarasıymış ve maalesef önceden rezervasyon yaptırmak iyi olurmuş. Saatlerce bekleme vardı ve bizim fazla vaktimiz olmadığından yiyemeden dönmüştük. (Bir ara Viyana ve Graz gezimin fotoğraflarını da koyayım ben, ne güzel olur.)

2 hafta kadar önce televizyonda Viyana'yı tanıtan bir gezi programı vardı. Orada bizim gidemediğimiz schnitzel restoranına gittiler ve yapım aşamalarını gösterdiler. O an tamam dedim, kocamı nereye götüreceğimi buldum. Şimdi dün akşama geri dönelim.

Kocama gideceğimiz yer hakkında hiç bilgi vermedim. Arabaya atladık, şuraya dön, buradan git diye ko-pilotluk yapmaya başladım. Akşam trafiğine rağmen Tunalı Hilmi'ye ulaşmayı başardık ancak kabus bundan sonra başladı. Ben saf saf diyordum ki "Hilton'un önünden gireriz, çok rahat gideriz". Ancak orayı bizim gidişimize göre ters yönde tek yön yapmışlar. Aynen kalakaldım, Arjantin caddesine geçiş de yoktu, yukarılardan bir yerlere çıktık, sağa dön, sola dön, o trafiğin içinde nereye gideceğimizi iyice şaşırdık. Kocam hafiften sinirlendi, "taksiyle gelseydik ya buranın trafiğine girilir mi, yolu da tam bilmiyorsun" diye söylenmeye başladı. Hilton'un ışıkları yanıyor olsa bulurduk. Sheraton ışıl ışıl ama bir türlü istediğim caddeye çıkamıyoruz. Hatta bir keresinde o caddeyi bulmuşuz ancak düz gitmek yerine sola döndürdüğüm için yine garip yerlere çıkmışız. Oysa Hilton oteli paraya kıyıp en azından HiltonSA yazısını aydınlatsa hiç problem olmayacaktı. En sonunda bulduğumuz bir yere park edip yürüyerek bulmaya karar verdik. O civarda boş park yeri bulma olasılığının sayısal loto tutturmakla aynı olduğunu bilenler bilir. İnanılmaz şekilde bir yer bulduk, kocam hafif homurdanınca köşedeki taksi durağına gideceğimiz yeri sordum. Aynen Murphy yasalarına uygun bir konuşma geçti aramızda: "Afedersiniz, Tahran caddesine nasıl gidebiliriz acaba?" Taksi şoförü: "Tahran caddesi burası. Siz nereye gidecektiniz?" Gideceğimiz yeri söyleyince 100 metre aşağıda olduğunu söylediler. Biz de yürümeye başladık. Biraz ilerleyip az önce sola döndüğümüz yeri görünce "ama bak seni doğru yere getirmişim, Hilton ışıklarını yakmadığı için düz gitmemişiz" diyerek zeytinyağı misali kıvrılarak üste çıkmaya çalıştım ama olmadı. Neyse, restoranımızı bulduk, içeri girdik. Hementtalı bir kız yanımıza gelip bizi masamıza görtürdü. Çok hoş bir yerdi. Sıcak bir atmosfer, güleryüzlü servis elemanları, harika bir servis. Nihayet kocamın yüzü gülmeye başladı. Siparişimizi verdik, Peynir tabağı, kadeh şarap ve Caesar salatımız gelene kadar zeytinyağı ve zeytin ezmesi ikramlarını getirdiler. Biraz yedikten sonra kocama yaşgününü hediyesini verdim. Bir kez daha şaşırdı çünkü hediyesini daha önce birlikte almıştık, bu ekstra hediyeden haberi yoktu. Oysa yaşgünü kutlaması hediyesiz olmaz, küçük bir şey ayrıca mutlaka verilmelidir. Ama bunu da beklemiyormuş. Çok şaşırdı ve içindekini görünce daha da bir sevindi. Çoğu erkekte olduğu gibi saat takıntısı vardır kocamda. Herhalde bizdeki ayakkabı takıntısının eşdeğeri. Kutudan çıkan saate bayıldı, fiyatını duyunca daha da şaşırdı. Mum ışığında detaylı olarak bakamadı ama olsun. Ana yemek gelince televizyonda gördüğümüz schnitzel ile aynı olduğunu görünce çok sevindim. Et schnitzel seçmiştik. Kelebek şeklinde incecik dövülmüş koskocaman bir et parçası. O kadar büyüktü ki zorla bitirdik neredeyse, hatta ben benimkinden kocama aktardım. Malum, diyetim var, fazla bozmaya gelmez. Sinirli başlayan akşamımız neyse ki güzel bitti. Ve kocam bana dedi ki: tamam sen oldun artık :)

Bir kutlama da haftaiçi yapacağız. O akşam için bir sürprizim kalmadı ama yine de birşeyler düşünmeli.

