31 Aralık 2008 Çarşamba

Mutlu yıllar

Yılbaşı hazırlıklarına iyice girişmeden önce yeni yıl mesajı yazmak istedim. 2008 sizlere neler getirdi bilmiyorum, umarım iyi şeyler getirmiştir ya da bilimum kötü şey arasından iyileri seçip onların tadını çıkarabilmişsinizdir. 2009'da herkese sağlıklı, huzurlu, mutlu ve 2008'e göre alınan kararların uygulandığı bir yıl diliyorum.

Yüzünüz hep gülsün. :)


Olağan ama aslında olağandışı bir tren yolculuğu

En son pazartesi günü yola çıkmadan önce yazmıştım. Dizilerdeki, televizyon programındaki gibi bir özet geçeyim. Kahramanlarımız 36 saat boyunca yağan kardan çekinerek otobüs biletlerini iptal ettirmiş ve Ankara'ya trenle gitmeye karar vermişlerdi. Hikayemiz bundan sonra başlıyor.

Evden çıkmadan önce Gar danışmayı arayarak ne kadar rötar olduğunu öğrenelim, boş yere orada beklemeyelim dedim. Danışmadaki adamın dediğine göre rötar yokmuş, tren 13:56'da gelecekmiş. Haliyle inanamadık. Normal şartlar altında rötar yapan tren nasıl olur da bu karlı havada vaktinde gelebilirdi? Yine de olabiliyor demek ki, herhalde bu süper ekspres olduğu için herşey mümkün dedik ve evden çıktık.

Gara vardığımızda öğrendik ki rötar varmış, 14:15'te gelecekmiş tren. Eh, dedik, fazla bir rötar değil. Kocamla beklemeye başladık, bekle bekle derken saat geldi ama "tren 5 dakika sonra şu perona geliyor" diye bir anons olmadı. Bir sonraki anons trenin 14:45'te geleceğini söyleyince danışmadaki adama bizi yanlış bilgilendirdiği, sıcacık evimizde oturmak varken garda, soğukta ve ayakta 1 saat 15 dakika beklettiği için teşekkürlerimizi sunduk. Hava da bize inat güzelleşti, ısındı, yollardaki karlar iyice su-çamur kıvamına geldi. Keşke otobüsle gitseydik diye düşünmeye başladık. Bir kere daha böyle olmuştu, o zaman ben tek gidiyordum Ankara'ya ve 18:45'te gelmesi gereken Cumuriyet ekspresi yine saatlerce gelmemişti, sonra yoldaki türlü beklemelerle Ankara'ya varışım 00:30 olmuştu, inanılır gibi olmayan kabus gibi bir yolculuktu. Nereden bilelim bunun da bir benzerinin olacağını... (heyecanın artması için sahne burada kesilir ve reklam girer, lütfen bilgisayar başından kalkıp ıvır zıvırla uğraşınız ve okumaya 5 dakika sonra devam ediniz.)

Saat 14:45 oldu, hala 5 dakika sonra geliyor anonsu yok. Yine gecikme var derken anons duyuldu. Başkent Ekspresi 1 numaralı perona yanaşmaktadır ve daha anons bitmeden tren hızla gelip peronda durdu. Önceden haber versene kardeşim, herkes kapılara doğru koşturmaya başladı. Arada bir anons daha, "Doğu Ekspresi 5 dakika sonra gelmektedir, Doğu Ekspresi biletleri Başkent ekspresinde geçerli değildir, lütfen binmeyiniz." Bu cümlenin neden önemli olduğunu sonra anlayacaktık... (kahramanımız boş gözlerle ufka doğru bakarken müzik sesi yükselir.)

Trene bindik, koltuklarımıza kurulduk, bir arkadaşlarını uğurlamaya gelen kocamın bir öğrencisi ve kız arkadaşına el salladık, bizi de uğurlayan oldu diye sevindik. Tren beyazlar içinde ilerlemeye başladı. Bu sefer Polatlı yakınındaki heykelin fotoğrafını çekmek istiyordum, fotoğraf makinem yanımdaydı. Önce 1-2 kar fotoğrafı çektim Tren yollarında bozulmamış karların görünümü çok güzeldi. Bayıla bayıla giderken hava üssünün yakınında biz garda beklerken eğitim uçuşu yapmakta olan jetlerin pistlere inmeye başladığını gördük. Uçaklar birbiri ardına yanaşıyor, sırası gelen piste iniyor, gelmeyenler üstümüzden bir tur daha atarak pas geçiyor, manevra yapıyordu. Jetlere olan ilgimden, sevgimden bahsetmiştik. Keşke üssün içinde olsam da iniş ve kalkışlarını görebilsem diye hayıflandım yine. 1-2 uçağın inişini çekmeye çalıştım ama biraz bulanık çıktı haliyle. Aşağıdakiler en iyi fotoğraflarım. Bir tane de ikili olarak bir yerlere giden jetler var, herhalde eğitmenlerdi onlar.




Daha sonra normal yolculuğumuza geri döndük, bilet kontrol başladı. Arkadaki tekli koltukta yaşlı bir amca vardı, meğer Doğu Ekspresi'ne binmesi gerekiyormuş, yanlışlıkla buna binmiş. Kondüktör kız "biletiniz geçerli değil, bu süper ekspres Sincan'a kadar durmaz, ayrıca 36 lira da ceza vermeniz gerek" dedi. Adam birşeyler dedi ama anlamadık. Arkamızda oğluyla oturan bir kadın "Amca anlamıyor, aşağıda da söylediler ama anlamadı, bu seferlik müsaade etseniz" dedi. Be kadın, madem farkettin adamın yanlış trene bindiğini müdahale etsene. Kondüktör kız "benim yapacak birşeyim yok, ayrıca trende müfettiş var" dedi ve amcaya "benimle birlikte tren şefine gelin" dedi. Sonra da biraz ileriye gidip durumu bir başkasına anlattı. Adamcağızın halini bir görseydiniz, parasının olmadığı belli, zaten kız gider gitmez kendi kendine mırıl mırıl konuşmaya başladı, kimbilir neler anlattı. Doğu ekspresinin biletleri ucuzdur, artık nereye gidiyorsa herhalde ben bu 36 lirayı nasıl ödeyeceğim diye düşünüyordu. İçimiz parçalandı, kocam hemen müdahale etti, kondüktör kızı çağırıp "cezası neyse biz ödemek istiyoruz, lütfen ona göre işlem yapın" dedi (işte bu yüzden aşığım ben bu adama). Kız da öncelikle şefine danışmaya gitti. Daha sonra şefle birlikte adamın yanına geldiler (şef de pek tatlı bir kadındı, bayıldım ben), tatlı tatlı "bu seferlik böyle olsun ama ama bir daha dikkatli ol, yanlış trene binme olur mu" dedi. Amcanın yüzü nasıl aydınlandı, nasıl gülümsedi görmeliydiniz. Gözlerim doldu resmen. Sonra kondüktör kız bize geldi ve dedi ki, şefimiz bu seferlik izin verdi. Yunusemre'de inecekmiş amca, normalde orada durmuyoruz ama durup amcayı indireceğiz diye bilgi verdi. Biz de teşekkür ettik bilgilendirdiği için. Yüzümüzde gülümseme amcaya arada kaçamak bakışlar atıp mutluluğunu seyrederek yola devam ettik. Sonradan öğrendik ki Eskişehir-Yunusemre arası bilet fiyatı tam 3 lira, yaşlı indirimiyle 2.25 liraymış. Adamcağız 36 lirayı nasıl vereceğini düşünür tabii.

Ama yolculuk daha nelere gebeydi, bunu 1-2 saat içinde görecektik. (bir reklam arası daha).

Yolculuklarda türlü türlü insanlarla karşılaşırız. Ben tek başıma olduğumda pek sorun yaşamam ama kocam tam bir keçinin sevmediği ot burnunda biter misali terslik mıknatısıdır, sinir olduğu tip insanlar hep etrafımıza doluşur. Geçen ay İstanbul'a tren yolculuğumuzda da bahsetmiştim bundan. Önce arkamıza oturan anne-oğula gıcık olduk. Çocuk 15 yaşında ve annesine birşeyler öğretme, isyan etme döneminde. Bir de elinde bilgisayar var, herhalde yeni almış birşeyler anlatıp duruyor. Kocam anında gıcık oldu. Sonra arkadan neden internet bağlantısı yok, o zaman bu prizler neden duruyor diye isyan eden bir adam var. Be adam, prizle internetin ne ilgisi var, tak fişini çalıştır bilgisayarını diye koymuşlar. Aynı adam sonra bizim koltuğa gelip kocamın bacaklarına doğru eğilip gazetemize baktı. Kendi gazetesini mi almışlar ne onu arıyormuş. Kucağına oturacak sandık kocamın. Garip insanlarla dolu ortalık. Yolculuğun sonrası daha sorunsuz geçti. 2 saat kadar kocamın bir makalesiyle uğraştık, vaktimizi değerlendirdik. Ben pek de iyi çıkmayan şu fotoğrafları çekebildim. (fotoğraflar hiç iyi çıkmadı, büyütüp bakacağım diye uğraşmayın bence).

İşimiz bitip Polatlı'yı geçerken kocamın askerlik yaptığı binaya baktık, o eski günlerini hatırladı bana anlattı (Tren Polatlı'dan geçerken askeri birliğin içinden geçer, ben de hep bakarım zaten). Temelli'yi geçtikten biraz sonra durduk. Süper ekspres olmasına rağmen arada durup karşıdakini beklemek olağan diye endişelenmedik ama bir süre sonra bir anons. "Sayın yolcularımız, makinemiz donduğu için yeni makine gelmesini bekliyoruz". Ne makinesi? Lokomotif mi dondu? İşleyen makine nasıl donar? Nidaları eşliğinde beklemeye başladık. Arkalardan sesler: 16:30 'da Ankara'da olacak yazmayın o zaman biletlere kardeşim, belirsiz bir saatte varır yazın". İnternetçi, kocamın bacaklarının arasından gazetemize bakan adam serzenişte. Herkes şikayet halinde, arada espriler yapanlar, önündeki yolcuyla konuşanlar. 2 saattir tek laf etmedin, şimdi bu aksilik mi yakınlaştırdı seni önde oturana. İlginç. Sonra bir anons daha "Makinenin elektrik tesisatındaki panto(?) donduğu için yeni makine gelmesini bekliyoruz". Artık nereden geliyor bilmiyorum, Ankara'dan mı, Polatlı'dan mı? (Anılar: Bir kere de Eskişehir'e giderken lokomotif Polatlı'da bozulmuştu da yenisi gelmişti, ne çok aksilik yaşamışım ben trenlerde). Bu sefer de şöyle şikayetler başladı: "Nasıl donar, doğuya giden trenler ne yapıyor o zaman? Bu arada kalorifer çalışmıyor, sadece ışıklar var ama millet bunun bilincinde değil herhalde sıkıntıdan gezinip duruyor. Kardeşim vagonun kapılarını açıp dışarıdaki soğuğu içeri taşımasanıza, üşüyoruz zaten. Ama onlar o sinirle ısındıkları için farkında değiller herhalde. Biz kocamla sinirlenmeden oturduk. Durduğumuz noktada telefonlar çekiyor olsaydı daha iyi olurdu, annelerimize gecikeceğimizi haber verirdik ama onlar da rötar olmadan varamayacağımızı biliyorlardı zaten. Neden sonra lokomotif geldi, değiştirildi ve yolumuza devam ettik. 13:56'da başlayıp 16:30'da bitmesi gereken yolculuğumuz saat 20:00 sularında bitti, o günü de öylece yemiş olduk. Dün akşam Eskişehir'e dönerken (izin aldım eyoooo) bu sefer 18:10'daki İzmir Mavi ile dönecektik, kimbilir neler olacak derken sadece 1 saatlik bir rötarla sorunsuz şekilde geldik. Keçinin sevmediği ot misali önümüzde sevgililer vardı, herhalde yeni çıkıyorlardı, yol boyunca öpüşüp durdurlar. O onun saçlarını okşadı, diğer bunun saçlarını, ama sürekli öpüştüler. Tamam anladık aşıksınız, sevginizi gösteriyorsunuz ama bu kadarı bize bile fazla geldi. 1-2 öp tamam ama sürekli öpüştükleri için gözetliyoruz gibi hissettik kendimizi. İnsanın gözü takılıyor elde olmadan, biz utandık valla :). Aşık bile olsanız herşeyin bir yolu yordamı ve yeri var, değil mi ama. Bunun dışında yolculuk sorunsuzdu, yavaş yavaş geldik. Her duruşumuzda "tamam bu da dondu galiba" diye birbirimize korku dolu gözlerle bakarak tabii...

29 Aralık 2008 Pazartesi

Kar fotoğraflarına devam

Az önceki yazıdaki fotoğraflara bir daha baktım, sonra da dışarıdaki pırıl pırıl parlayan güneşe, yeni fotoğraflar koymaya karar verdim. Diğerlerinde kara yağıyordu, ne güzeldi yağarken ama fotoğraflarda o gördüğüm güzellik çıkmamış. Şimdi koyduklarımda ise karlardan yansıyan güneş ışıklarının yarattığı aydınlık var iyice. Işığın melatonin hormonu üzerindeki etkisini biliyoruz, o yüzden hepimizim içi açılsın dedim. Dışarıda kayan çocuklar da var (Eskişehir'de okullar tatil), bir tanesini kareledim. Karlarda basılmadık yer kalmadığını da göreceksiniz :)
Tren vakti geliyor, yavaş yavaş toparlanayım artık.

Doğa olaylarına devam-2

Başlıktan ve son zamanlardaki hava durumundan herhalde sırada hangi doğa olayının olduğunu tahmin etmişsinizdir: Her yeri bembeyaz, pamuk gibi kaplayan, beyaz olduğu sürece tertemiz görünen ama erimeye başladıkça çamurlaşan, kahverengileşen, pislik gibi duran kar.

Eskişehir'de cumartesi akşam başlayan kar pazar gecesi ben yatarken hala devam ediyordu, bu sabah kalktığımda ise durmuştu. Pazar sabah erkenden fotoğrafını çektim çünkü çocuklar uyanıp dışarı çıktıklarında basılmamış tek bir yer bile kalmayacaktı biliyordum. Eviminiz önündeki çocuk parkının minik tepeleri gündüz vakti çocuklar, akşam üstü de büyükler için harika bir kayak pisti oldu. Torbasını, kızağını kapan geldi. Benim bile içim gitti aslında ama yılbaşı gecesi kayarız belki. Yukarıdaki fotoğraf klasik doğa olayları resimlerimin devamı. Diğerleri de bahsettiğim çocuk parkından. En sondaki ise kar kalınlığını gösteren fotoğraf (ki kar bundan sonra da yağmaya devam etti). Bu kadar güzel yağan karın bazı muzırlıkları da yok değil tabii. Yollar berbat herşeyden önce. Hatta arabalar geçtikçe hafif eriyenler yerler de gecenin buz gibi havasında donmuş durumda, yollar buz pisti gibi. Gelen geçen araba fazla değil. Şehirlerarası yollar açıktır mutlaka ama yine de riske atmayıp trenle gitmeye karar verdik. Bugün kocam da benimle birlikte Ankara'ya geliyor, yarın da tekrar evimize dönüyoruz. Kar çarşamba günü de yağsın da nihayet karlı bir yılbaşı geçirelim. Hepinize iyi haftalar.

25 Aralık 2008 Perşembe

Kısa kısa (kolyeler, kitap, Anna Karenina)

Takı kutumdan ve kolyelerim için de askı gibi bir çözüm aradığımdan geçenlerde bahsetmiştim size. Kolyelerim için pratik zekalı annemden pratik bir çözüm geldi. Askı sistemi oluşturana kadar idare eder. Ortalarda dağılmalarından bıkarak bir fotoğraf albümünün içine koyuvermiş. Hani fotoğraf bastırdığınızda stüdyonun verdiği dandik albümlerden. Her sayfasına bir kolye yerleştirmiş, derli toplu olmuşlar. Bükülüp şekilleri bozulmadığı sürece fena bir çözüm değil aslında, en azından dediğim gibi askı bulana kadar.



Alper Canıgüz diye bir yazar var. İlk 2 kitabını bir solukta okumuştum, okurken de gülmekten yerlere yatmıştım. Kitabın arka kapağındaki yazıları okumanız bile almanız için yeterli, içine şöyle bir bakıp karar vereyim demeye hiç gerek yok. Zekice kurguları var kitaplarında ve bir yerlere göndermeler. Mesela ilk kitabının kahramanlarından biri Hector Berlioz, ikincisi Alper Kamu adında bir çocuk. Hatta 2. kitabının arka kapağındaki yazı da şu adreste var ne olur okuyun, beğenmezseniz kitabı boşverin. Hatta İstanbul hakkındaki aşağıda resmi görülen şu kitabı da sırf onun da bir hikayesi var diye almıştım. Sürekli kitapçılara, internet sitelerine bakar, yeni kitabı çıkmış mı diye sorarım. Nihayet dün baktığımda yenisinin de çıkmış olduğunu gördüm, hemen gidip alacağım çok sevindim. Adı Gizli Ajans. Bu seferki hikayesi bir reklam şirketinde geçiyormuş, belki reklamcı arkadaşların ilgisini çekebilir :) En kısa zamanda bunu sonra da diğerleri tekrar okuyacağım.