Kutlu yaşgünü haftası- Episode 1

Oh be, nihayet kocamı şaşırtabilmeyi başardım. Hatta bana dedi ki "geçer not aldın, bloguna yazabilirsin". Size kocamın yaptığı sürprizlerden bahsetmiştim daha önce. İnsanda ister istemez baskı ve gerginlik oluşturuyor. Ya beğenmezse, ya olmamış derse, ya... Ama nihayet beğendirdim kendimi ve sürprizlerimi. Televizyon kanallarında derler ya "televizyonunu yeni açanlar için hatırlatalım vs", blogumu yeni açanlar için hatırlatayım, kocamla iş gereği farklı şehirlerde olduğumuz için hafta içine gelen yaşgünlerimizi yaşhaftası şeklinde kutluyoruz. Fakülte açılmadan önce 1 hafta izin alacağım için bu yıl ilk defa aynı günde kutlayacağız ama bir kez alıştık yaşhaftasına, kuru kuru tek bir günde kutlamak olmaz. O yüzden perşembe günü kocamın Ankara'ya gelmesiyle başlattım kutlamaları. Zor bela bilet aldığım Anna Karenina'ya gidecektik o akşam, başka bir şey beklemiyordu. "İlk kutlaman bu bale" dediğimde gitmesek olmaz mı dercesine baktı bana ama daha önce de iki kez bilet alma ve sinir olma girişimim olduğundan fazla üsteleyemedi. Gerçi gitmek istemez görünse de seviyor böyle etkinlikleri. Eşlerin bu konuda anlaşması çok önemli. Ben opera, baleye gitmeyi çok severim, eşim de opera ve klasik müzik konserlerini sever. Balede de klasik müzik olduğu için geliyor benimle ve beğeniyor da neyse ki. Ben de en azından orkestrayı ve şefi biraz olsun görebilelim diye 1. veya 2. sıradan bilet almaya çalışıyorum. Aksini düşünemiyorum. Bunlardan nefret eden bir eşim olsaydı (ki çok insan sevmez) ve ben gidelim diye ısrar etseydim kimbilir ne kavgalar yaşardık. Dediğim gibi evlilik bir şans. Evlenmeden önce kocanızı karınızı ne kadar tanıdığınızı düşünseniz de bazı şeyler sonradan yaşadıkça çıkıyor ortaya. Neyse, konuyu dağıtmayayım.

Baleye gitmeden önce eve gidip annemlerle birlikte yemek yiyecektik. Ben de yemekten sonra kutlama yapmak için bir yaşgünü pastası sipariş ettim. Şekilli pastalardan istiyordum. Fakültenin yakınında çok güzel bir pastane vardır, ürünleri harikadır, yıllardır kalitelerini bozmadılar. Hemen bir pasta katalogu alıp bakmaya koyuldum. Kalpli pastalar, abuk subuk şekilli, arabalı, bebekli pastalar vardı katalogda, ben de tuttuğu takımın amblemi şeklinde olan bir pastada karar kıldım. Pastanın 15 kişilik olduğunu öğrenince gözüm korktu, onlar da normal 8 kişilik bir pasta üzerine resim yapabileceklerini söylediler Üzerine de ayrıca kocamın doğumgününü kutlayan bir mesaj yazdırdım. Ben pastayı çarşamba akşamdan alıp eve götürecektim ama resimli pasta olduğu için şekli bozulmasın, perşembe akşamı biz getiririz dediler. Tamam dedim hatta çok hoşuma gitti.

Perşembe günü kocam geldi, bir başka üniversiteye laboratuar sistemi görmeye gitmişlerdi, öğleden sonra geldiklerinde çok açtı, yemek yemeye fırsat bulamamış gariplerim. O pastaneyi arayıp sandviç sipariş etmemi istedi. Aradığımda dediler ki "maalesef sistemlerimizde arıza var, bugün hizmet veremiyoruz". Benim başımdan aşağı kaynar sular döküldü tabii. Kocaya da çaktırmamak lazım ama nasıl soracağım ki? "Peki önceki siparişler ne oldu, dünkü siparişler falan?" diye sordum. Neyse ki onlar çıkmış, teslim edilecekmiş. İçimden derin bir oohhhhhh çekerek kapattım telefonu. Kocam bu konuşmaya pek anlam verememiş, hatta sonradan dedi ki bana "ben de elalemin siparişinden sana ne diye düşünüyordum". Meraklı kişiliğime vermiş demek ki. Eminim manyak olduğumu bile düşünmüştür :)