Gelelim son başlığımıza, Anna Karenina. Bir solukta okuduğum bir kitaptı. İngilizce olarak satılan klasikler serisinden almıştım, içim burkularak da okumuştum. Sonra da filmini seyretmiştim. Şimdi Ankara Devlet Opera ve Balesi bale olarak sergiliyor. Yarım saat kadar önce 8 Ocak temsilinin biletlerinin satışa çıktığını belirten bir mail aldım. Hemen online bilet satış sistemine girdim ki ne göreyim bilet kalmamış. Yuh. Sistemin şöyle bir güzelliği var, koltuklar doldukça insan şeklini alıyor, size bunların üzerine imleci götürerek hangi bilet internetten alınmış, hangisi gişeden satılmış, hangi koltuklar protokole, çalışanların akrabalarına falan ayrılmış görebiliyorsunuz. Her temsilde genelde en öndeki sıradan 6-8 koltuk ayırırlar, bunun biliyorum. Ama bu sefer salonda ilk 9 sıra, balkondan ilk 3 sıra direkt olarak ayrılmış. Kalanlar da hemen satılmış. Bu pazartesi olacak temsile baktım, onda da aynı şekilde. Tamam anlıyorum, ilk temsiller bunlar, balerinlerin baletlerin eş dostları, aileleri gelecek seyredecek ama bu kadar da yer ayrılır mı? Madem öyle yap onlara ayrı 1-2 özel temsil, herkes gelsin yavrusunu alkışlasın, o temslleri satışa sunma, sonra biz sıradan insanlar için de biletlerin tamamen satıldığı temsil sun. Çok sinirlendim sabah sabah. Kimbilir ne zamana bilet alabilirim.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Şu reklamdan içim bayıldı

Ay içim bayıldı. Anlatılmaz tadılır, pastırma Şahinse alınır reklamından kusmak üzereyim. Nasıl bir reklam bütçeleri varsa Avrupa Yakası dizisinin arasında koyup durmuşlar. Reklam süresi boyunca 1 kez koy haydi olmadı 2 kez koy da sürekli de arka arkaya seyrettirilmez ki. Nefret ettim, Şahin marka sucuk, pastırma almayı asla düşünmüyorum. Reklam beynime kazındı, amaçlarına ulaştılar ama herhalde istedikleri sonucu alamayacaklar benden potansiyel bir müşteri olarak.

Bir kez de sabah kargalarla birlikte kalkıp çalışayım demiştim. Ses olsun diye televizyonu açmıştım, açmaz olaydım. Arçelik'in ayaklı ütüsünün reklamını arka arkaya 8 kez falan göstermişti bir kanal. O küçük çocuğun Çelik ağbi, ayda kimse var mıdır şeklinde başlayan reklamı da beynime kazındı ve Arçelik'in ayaklı ütüsü asla alınmayacak ürünler listesine eklendi.

En iyisi diziyi video, dvd recorder artık ne olursa kaydedip sonra da reklamları geçe geçe seyretmek. Hem belki böylece makul bir süreye de iner.

Diyet haberleri- Aralık sonu

Karlı bir Ankara sabahında diyetisyenimle randevum için yola koyuldum. Evimin civarında hafif hafif başlayıp sonra hızlanan kar Çankaya'ya doğru çıktıkça lapa lapa yağmaya başladı. Kafamda bere, elimde eldivenler, boynumda atkı, ayağımda sıcacık botlar tadını çıkara çıkara görüşmeme gittim. Pazar günü biraz kaçırmıştım, bir önceki günden kalan kek ve poğaçalardan yemiştim itiraf ediyorum, pazartesi de yola geç çıktığım için öğünlerim birbirine girmişti. Hemen diyetisyenime itiraf ettim bunları ve tartıya çıkıp o kaçınılmaz anı beklemeye başladım. Sonuç umduğumdan çok çok iyiydi, tam 800 g vermişim geçen haftaya göre. Çok mutlu oldum. O sevinçle Kızılay'a kadar etrafa bakınarak ve yağan karın altında anlamsızca sırıtarak yürüdüm :)

Yılbaşı için de herşeyden azar azar yeme iznini kopardım. 2009'da en azından kilo açısından harika bir başlangıç yapacağım, umarım gerisi de gelir.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Bir haftasonu daha geçti, yeni yıl yaklaşıyor

Bir haftasonu daha geçti. Yeni ajandamı ve takvimimi kullanmaya çok az kaldı. Gerçi bu sabah kocamla evde dört dönerek bir türlü bulamadığım ve yanımda Ankara'ya götürmem gereken bir nesneyi ararkenki halimi görmeliydiniz. En sonunda kocam çantamın muhtelif gözlerinden birinde bulunca bana şuna benzer bir şey dedi "ajanda, takvim hikaye, senin bu dağınıklığın geçecek gibi değil". Haklı olmasından korkuyorum. Ama planladığım işleri bir bir tamamlamaya çalışıyorum. Ne zamandır yığılan ve sürekli bahaneler bularak kaçmaya çalıştığım bu angaryalar bittikçe kafam da formatlanmış gibi olacak umarım.

Bugün diyetim ve ben pek anlaşamadık. Her zamankinden çok daha geç bir saatte çıktım yola. Öğle yemeği olarak sebzem vardı. Sandviçle geçiştirme hakkım bitmişti maalesef (bu hafta sadece 1 kez sandviç hakkım vardı onu da harcamıştım). Karnabahar yemeği de otobüste yemek için iyi bir seçim değil. Ben de 10:30 öğünümde biraz karnabahar yemeği yedim, öğle yemeğini çay ve meyveyle geçiştirdim, arada bir de eti cin kaçırdım, değişik bir şey oldu. Bakalım bunun etkisini çarşamba günü nasıl göreceğim.

Kocam haftaiçi kar yağacak haberini sevinçle karşıladı. Belki bu yılbaşı kar görürüz biraz diye ümitlendik. Yılbaşları genelde California Dreaming şeklinde geçiyor kaç yıldır. Geceyarısından sonra çıkıp kartopu oynamak kimbilir ne kadar güzel olur, belki bu sayede geçen senelerde olduğu gibi sızıp kalmam da. :)

Bazı bloglarda yılbaşı ağacının hıristiyanlık adeti olduğundan, kültürümüzde olmadığından bahsediliyor. Hatta dün gece Sex and the City'nin eski bir bölümünde Charlotte musevi olmaya karar verince haham artık yılbaşı kutlaması, yılbaşı ağacının olmayacağını söylemişti. Nişanlısı ise artık bir çok Musevi yılbaşında çam kuruyor demişti. Sadece bizde yok anlaşılan. Yılbaşı ağaçlarını seviyorum. Yeni bir yılın gelişini kutlamak için plastik ağacımı ışıl ışıl yanan ampuller ve süslerle donatıp yanıp sönüşünü seyretmeye bayılıyorum, alışveriş merkezlerinin süslenmesini dört gözle bekliyorum, seviyorum işte ne bileyim. Dini veya diğer herhangi bir anlam yüklemiyorum. Yılbaşı ağacı kurmanın beni kendi kültürüme yabancılaştırdığını da düşünmüyorum, ona gelene kadar neler neler var hergün karşılaştığımız. Seviyorum işte :)

20 Aralık 2008 Cumartesi

Pes artık

Artık pes diyorum. Üst kat komşularından yana hiç şanslı olmadık, bir önceki komşumuzun küçük bir kızı vardı, bütün akşam koşturup dururdu. Evin mimarı kimse nasıl bir çizim yapmış anlamadım zaten, bence mimari israf. Yaklaşık 3 metre uzunluğunda bir koridor var, onu gören çocuk nedense yerinde duramıyor, koşmak çoşmak istiyor galiba. Üstteki yavrunun sanıyorum emekleme dönemiydi biz taşındığımızda, ilk başlarda herşey çok güzeldi ama sonra koşturmaya başladı. Blog sahibi anneler nolur bana açıklayın, neden bu çocuk milleti evin içinde bir o yana bir bu yana koşturur? Ayrıca bi sorum da şu, neden çocuklar erkenden yatmaz, yatırılmaz? Ben küçükken akşam 8 dedi mi yatırırlardı. Televizyon böyle çok kanallı ve renkli değildi, acaba onun etkisi mi?

Neyse, üst kattakiler taşınınca çok sevinmiştik ama gelen gideni aratır derlerdi, doğruymuş. Bu sefer de 3 çocuklu bir aile taşındı. Hepsi de ilkokula giden, sanırım 1'er yaş araları olan 2 kız ve bir oğlan. Oğlanı bulmak için 3 tane çocuk yapmışlar sanıyorum, herhalde boncuk var feçesinde. Evin prensi tabii bu velet, sürekli onun bağırtısı, kızların gıkı nadiren çıkıyor. Bu çocuk sürekli koşturma halinde. Daha kötüsü de çocukların odası (ya da bu prensin tek başına kaldığı oda) bizim oturma odamızın üzerinde. Sürekli zıplıyor, atlıyor, nasıl bir gürültü anlatamam. O sesi bastırsın diye televizyonun sesini açıyoruz ama derinden gelen güm güm şeklindeki darbe seslerini kesemiyor, yine de duyuyoruz. Saat 10:30 olmuş çocuklar hala ayakta, çoğu zaman 12'ye kadar böyle. Anne baba da dur oğlum aşağıda insan var demiyor (pardon baba ara sıra bağırıyor çocuğa ama neden bilmiyorum, zaten etkisi de olmuyor, gene gümbür gümbür.) Bu nedenle evden taşınmayı bile düşünüyoruz, tahammül edilecek gibi değil. Bir ara salondaki avizeler sallanıyordu, o derece.

Anne babalara bir sorum daha var. Biz küçükken annemiz babamız bizi evde hoplama, zıplama koşma, alt kattakilere ayıp olur diye sürekli uyarırdı. Zamane ebeveynleri çocuğun özgür iradesini etkilememek için mi gıklarını çıkarmıyor acaba? Bu ne terbiyesizliktir anlayan bana da anlatsın lütfen. Sinir hastası olup çıkacağız yoksa.

19 Aralık 2008 Cuma

Ondan bundan (devam)

Takı kutumu temizledim, doldurdum, çok mutluyum. Hayatımda bir şeyleri düzene koymaya başladım, umarım gerisi de gelir. Sırada kolyelerim için bir askı sistemi ayarlamak var. Böylece hiçbiri karışmadan güzelce saklayabilirim.

Sırada bilgisayarımdaki bilgileri toparlamak var. Her yerde bir sürü foto, bir sürü dosya, hangileri yedeklendi hangileri yedeklenmedi karıştı gitti. Bunları yaptıkça kafamdaki dosyaları da düzenleyebilirim sanıyorum. Bana bir şeyler oldu, düzen manyağı olacağım galiba yakında (ama nereye kadar :) genelde 1 hafta geçmeden her şeyi eski haline döndürebilme kabiliyetim var).

18 Aralık 2008 Perşembe

Ondan bundan

9 günlük tatilden sonra 5 günlük işgününü de yedik bitirdik. Daha önce dediğim gibi, 9 günden sonra evi bırakıp geri dönmek çok zor geliyor, o yüzden bu haftasonu evime gidebilmeyi dört gözle bekliyorum.

Hayatımı düzenlemeye 2009 için çantamda taşıyabileceğim bir ajanda almakla başlamıştım. Unutkanlığıma da son vereceğini düşünüyordum bunun. Fakültedeki odamda da eskiden hep üzerine yazı yazılabilen bir takvimim olurdu, üzerine notlar alırdım, ne bileyim, laboratuarda şu çalışmayı yap, şu gün ders, bugün sınav var gibi. Geçen sene o da yoktu, benim kafa allak bullak oldu tabii. Bu sene erkenden takvimimi aldım masama yerleştirdim. Ajandamın rehber kısmına ise dün gece cep telefonumda bulunan numaraları yazdım. Uzun zamandır ilk defa yazdım, bir nevi eski günleri andım böylece. Şimdi 2009'un gelmesini ve bunları kullanmayı dört gözle bekliyorum.

Takılarımın çok yer kapladığını fark ettim. Daha önce başka bloglarda gördüğüm takı askıları beni kurtaracak gibi değil çünkü taa ne zamanlara dayanan bir sürü gümüş takı, ıvır zıvırım ve sayıları her geçen gün artan boncuklu ıvır zıvırım var. Aradığım takıları da bulamıyorum, bu da ayrı bir şey. Geçen toparlayayım dedim de, bir baktım ki orada minik bir sandık, burada cam kutu, şurada üzeri sedef kakmalı bir kutu daha, vs. derken ay fenalık bastı bana. Dün gece itibariyle kendime herşeyi toplayabileceğim bir kutu almaya karar verdim ve şansıma istediğim kutuyu bugün bulabildim. 16 x 16 cm boyutlarındaydı. Yanında 25 x 25 cm olan (içi 9 bölmeye ayrılmış) bir başka kutu daha vardı ama bana çok büyük geldi. İstediğimin içinde bölme olmaması dezavantajdı. Önce tereddüt ettim ama sonra küçük olanı alıp içine mukavvadan bölme yapmaya karar verdim. Fakülteye geldiğimde ise marangozhanenin olduğu aklıma geldi, şansımı deneyip bana kontrplak vs.den bölme keserler mi diye sormaya karar verdim. Arkadaşlar sağolsunlar beni kırmayıp hazırladılar. Renk uyumu yok ama olsun, önemli olan derli toplu olması. Ellerine sağlık. Bölmeleri çıkartıp kağıt, kumaş vs ile kaplayabilirim ama böyle de idare eder bence. Artık yüzükler bir yerde, taşlı küpeler, boncuklu küpeler, gümüş küpeler vs başka yere derken derli toplu hanım hanımcık bir insan olacağım.
Otobüste çok sık görüp komik bulduğum birşey var nedense. Siz ayakta durur bir başkası oturur durumdadır. Oturan kişi inmek için kalkarken size buyrun oturun gibi bir jest yapar veya otur kızım gibi direkt olarak kelimelerle ifade eder. Sağolsun oturan kişi, ama oturmak istersem otururum nasıl olsa, tahttan feragat ediyormuş da bana bırakıyormuş gibi davranmaya ne gerek var. Haa, ben yeni binmiş olurum, buyrun oturun diye kalkar o ayrı. Komik geliyor işte.
Şimdi kutumu yerleştireyim de hayatımı biraz daha düzene koymaya devam edeyim.

16 Aralık 2008 Salı

Bugün

Bugün çok sevdiğim bir arkadaşımın Doçentlik sınavı vardı. Sınav Ankara'da olduğu için ben de izin alıp yanına gidebildim. Doçentlik sınavları genellikle yedek jürinin bulunduğu fakültede yapılır, başka bir seçim kriteri var mı bilmiyorum açıkçası. Bu yüzden herhangi bir fakültede, herhangi bir şehirde olabiliyor. dediğim gibi şansımıza Ankara'daydı, ben de böylece gidebildim. Canım arkadaşım çok heyecanlıydı. 3 kişi girdiler, o 2. kişi olarak girdi. Beklemek ne zor anlatamam. Biz bile heyecanlıydık, o kimbilir ne haldeydi. Gece rüyama bile girdi hatta. Rüyamda sınava girmiş çıkmıştı, yemek yemeye başlamıştık öğlen, bu arada jüri üyelerinden biri evrakları imzalamam lazım diye koşarak odaya giriyordu, rüyamda sınavı geçiyordu ama etkilenmemesi için söylemedim ona, yarın söylerim artık. 2 saatten biraz fazla içeride kaldı. O içeride biz dışarıda öldük öldük dirildik ama sonunda emeklerinin karşılığını aldı. Akademik hayatın en önemli aşamalarından biri bu sınav, başvurudan itibaren 1 yıl boyunca (yayından dönerseniz eğer daha da fazla) hayatınızın hiçbir anlamı olmaması, sürekli ders çalışmak ve sürekli de birşeylerin eksik gibi gelmesi demek. Sonunda mutlu sona ulaşmak, tüm o emeğin karşılığını almak harika birşey ama o 2 saatlik performansın hayatınıza yön vermesi de bir o kadar acı. Heyecan olur, hastalık olur, herşey olur, çok iyi bildiğiniz birşey o an aklınıza gelmez, olur da olur işte. Bir başka bölümden bir arkadaş maalesef başarılı olamadı. Bilmediğinden, çalışmadığından kesinlikle değil. O kadar çok çalıştı, o kadar emek harcadı ama olmadı işte. Maalesef 1 yıl sonraya kaldı onun için doçent ünvanını almak. İşin kötüsü bu bir yıl sadece onu değil, ailesini de etkileyecek. Bugün hüznü ve mutluluğu bir arada yaşadım, arkadaşım için sevinirken, diğer arkadaşım için üzüldüm, diğeri için sevindiğim için kendimi suçlu hissettim. Ve herşeyden önce de hem gözüm korktu, hem de ben de gireyim artık diye düşündüm. Darısı bana ve kocama artık, umarım biz de sınavdan o cübbeyi giyerek çıkabiliriz. Canım arkadaşım, tekrar kutluyorum seni.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Kocama sürpriz yapmam lazım

Kocamın yaşgünü yaklaşıyor. Kendisi bana bir sürü sürpriz yaptığı için "bu sene de sen bana sürpriz yaparsın artık" diyerek beni türlü düşüncelere garketti. Normalde bir sürpriz nasıldır? Bir şey planlarsınız, diğer kişinin haberi olmaz, şaşırır, sevinir, mutlu olur. Bizde ise "şu olmaz, bu olmaz" diye sınırlar belirledi. Ciğerimi okuduğu için ne yapmak istediğimi de biliyor, direkt olarak hayırı bastı. Eee, bana ne kaldı o zaman? Çok düşünmem lazım çok.