Akşam yemekten sonra mumlar ve maytaplarla süslediğim pastayı ortaya çıkardım. Bir yaşgünü mum üflemeden geçmemelidir benim fikrime göre. Maytap da mutlaka olmalıdır ayrıca. (Bir yılbaşı kutlamasında halıyı yakmıştık hafif ama olsun). Nasıl şaşırdı anlatamam. Kesinlikle beklemiyormuş. Hele takımının renklerini görünce daha bir sevindi. Adını yanlış yazmaları bile sevincimizi azaltmadı, alıştık artık ne de olsa. Mumları üfledik, bir sürü fotoğraf çektik ve baleye doğru yola çıktık.

Gelelim sürprizin ikinci kısmına. Ama yazı çok uzayacak bunu en iyisi yarın yazayım.

To be continued...

5 Şubat 2009 Perşembe

İşte yine başladı

Bu yıl herhalde olmayacak diyordum kendi kendime ama galiba erken konuşmuşum. Dün akşam gördüm ve bir kez daha pes dedim.

Gördüğüm şey sevgililer günü alışveriş çılgınlığıyla pompalanan tek taş çılgınlığı. Bizde eskiden tek taş geleneği yoktu, ben mi yanlış hatırlıyorum? Evlenmeye karar verdikten sonra söz yüzüğü takar veya nişan yüzüğü olarak gider paşa paşa alyanslarımızı alır sağ elimize takardık. Evlilik teklifi ederken de tek taş verme adeti yoktu. Yabancılara özgü bir adet bu ama son yıllarda artan reklamlardan gördüğüme göre bizim kültürümüze de feci halde pompalanmakta. İster tüketim çılgınlığı, ister özenti, ister ay ne hoş bir adet deyin, ben hoşlanmıyorum. Benim tek taşım yok. Evlenirken almadık. Daha önemli ihtiyaçlar varken değerli taşlara çuval dolusu para vermeyi mantıklı bulmadığım için ne kocam almak istedi ne de ben zorla aldırmaya çalıştım. Onun yerine zirkon taşlı bir yüzüğüm var, gayet de severek takıyorum. Takmak ister miyim? Eğer ona ayıracak, başka bir ihtiyacımı veya gediğimi kapatmada kullanmayacağım param varsa düşünebilirim. Ama sevgililer günlerinde tüketicilerin yönlendirilmesine, almayan erkeklere karısını/sevgilisini sevmiyor yaftasının vurulduğu reklamlara feci halde karşıyım. Bu sene herhalde ekonomik kriz yüzünden utanıp reklam yapmayacaklar oh ne güzel diyordum ama dün akşam "şu kadarcık şey 499 TL" reklamıyla karşılaştım. Be adam, tamam siz de malınızı satmak istiyorsunuz ama doğalgaz masrafının tavan yaptığı, insanların bahsettiğiniz tek taş paralarını hatta daha fazlasını ısınmak için kullandığı, bir çok kişinin ise sobaya geri sönüp battaniyelerin altında kışı geçirmeye çalıştığı bir ülkede siz bu yüzükleri nasıl pazarlayacaksınız? Şaşkınlıkla seyrettim reklamı. Aa, pardon, taksitle satılıyormuş o zaman mutlaka alalım, taksitle satılsa kefen alıp koyacağız kenara, o derece manyak olduk. Haydi kocanız/sevgiliniz 12 taksitle falan aldı geldi bu yüzüğü, aylık taksitleri o kadar fazla olmuyor, alınabilir diye düşünelim. O zaman da biz kadınlar sorun çıkarmaz mıyız? 0.08 karatlık, büyüteçle görülebilecek büyüklükte taşı olan bir yüzükle reklamların dediğini yapmış, karısını/sevgilisini sevdiğini cümle aleme kanıtlamış ve bunun verdiği gururla pişmiş kelle gibi sırıtan bir adama "ala ala bunu mu almış" diye kızmaz mıyız? Bence asıl o zaman "beni şu kadarcık mı seviyorsun" kavgaları başlar.

Hepinize 3-4 karatlık sevgiler...