Yola çıkma vakti geldi + AROG

Koskoca 9 günlük Bayram tatilini de yedik. Bu kadar uzun tatil sonrasında işe dönmek çok zor. Hele fakültede 9 gün boyunca kalorifer yanmadığını da düşünürseniz geri dönmek çok daha acı. Ama fiziksel acı o kadar da önemli değil, geçer gider. Ama yine geri dönmek, kocamdan, evimden ayrılmak zorunda olmanın acısı geçmiyor. 2 günlük haftasonundan sonra nispeten kolay (ne kadar olabilirse) ama 9 günü birlikte geçirdikten sonra çok zor. Bir tesellim kocamın erkenden fakülteye gitmek zorunda kalması ve beni terminalden uğurlayamayacak olması. Böylece otobüs hareket ederken kah ona el sallayıp kah makyajım akmasın diye gözlerimi silmek zorunda kalmayacağım, 2 elim de müsait olacak.

Koskoca tatilde ne yaptık?

Ben akşamları bol bol sızıp kaldım ve kocamı sinir ettim.

Dağ gibi ütülerimi bitirdim.

Camları silmekle uğraşmadığıma yağmurun feci şekilde yağışını gördüğümde çok sevindim.

Bir miktar çalıştım (eve iş getirmeden olmuyor bizim piyasada).

Yemekteyiz programını seyrettim. (tabii sonlarına doğru hep uyuyup kaldım)

Diyete uymaya çalıştım ama hareketsizlikten herhalde çok fazla fark etmedim (çarşamba göreceğiz bakalım).

Kocamla AROG'a gittim.

O zaman gelelim AROG yorumlarıma. Ben de büyük hevesle filmi bekleyenlerdenim. Ama 4-5 gün geç gidince tüm yorumları görme fırsatım oldu ve bunlara göre beklentilerimi biraz aşağıya çektim. Dendiği kadar da kötü değildi bence. Bir kere küfür olmaması (bir sefer dışında ki onda da Arif'i uyardılar) çocuklar açısından çok iyi olmuş çünkü seyircinin yarısını çocuklar oluşturuyordu. Tamam film GORA gibi değildi belki, konusu Rrrrh filmine benziyordu, bir Cem Yılmaz stand up şovu gibi sürekli espri yoktu ve olamazdı da ama dendiği kadar da kötü değildi. İnce espriler de vardı, başka filmlere göndermeler de. Yani gülmek için biraz beyni zorlamak gerekiyordu bazı yerlerde. Recep İvedik'teki gibi gaz çıkarmalara, küfürlere gülmeye alışıksanız bu filmde aradığınızı pek bulamamanınız normal. Bir de şu var, devam filmlerinin işi hep daha zor olmuştur. Çıta yüksektir herşeyden önce. Aynı başarıyı yakalamak yetmez, mutlaka üstüne çıkılmalıdır. Matrix'te de böyle olmamış mıydı? Waschowski kardeşlerin ilk filmini gördüğümüzde ağzımız açık kalmadı mı? Herkes matrix felsefesini konuşur olmuştu, inanılmaz bir çekim tekniğiyle karşılaşmıştık (ki sonra pek çok filmde uygulandı). Kısaca çok vurucu bir film olmuştu, ama 2. ve 3. film ne yalan söyleyeyim ilki kadar ses getirmedi çünkü adamlar zaten yapacaklarını ilk filmde yaparak bizi vurmuşlar, başka bir çekim tekniği daha mı geliştirecekler her film için. Benim fikrim bu. AROG'un çekimlerini de çok beğendiğimi söylemeliyim, efektler ve bu açıdan yabancı bir filmden hiç farklı değildi. Ayrıca filmin açılış sahnesi de süperdi bence. En kısa zamanda kahramanın Komutan Logar olduğu bir film çekmeli Cem Yılmaz. Blogumu okur mu bilemem ama bir şekilde duysun sesimi :)

Kısacası, film bence iyiydi, DVD'si çıkınca almayı ve kaçırdığım ince esprileri yakalamak için tekrar seyretmeyi düşünüyorum.

14 Aralık 2008 Pazar

Doğa olaylarına devam

Bayramdan sonraki ilk sabah güneş doğarken bulutların aldığı pembe rengi fotoğraflayıp burada bahsetmiştim hatırlarsanız. Bu sabah ise feci bir sis vardı. Sabah kalktığımda hafif bir grilik olarak başlayan sis gittikçe yayılıp yoğunlaşarak pencereden baktığımda sanki manyakmışız da camlarımızı buzlu camla değiştirtmişiz hissi verecek hale geldi. Ben de geçen günkü sahneyi bir de sisli olarak fotoğrafladım. Dün sabah yağmur yağıyordu, onu da çekseydim eğer neredeyse "bizim evden dışarısı-dört mevsim" konulu bir belgesel çekeceğim. Kocam okuyunca ne gereksiz şeylerle dolduruyorsun vaktini ve blogunu diyecek ama olsun, çektim işte, buraya da koyuyorum.

Cuma günü AROG'a gittik. Onun hakkında da yazacağım ama önce şu sisli sabahın tadını çıkarayım.

12 Aralık 2008 Cuma

Bayram sonrası sabahı

Sabahları erkenden kalkıp kahvaltımı yapmak zorundayım. Belli bir saati geçmeme izin yok. Normalde erken kalkıyorum sorun olmuyor ama bayramda 9 gün tatil var, biraz uyuyayım diyemiyorum. Sabah 7'den önce kahvaltımı yapmak zorundayım, sonrasında da zaten uykum kaçıyor. Hele bu soğuk günlerde sıcacık yataktan dışarı çıkmak o kadar zor ki. Alt komşularımız bayram nedeniyle şehir dışına çıkmışlar. Eğer onlar olsaydı ev daha sıcak olurdu ama yine de sabahın köründe müthiş bir sıcaklık beklemiyorum tabii ki. Meteorolojinin sayfası bu saat itibariyle dışarısının -3 derece olduğunu söylüyor ama pencereyi açıp dışarıya baktım az önce, bence en az -7 veya 8. Pencereyi açma sebebim aşağıdaki fotoğraf. Ne zamandır ilk defa böyle bir sabah gördüm, fotoğrafını çekmemek olmazdı. Bulutlar pembe pamuk helva gibi, gökyüzünden kopar da ye misali. Ya da bulutların rengiyle fotoshop ile oynanmış gibi. Bayıldım ben. Şimdi pencereden tekrar baktım da, aradan 5 dakika geçti ancak ama o güzelim renk kaybolmuş. Az sonra güneş sarı sarı ortaya çıkıp ısıtır gibi yapacak. Olsun, plasebo etkisi yapar belki.

7 Aralık 2008 Pazar

Su kuyruğu

Hayatımız beklemekle geçiyor, bugünün geçmesini, yarının gelmesini bekliyoruz, yarın olunca öbür haftayı, öbür ayı ve böylece sürüp gidiyor. Mecazi anlamdaki beklemelerin yanında bir de gerçekten, bilfiil beklemeler de var. İşte onlardan birini yazacağım bugün, su kuyruğundaki beklememi.

Eskişehir'de su sayaçları genellikle kartlıdır. Ankara'daki bazı doğalgaz sayaçlarında olduğu gibi. Bunun iki avantajı var tabii, birincisi sular idaresinin su paralarını önceden tahsil etmesi, diğeri de evsahiplerinin evden çıkan kiracılarının su parasını ödemek zorunda kalmaması. Bu açıdan yararlı bir uygulama. Ama suyun bitmek üzere olduğu tatil öncesinde bir miktar güçlük çıkarmıyor da değil. Ben genelde tedbirli bir insanım, garipliklerimizin mimlendiği yazımda herşeyin yedeğinden olmalı takıntımdan bahsetmiştim. Su için de geçerli bu. Kart sayaca takılıp su miktarı aktarıldıktan sonra mutlak doldurulmalı. Buraya ilk taşındığımızda su bitip de açıkta kaldığımızdan beri bu durum böyle benim için (gerçi kartta yedek bir miktar su oluyormuş ama o zamanlar bunu bilmiyorduk tabii). Karttaki suyu sayaca aktarınca yenisini alalım dedik. Ne de olsa bayram geliyor, bu sefer tam açıkta kalırız mazallah diyerek evin yakınında bulunan su satış yerine doğru ilerledim. Cumartesi günleri 12'ye kadar açık oluyor sonra kapanıyor, bunu biliyordum ama evden 11:10'a kadar çıkamadım. 40-45 dakikada nasıl olsa işimi hallederim diye tıngır mıngır yola düştüm. Yaklaştığımda bir de baktım ki feci bir sıra. Herkes bayram öncesi su yedeklemeye gelmiş, ya da herkesin suyu aynı anda bitmiş, anlamadım. Ama önümde 50-60 kişi kesin vardı ve ben geldikten sonra arkamdaki sıra da uzamaya başladı. Resimdeki küçük mavi bina su satış yeri, öndekiler de kuyruğun bir kısmını oluşturan insanlar. Minik binanın içinde de 10 kişi kadar oluyor, durum vahim anlayacağınız. Keşke daha erken gelseydimdiye hayıflanarak çantamdan mp3 player'ımı çıkarıp müzik dinlemeye başladım. Arada kuyruktakilerin konuşmalarını da kaçırmamaya çalışıyorum tabii ki. Arkalardan yaşlı bir amca sinirlenerek söylene söylene gitti. Biz sabırla beklemeye devam ettik. Pembeli minik kızın oturduğu bankın 10-15 metre ilerisinde bir bank daha var. Oraya kadar 20 dakikada ilerledik. 11:40'da görevli içeriden çıkıp bizlere 12'de kapanacağını söyledi. Herkes hesaplamaya başladı tabii, her kişi için işlem kaç saniye sürer, kuyruktaki kişi sayısıyla çarparsak bana sıra gelir mi? Ama buna rağmen arkam dönüp baktığımda sıranın aynen durduğunu gördüm, ümitsizliğe kapılıp giden olmamıştı.

Önümdeki 4-5 kişi su konulu sohbetlerini sürdürür ve hepimiz binadan elinde makbuzuyla çıkan şanslı insanlara imrenerek bakarken çalışma süresinin uzatılabileceği haberiyle umutlandık. Saat 11:57'de binaya girmeme 2 adım birşey kalmıştı. Ha gayret, haydi biraz daha derken kendimi içeri attım. Böylece kapıyı kapatsalar da artık içerideydim. Bu kuyruk psikolojisi çok ilginç bir şey, sıraya girer girmez acaba daha fazla mı su alsam diye düşünmeye başladım. Nedense bu 4-5 gün yetmez gibi geldi, oysa alacağım miktar 1 ay rahat rahat idare eder. Demek Allah korusun bir felaket durumu olsa direkt bakkala, markete koşup makarna sırasına gireceğim.

Neyse, biz içeride dakikaları geçtim, artık saniyeleri sayarken bir telefon geldi. Hepimiz kulak kabarttık ama beklenen telefon değildi, bir arkadaşı arıyormuş meğerse. Neyse, bir kişi, bir kişi daha derken önümdeki sohbet grubundan bir teyzeye geldi sıra. "5 liralık " dedi kadın görevliye. Önümdeki adam da "abla bari 20 liralık falan al da sırada beklediğine değsin" deyince hepimiz kahkahaları koyverdik. "Tek kişiyim, ne yapayım yetiyor" dedi kadın. Ben olsam alırdım valla. Bir başkası da görevliye "nasıl ayarlıyorsunuz da hep tatil öncesi bitiyor su" dedi, sen kullanıyorsun, adam ne yapsın ki. Sıra bana geldi ve 12:01 itibariyle suyumu alıp binadan çıktım. Artık ben de içeriden elinden makbuzuyla çıkan imrenilecek grubun bir üyesiydim. Kocam merak etmiş tabii, kadın 1 saattir ortalarda yok. Elimde su kartımla içeri girip olayı anlattım. "Ya banka kuyruğunda maaş almak için bekleyen, hatta beklerken de ölüp giden yaşlılar ne yapsın" dedi. Hemen halime şükrettim.

Öğleden sonra oradan geçerken bir baktım ki hala açık ve içeride 3-5 kişi var sadece. Tüh dedim, 40 dakika boşa beklemişim. Ama benden de kötüsü görevlinin durumuydu aslında. Adam belki de ailesiyle bayram alışverişine çıkacaktı, sevgilisiyle buluşacaktı, planları bozuldu. O da mağdur bir nevi. Keşke sular idaresi durumu öngörüp ona göre nöbet planlaması yapsaydı.

Hepinize tekrar iyi bayramlar.

5 Aralık 2008 Cuma

Bayram geliyor, bayram edelim

Bayramların benim için bu yılki anlamı tam 9 gün tatil yapmak, ama daha da önemlisi tam 9 gün evimde olmak demek. Yarından itibaren tam 9 gün evimde, kocamla birlikte olacağım. Çoğunuz için alışılmış birşey olabilir bu ama benim için çok anlamlı. Bayram temizliği de yapmalı. Geçen haftasonu İstanbul'da olduğumuz için bir önceki haftadan kalan ütüler yapılmalı, uzun süredir yıkanmayan perdeler yıkanmalı, meteorolojiden yağmur durumuna bakılarak cam silinmeli veya boşverilmeli, ev toparlanmalı, fırsat bulunursa ne zamandır yapılmadan bir kenarda duran puzzle'a bir iki parça daha oturtmalı, makaleler götürülüp ders çalışılmalı, kocayla birlikte (uyumamaya çalışarak) film seyredilmeli, bir ara fırsat bulup AROG'a mutlaka gidilmeli, kimsenin gelmeyeceği bilinse de çikolata-tatlı alınmalı, 1-2 arkadaşı ziyarete gitmeli ve tüm bunlar olurken diyete harfiyen uyulmalı :)




Hepinize şimdiden iyi bayramlar diliyorum. İstediğiniz gibi ve sevdiklerinizle birlikte geçirmeniz dileğiyle :)

4 Aralık 2008 Perşembe

Sabah sabah

Sabah sabah yollardayım, işe gelmeye çalışıyorum. Trafikte seyrederken bir ara kırmızı ışığa denk geldik. Yandaki arabaların birinin şoförü gayet güzel açtı kapısını, küllüğü asfalta boşalttı ve yeşil yanınca fütursuzca bastı gitti. Baktım gençten bir çocuk, 26-27 yaşında anca var. Yanında ise sarışın bir kız. Kardeşi mi, sevgilisi mi, karısı mı bilmiyorum ama kız zerre kadar irkilmedi, rahatsız olmadı bu durumdan. Ben de Bay Yanlış ile Doğru Ahmet eğitici filmi tadındaki bu olayı ağzım açık seyrettim. Eğer bu o filmlerden biri olsaydı hemen sigara izmaritlerinin üzerine bir çarpı atılır, film geri sarılarak küllük arabadaki yerine geri dönerdi. Bu arada sokaklar hepimizin, onları temiz tutalım gibisinden bir mesaj verilirdi. Maalesef film değildi. Zaten eğer böyle bir film olsaydı benim versiyonum daha iyi. Yan arabanın izbandut gibi şoförü arabasından iniyor, pencereyi bir yumrukla tuz buz ederek adamı pencereden çekerek dışarı çıkartıyor ve o izmaritleri, külleri adama yalatarak tek tek toplatıyor. Hem akılda kalıcı, hem de ibret örneği oluşturucu. Bak ondan sonra bir daha yapabiliyor mu.

Eğer o ikili bir çiftse ve ileride çocuk falan yapmayı düşünüyorlarsa vay anam vay. Aynı fütursuzluğu yavrularına da işleyecekler, o garipler de doğrusunun bu olduğunu düşünerek büyüyecekler. Buradan da tabii ki diğer bir naçizane fikrime geçiş yapıyoruz: Herkes anne-baba olmamalı.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Fransızlar şarkı söylemeli mi?

İşte muhteşem fikirlerimden biri daha.

Az önce radyoda Fransızca bir şarkı çalıyordu. Tamam, dili anlamadığım için çamur atıyor olabilirim belki, kimbilir ne derin bir anlamı vardır o sözlerin ama ben Fransızcayı şarkılara yakıştıramıyorum (Almanca bile olabilir, o derece). Az önce önyargılarımdan sıyrılarak dinlemeye çalıştım ama olmadı işte, melodiye o sözleri, söyleniş şeklini yakıştıramıyorum. Aşkın dili olabilir, çok romantik olabilir ama bence şarkı söylemesinler. Çok nadir beğendiğim şarkılar var ama düşündüm de galiba sadece 2 tane, bilemedin 3. Gerisi söylemese olur mu acaba?

Not: Herkesin zevkleri, beğenileri farklıdır elbette, bu sadece benim naçizane fikrimdir, herkesin tercihine saygı duyarım. Benimki de bu yönde, siz de benimkine saygı duyun o zaman :)

2 Aralık 2008 Salı

İnternet olmadan arkadaşlık mı?