4 Şubat 2009 Çarşamba

Bana dair

Diyetisyen randevumdan çıktım, her zaman olduğu gibi Kızılay'a doğru yürümeye başladım. Saçlarım fönlü, kendimi güzel hissediyorum, dün akşam diyetisyenimin izniyle yediğim 1 porsiyon kıymalı pidenin sayesinde sadece 200 gram vermiş görünmeme rağmen mutluyum. Her hafta aynı yoldan yürüyorum ama müzik dinlemediğimi farkedip çantamda bulunan mp3 player'ı açıp kulaklıkları kulağıma takıyorum ve shuffle (karıştır) moduna ayarlıyorum. Sıradaki şarkının ne olacağını bilmeden şansa bırakıyorum, sevdiğim şarkılar çıkınca daha bir tempolu yürüyorum, o anda dinlemeyi tercih etmediklerim çıkarsa da zarif bir el hareketiyle bir sonrakine geçiyorum. Hava biraz serince ama önümü kapayıp yanaklarıma değen soğuk havanın tadını çıkarıyorum. Upuzun atkımın bir ucunu sol omzumdan arkaya doğru atıyorum, yola düşen gölgeme bakıp arkamdan sallanan atkının ucundaki püskülleri seyrediyorum, onlar salındıkça ben gülümsüyorum. TV8'in önünden geçerken birileri stüdyodan fırlasın "acaba halkımız ne dinliyor" diye bana ne dinlediğimi sorsunlar, 37 yaşına doğru hızla ilerleyen bir kadının Metallica'dan Saint Anger dinlemekte olduğunu duyunca şaşırsınlar istiyorum. Hamile kalındığında bebeğin dışarıdaki sesleri duyabildiğini biliyor ancak annenin kulaklıkla dinlediği şarkıları da duyup duyamayacağını merak ediyorum. Hamile olduğumda bebeğe sadece Mozart değil de sevdiğim şarkılardan hangilerini dinletsem acaba diye plan yapıyor, bebeğe özel bir playlist mi yapsam acaba diye düşünüyorum. Fakültede yapacağım işleri kafamda planlıyor, kocamın yaşgünü kutlamalarını tekrar gözden geçiriyor, ya beğenmezse sürprizimi diye bir an korkuyor, sonra da beğenir mutlaka diye kendimi rahatlatıyorum. Yanımdan benden oldukça kısa bir kadın geçtiğinde 1.62'lik boyuma rağmen kendimi selvi boylu bir manken gibi hissediyorum. Kocamın yarın Ankara'ya gelecek olduğunu düşününce içimden çocukların yaptığı gibi "yatcaz kalkcaz kocam gelecek" diyorum, çocuk musun sen koskoca kadın diye kendimi azarlıyor ama yüzümdeki sırıtışa engel olamıyorum. Neden bilmiyorum ama bugün kendimi çok güzel, mutlu, enerji dolu hissediyorum.

3 Şubat 2009 Salı

Haftasonunun ardından

Haftasonu geldi ve geldiği gibi geçti gitti. Yenisini bekliyorum. Bu arada bazı fotoğraflarımı düzenledim, buraya ve facebook'a ekledim. Daha bakılacak bir sürü fotoğrafım var. Sadece dijital olanlardan bahsetmiyorum, bir sürü de eski usül basılmış fotoğrafım var. Onlara gömüldüm geçenlerde. Yıllar içindeki değişimime baktım. Kilo almışım vermişim, saçlarım uzamış kısalmış, yanımdakiler kah değişmiş kah aynı kalmış. İnsan bir yandan hüzünleniyor bir yandan da mutlu oluyor eski fotoğrafları karıştırınca. Dijital çıkınca mertlik bozuldu ama. Nişan ve düğün fotoğraflarından başka bastırdığım dijital fotoğraf olmadığını farkettim. Hepsini bilgisayarda tutuyorum nedense. Sonra hallederiz şimdi dursun diye diye birikmişler bayağı. CD'ye veya harici hard diske kaydettim elbette ama ya bozulurlarsa, ya CD çizilirse, ya başka birşey olursa. Bir keresinde yine uzun süre bilgisayarda sakladığım fotoları yedeklemeye fırsat bulamadan bilgisayarım bozulmuştu, formatlamak zorunda kalmıştık. İçindeki tüm fotolar gitmişti. (İlkaycım, bana düğün fotosu yolla). Hayatımdaki önemli kareler toz oldu, uçtu gitti. Söz uçar, yazı kalır misali, dijital uçar, basılı kalır. En kısa zamanda fotoğraflarımı düzeltmeli, bastıracaklarımı ayırmalı ve güzel bir albümde veya şık bir kutu içinde toparlamalıyım hepsini.

Bunun dışında haftasonum dinlenmek ve bir makale üzerinde çalışmakla geçti. Gelecek haftasonunu iple çekiyorum çünkü kocamın yaşgünü kutlamaları başlayacak. Yaşgünlerimiz genelde haftaiçi olduğu için önceki haftasonu kutlamaya başlarız, haftaiçi uzaktan kutlarız, sonraki haftasonu tekrar kutlarız. Kutlu yaşgünü haftası bizim için bir nevi. Bu sefer izinli olduğum için yaşgününü tam gününde kutlayabileceğiz aslında ama kutlu yaşgünü haftasonunu seviyorum ben, yine aynı şekilde kutlayacağım. Hatta bu Perşembe günü kocam Ankara'ya gelecek ve ben nihayet gitmeyi çok istediğim ve daha önce 2 sefer bilet bulamayarak elimin böğrümde kaldığı Anna Karenina balesine giderek kutlamaları başlatacağım. (Onun yaşgünü mü benimki mi kutlanıyor acaba? :) ) Cuma akşamı için planladığım bir şey var aslında, ancak bunun için Ankara'da olmamız gerekiyor.

Kocama açık davettir: Cuma akşamı Ankara'dayız hayatım ama ne olur kurcalayıp sürprizimi bozma :)

1 Şubat 2009 Pazar

Eski bir gezinin anıları

Geçenlerde elime geçen Akdamar Adası fotoğraflarından bahsetmiştim sizlere. Geri kalan fotoğrafların bir kısmını daha buldum. Son parti ise nerede hiç fikrim yok. Onun için yine birkaç foto koyabiliyorum. Umarım diğerlerini de bulur eklerim.

Bu fotoğraflar eski bir fakülte gezisine ait. Yüzüncü Yıl Üniversite'si misafirhanesinde kalmış, çevredeki tarihi yerleşimlere günübirlik gezilerde düzenlemiş, hem tarihi yerler görmüş hem de bitki toplamıştık.

İlk fotoğraf Doğubeyazıttaki İshak Paşa Sarayı'na ait. Eski TL ve YTL'lerin birinin arkasındaki resim olarak da bilirsiniz. O parayı kocama gösterip "ben buraya gittim" derdim, artık böyle bir ihtimal olmadığına göre bloguma koyayım buradan bakarız zaman zaman dedim. Sarayın konumu harika, Doğubeyazıt'a tamamen hakim olan bir konumda. Öyle ki gözcülerin gözüne batmadan yaklaşmanın imkanı yok. Ne bir tepe ne bir çukurluk, düz bir arazi tamamen. İçerideki işçilik vs harika. Daha detaylı bilgi için şu adrese bakabilirsiniz. Bu da içeriden bir görünüş.
Daha çok fotoğraf olacaktı aslında ama dediğim gibi kimbilir neredeler.

Bu fotoğraf ise Hoşap Kalesi'nden. Geziye katılanlar arasında tabii ki ben de varım ama neredeyim söylemem :) Hoşap kalesi çok heybetli bir kaleydi. Van Kalesi'ne de gittik ama ben bunu daha çok beğendim nedense. Burada da kalenin surlarının bir kısmı görülüyor. Ejderha sırtı gibi gelmişti bana, o yüzden çektim zaten bu fotoğrafı. Sanki silkinip kalkacak, üstümüzden alev topu fırlatarak uçacakmış gibi. Kale'den etrafa bakışta gözüme çarpanlar da işte bu fotoğrafta.













Muradiye Şelalesi (insanlar olmayınca sanki bir yerden bulmuş da eklemişim gibi ama cidden ben çektim :) )
Bu da Ahlat'tan bir fotoğraf. Ahlat yanlış hatırlamıyorsam bastonlarıyla da meşhur. Hocalar satın almıştı diye hatırlıyorum hediyelik olarak, ama ben almamıştım.









Bu da son fotoğrafım. Büyük ve Küçük Ağrı aynı karede. Karlı ağabey kardeşine "yamacımdan ayrılma bacaklarını kırarım" der gibi sanki.


Bayağı bir gezmiştik o gezi sırasında, daha sonra bir kongre nedeniyle Van'a tekrar gittim ve 2 hafta kadar kaldım. Daha önce de demişimdir, kongreler, sempozyumlar bilmediğimiz yerleri görmek için büyük bir fırsat. O kongre Antalya'da, Bodrum'da da yapılabilirdi ama o zaman bu güzel yerleri göremezdik. Bir yakınım uzak yerlerde toplantı olduğunda "ne gerek var, İstanbul'da yapsalar keşke" der. Ben de "İstanbul'a her zaman gidilir ama Van'a, Erzurum'a gitmek aklımıza gelmez, fırsat olmaz, bu toplantılar, görevlendirilmeler mükemmel fırsat fikrini savunurum". Daha gitmek ve görmek istediğim pek çok şey var. Umarım gidebilirim.