Bugün uzun zamandır ihmal ettiğim bir arkadaşımla konuştum telefonda. Lisede tanışmıştık onunla, aynı zamanda aynı lojmanlarda oturuyorduk, evlerimizin arasında bir apartman vardı sadece. Gece anne-babalar gezmeye gittiğinde ya o bana gelirdi ya da ben ona. En büyük zevkimiz birlikte nescafe ve votka vişne içmekti. Saatlerce de ondan bundan konuşurduk. Lise bitti, üniversiteyi kazandık. O Tıp okudu, ben Eczacılık. Yine aynı lojmandaydık, yine birbirimize gidip gelmeyi sürdürdük. Hiç ayrılmadık. Acı, tatlı bir sürü şey yaşadık, paylaştık. O nişanlandı, nişan kahvesini ben yaptım istemeye geldiklerinde. Düğününe gittim. İlk kızının doğduğu gün yine oradaydım. Evlilik, çocuk, TUS, benim fakülte vs. derken görüşmelerimizin sayısı oldukça azaldı. Kalpler bir olsun ama önemli değil. Telefon vardı nasıl olsa, dertleşiyorduk. Bazen de onlarda kalırdım, bu sefer eşiyle birlikte kaynatır, eğlenirdik. TUS'tan sonra başka bir şehire gitmek zorunda kalınca görüşmelerimiz iyice seyrekleşti. Düğünümde eşi ve tatlı kızlarıyla yanımdaydı. Ama haftasonu gidip gelme rutinimle nadir olarak yaptığı Ankara ziyaretleri bir türlü denk gelmedi. Telefonlar vardı neyse ki. Bir de kartlar vardı, her yılbaşında kartlar attık birbirimize. Posta kutusunda faturadan başka bir şey bulmak harika oluyordu. Yaşgünlerimizde birbirimizi ilk arayan olmaya gayret ettik. Öyle ki eşinden bile önce kutlardım çoğu zaman (kocam gece 12 olur olmaz mesaj yazdığı için o henüz ilk kutlayan olamadı). Ama geçen sene birşeyler oldu ve arayamadım onu bir türlü. İstedim ama yapamadım, araya zaman girince dostlar arasında zaman mefhumu olmasa da utandım, utandıkça arayamadım, arayamadıkça daha da utandım, derken kısır döngü içine girdim. O aradığında utancımdan açamadım, kaçamak mesajlar yazdım. Hep müjdeli bir haber vermeyi bekledim ona, böylece bana fazla kızmazdı, affederdi. İkinci kızını daha görmeye gidemedim bile. Tüm bu utançlar birikti ve artık iyice ezildim, altından kalkamadım. En sonunda 2 hafta önce mektup yazdım ona. Kargoyla da yolladım eline geçtiğinden emin olayım diye. Nedenlerimi nasıllarımı detaylı olarak yazdım. O da anladı ve beni affetti. Bu akşam eskisi gibi konuştuk araya hiç mesafe, hiç zaman, hiç ayrılık girmemiş gibi. Eski dostlarla böyle değil midir zaten, ne kadar zaman geçse de yabancılık çekmezsin hiç.

Birbirimize mektup yazmaya karar verdik. Onun internetle arasının pek olmamasının etkisi var bunda. Birde tabii posta kutusunda mektup bulmanın verdiği mutluluk. Yani, teknolojinin kağıtlara el yazımızla yazdığımız mektuplarla sınırlı olduğu zamana geri dönüyoruz biz. O bu yazıyı göremeyecek ama yine de 21. yılına giren arkadaşlığımızı bu yazıyla kutluyorum ben. Onun için de bir çıktısını alıp ilk mektubumun yanında postalayacağım. Bu kadarcık teknolojiden zarar gelmez herhalde :)

Örgü örmek istiyorum

Bir süredir örgü örmek istiyorum. Eskiden vakit bulur örerdim, hatta annemle kavga ederdik, tez canlıdır ve başladığı işi bir an önce bitirmek ister. Benim amacım da örgü örerek rahatlamak olduğu için kah örerim, kah sökerim, o mutluluk bitmesin isterim. Ördüğüm parçaların yakalarının örülmesi ve kolların takılması işi anneme aittir. Bunun haricinde de ben evde yokken örüp bitirmeyi teklif eder, ben de kıyameti koparırım. Çok uzun zamandır öremedim, hatta aklıma bile gelmemişti. Bu kadar yoğunlukta, gidip gelmelerle elime ne bir yün ne de bir şiş almış değilim. Pazar günkü tren yolculuğumda (dönüş kısmı) tekli koltuklarda oturan bir teyze şal gibi bir şey örüyordu tiftikten. İmrendim açıkçası. Vaktim olsa herhangi bir şey başlayacağım ama maalesef bir süre daha blogdaki bir fikir olarak kalacak gibi görünüyor.

1 Aralık 2008 Pazartesi

Başıbozuk

Mor ve Ötesi'nin son albümünün adı bu. Eurovizyon için sundukları 3 şarkıyı, 3 tane canlı yorumu ve bazı şarkılarının remikslerini içeriyor. Fakat bir grubun canlı performansı bu kadar mı iyi olur. Konser kaydı olduğunu bilmesem, adamlar stüdyo kaydını sokmuşlar araya diyeceğim. Yarışma gecesi de böyleydiler zaten. Hatta az önce kocam hatırlattı bana, provalarda bizimkileri dinleyenler kulaklarına inanamamış, cd kalitesinde söylüyor adamlar diye. Ah o Balkan ülkeleri de bölünüp bölünüp birbirine oy vermeselerdi ya. Neyse.

Canlı performans sunabilmek bir şarkıcı için çok önemli olmalı (ya da benim için öyle diyeyim). Yıllar önce ODTÜ Stadyum konserlerinden birini hatırladım şimdi. Teoman ve Şebnem Ferah vardı. Önce Teoman çıkmıştı ve çok iyi bir performans değildi. (Saklıkent'te de seyretmiştim zamanında, o zaman da öyleydi). Ama Şebo çıkınca o billur gibi sesiyle muhteşem bir konser vermişti. Ha CD'den dinlemişsin, ha sahnede. Ne bir detone olma, ne başka bir şey. Mor ve Ötesi de öyle işte. Keşke Ankara veya Eskişehir'de bir konser verseler de gidebilsek. (Az önce sayfalarına girdim ve geçen cuma garaj istanbul'da konserleri olduğunu öğrenerek kahroldum. Daha önce öğrenseydim ve nerede olduğunu bilseydim gidebilir miydik ki? İstanbul'u hiç bilmeyen kişiler olarak herhalde gidemezdik, daha beter üzülürdük).

Haftasonum böyle geçti

Cuma günü trene atladım, kocamı almak üzere Eskişehir'e doğru yola çıktım. Benim bulunduğum vagon boş sayılırdı. En azından arkamda, önümde ve yanımda kimseler yoktu. Ben de rahatça oturdum, müzik dinlerken şarkılara eşlik ettim (ses çıkarmadan tabi, playback yapar gibi), güzel bir müzik eşliğinde beni kocama yakınlaştıran her bir kilometrenin tadını çıkardım. (Dönüş bunun tam tersi oldu haliyle). Bu fotoğraf üstte duran raftan yansıyan beni ve yayılışımı gösteriyor.

Tren Eskişehir'e rötarla geldi, İstanbul'a da. İstanbul'daki rötarı 2 saati buldu. Sürekli rötar oluyorsa, bu gecikme rötar olmaktan çıkıp, normal varış saati haline gelecek kadar rutin oluyorsa neden varış saatini ısrarla 16:38 yazarlar anlamam. Biz de ona göre ayarlayalım kendimizi de belki bu sefer rötar olmaz diye umutlanmayalım.

Bostancı'da inip kendimizi bir taksiye attık. Bahçenin yeri bilmeyenler için tam bir muamma. Bu sefer ilginç bir şoförümüz vardı. Bütün konuşmayıp dili şişenlerden diyeceğim ama muhtemelen sürekli konuşuyordur. Dikkatsiz kullanışı da cabası, az kaldı bir ara duran bir arabaya geçiriyorduk da son anda toparladı. Bir de yer tarifini bir türlü anlamadı. Hocayı aradık, kendisiyle konuşturduk ama yine anlamadı. Çamlıca sapağına giriyorsun ama yoncanın hemen dibinde bahçeyi görüyorsun dedik ama o çamlıcada otobana gireceğim ona göre parasını alırım şimdiden söyleyeyim dedi. Fesupanallah dedik, konuşması bitmedi bir türlü, kafam şişti iyice. Kocam garibim eşlik etmeyi denedi ama adam tamamen kendi dünyasında konulup durdu. En komiği de adamın herkes İstanbul'a geliyor diye şikayet etmesiydi, kendisi de Sivas'tan gelmiş oysa ki. Yolda feci bir tıkanıklığa denk geldik. Oradan buraya buradan şuraya derken Ataşehir civarında kendimizi taksiden attık ve bahçenin yerini bile bir taksi çağırdık. (Telefon numarasını saklamışım iyi ki). Bize gelen taksiye 2-3 kişi binmeye kalktı, hepsini bertaraf ederek atladık ve bahçeye gidebildik. Anladım ki İstanbul'da taksi şoförlerinin para kazanmaması mümkün değil, etrafta boş taksi yoktu neredeyse.

Cumartesi çalışmak ve bahçeyi gezmekle geçti. Daha önce bir ara bahçede içinde hindilerin, tavuk ve horozların, tavuskuşlarının ve güvercinlerin bulunduğu bir kümesin olduğunu yazmıştım. Bu tavuskuşları sağolsunlar kümesin dışına uçup dolanıyorlarmış. Kümes dediğim etrafı telle çevrili kocaman bir alan. Üstü açık olunca bunlar da çıkıp çıkıp yeni ekilen bitkilerin tadına bakıyorlarmış. Bir tanesini takip ettim fotoğrafını çektim. Ben bir ara uzaklaştığımda içeri girivermiş bile.

Akşam işi biraz erken bitirmeye çalışıp İkea'ya gitmek istedim. Daha önce 2005'te yine bir kongre için geldiğimde oda arkadaşımla gitmiştik. Tadı damağımızda kalmıştı. Ama bu sefer nedense o kadar güzel gelmedi bana. Kısa sürede gezdik bitirdik. Yandaki Meydan alışveriş merkezine de uğradık. Zaten yağmur başladığı için feci bir taksi bekleme kuyruğu vardı ve hiç taksi yoktu, istesek de geri dönemezdik. Meydan'ı sevmedim ben. Mağaza sayısı az, bir de mağazadan çıkınca ıslanma, önünü kapama, yenisine girince tekrar soyunma vs. sevmedim işte. Orada da fazla kalmayıp misafirhaneye geri döndük.

Pazar günü de erkenden yola çıkış, Bostancı'ya gidiş, trene biniş, Eskişehir'e 10 dakika, Ankara'ya 1 saat kadar rötarla geliş. Neyse ki haftasonu çabuk gelecek ve Bayram tatilinde 9 gün kadar evimde olacağım :)

Aşağıya bahçeden fotoğraflar koyuyorum. Her mevsimde ayrı güzel. Alttaki ilk fotoda lütfen çimlere basınız yazıyor bu arada, dikkatinizi çekerim.


30 Kasım 2008 Pazar

I am back baby

3 günlük bir ayrılıktan sonra döndüm. İstanbul trafiği, taksi şoförleri hakkında çok güzel izlenimler edindim. Fırtına olacak, kar yağacak denirken güneşli bir İstanbul'la karşılaştım (bir ara yağmur yağdı ama olsun), bu sabah biz ayrılırken bize inat mıdır nedir çok güzeldi hava. Fotoğrafları aktarınca ve biraz dinlenince detaylı bir yazı yazarım. Şimdilik bu kadar.

Ha, bu arada, unutkanlığımın nedenlerinden birini buldum (kronik yorgunluk, pek çok işi aynı anda yapmaya çalışma haricinde). Masamda hep her gün için üzerine notlar alınabilecek büyüklükte bölmeleri olan bir takvimim olurdu benim. Oraya yapacaklarımı vs hep not alırdım. Sınav şu gün şu saatte, o gün şuraya gidilecek vs. Bu sene bir türlü istediğim gibi bir takvim bulamadım ve hiçbir şey yazamadım. Bu da kafamın dağınıklığına katkı yaptı sanıyorum. Uyuz cadının şu yazısındaki kedili takvime ve verdiği linkteki diğerlerine bayıldım. 2009 için istediğim gibi bir takvim alacağım. Hatta eve de almalıyım. Böylece 2009'a yepyeni bir ferulago olarak girebilirim. :)

28 Kasım 2008 Cuma

Dayanamadım yazıyorum

Aslında yola çıkmadan önce birşey yazmayacaktım, yorum yapılırsa onaylayamam düşüncesiyle ama dayanamadım. Gazetede Sertab Erener'in "Hadise Eurovision'da Hadise olabilir" beyanatını okudum. Sertab Erener'i çok severdim. Sakin Ol'dan başlayarak tüm albümleri var bende diyebilmek isterdim ama son 2 albümünü almadım (belki de 3). Çok iyi bir ses ama özellikle Eurovision'dan sonra değiştiğini düşünüyorum. O Eurovision yarışmasını seyredememiş olmaya hala üzülürüm. Japonya'da kaldığım 3 ay içerisine denk gelmişti ve bir pazar günü olmuştu yarışma. Saat farkı nedeniyle zaten denk gelir miydi bilmiyorum ama çalıştığım laboratuarda pazar günleri çalışılmadığı için lab.a girip canlı sunan bir internet sitesi arama fırsatım olmamıştı. Kaldığım yerdeki televizyon da sadece Japon kanallarını gösteriyordu. Japonca bilmeyen biri için Japon kanallarını seyretmek süper oluyor. Bir keresinde zerre kadar anlamadığım duygusal bir film seyretmiş ve yine de ağlayabilmeyi başarmıştım. Eurovision'da birinci olduğumuzu ancak ertesi sabah internette gazetelere baktığımda görmüştüm. Dediğim gibi, hala üzülür hayıflanırım. Ancak o birincilikten sonra Sertab'ın değiştiğini, biraz (bayağı aslında) havalara girdiğini düşünüyorum. Yaşamı, düşünceleri, Demir Demirkan'la birlikteliğinin mükemmelliği ve başka şarkıcılar hakkındaki yorumlarına bakıyorum da "ben oldum, harikayım" gibi bir havası var bence artık. O yüzden onu eskisi kadar sevemiyorum. Hele bir de Eurovision konusunda ona ve sevgilisine danışılmasına gıcık oluyorum iyiden iyiye. Geçen sene Mor ve Ötesi seçildiğinde, şarkının TRT-1'de sunulmasından sonra "şarkının sözlerini falan dinlemedik, iyice dinledikten sonra karar vereceğiz" gibi birşey söylemişti Demir Bey. Bence Deli şarkısı gayet güzeldi. Klasik bir Mor ve Ötesi şarkısı. Hala zevkle dinlerim. Cambaz veya Bir derdim var gitseydi keşke diye düşündüğüm de olmuştur ama gayet iyi bir şarkıydı. Yarışma gruba bir şey kaybettirdi mi peki? Hayır, bence bilakis daha fazla tanındılar. Kocam mesela bu şarkıdan sonra bayıldı gruba. 2008 elemesini ve yarışmasını da hop oturup hop kalkarak seyretmiştik. Şarkı bence çok başarılıydı. Bu sene ne olur bilmiyorum ama Sertab Hanım icazet verdiğine göre Hadise başarılı olacak. Üstelik buna daha ortada şarkı yokken karar vermiş, ne güzel. Şarkı önemli değil madem, neye göre geçen sene o yorumu yaptınız o zaman ey muhteşem ikili.

Artık bıraksınlar her yarışma öncesi onların görüşünü almayı. Tamam, büyük bir gurur yaşattılar bize, sağolsunlar, varolsunlar ama şimdiki ortamda, Balkan ülkeleri bu kadar bölünmüş ve birbirine oy verirken katılsalardı yine birinci olabilirler miydi? Ahkam kecesekler madem, bari biraz daha mutevazı şekilde yapsalar. Neyse, İstanbul dönüşü görüşmek üzere.

27 Kasım 2008 Perşembe

Bu diyet manyak etti beni

Diyete girdikten sonra sağlık manyağı oldum hafiften. Uyuz cadı bir ara yazmıştı ona buna karışan insanlarla ilgili bir yazısında. Hangisindeydi hatırlayamadığım için link veremiyorum. Ben de biraz etraftakilere öğütler veren sağlık takıntılı birine dönüşmeye başlıyorum galiba, bir an önce önlem almalıyım. Nasıl zayıfladın diye soranlara 6 öğün yemenin nimetlerinden, tatlı, çikolata, abur cubur yemek yerine çantada ceviz, badem, kuru kayısı bulundurup bunları tüketmenin daha iyi olacağından bahsediyorum. Gerçi çok yakın çevreme yapıyorum bunu, daha kitlelere yayılmadım ama kendime hakim olmalıyım, herkesin kendi seçimi. Kuru baklava yemesen iyi olur diyen birine kötü kötü bakmıyor muydum ben de zamanında.

Sevdiğim bir yanı da var ama bu durumun. Sokakta yürürken, alışveriş merkezindeyken onu bunu yiyen biraz tombik bir kadın gördüğümde "napmışsın abla sen kendine böyle, hala da yiyorsun, bırak yeme" diyorum. Telepatik yeteneği yoksa eğer beni duyamıyor ve yemeye devam ediyor haliyle. Bundan 3 ay önce ben de öyleydim diyerek gurur duyuyorum kendimle. Ve kilo veremiyorum bir türlü diyen kimseye de inanmıyorum artık. Veriliyor işte kardeşim, boğazı biraz tutmak lazım, doğru beslenmek lazım. Kahve içmeye gidildiğinde içine krema koydurmamak lazım. Bunları yapabildiğim için çok mutluyum. 6 kilo verdim ama yağ oranımdaki azalma ve kas kitlemdeki artışa (daha da önemlisi çevremdekilerin gözlemine) göre daha fazla vermiş gibiyim.

Bunu buraya yazdım çünkü ileride hamilelik, doğum, emzirme nedeniyle kilo alır da veremez ve veremediğim için de kendime bahaneler uydurursam hemen dönüp bu yazıyı okuyacağım. Veriliyor işte kardeşim, yeter ki boğazını tut biraz.

:)

26 Kasım 2008 Çarşamba

Yine mi Angie

Az önce radyoda bir dedikodu haberi verdiler, bu haftasonu yapılacak bir ödül töreninin kırmızı halı görüntüleriyle doğrulanabilirmiş. Dedikodu şu: Angelina Jolie tekrar hamileymiş. Radyodaki kız "Yok artık diyebilirsiniz ama 3 aylık hamile olduğu söyleniyor" dediği sırada ben cidden de yok artık demiştim. Daha ikizleri yaşına girmedi, kadın tam bir kuluçka makinesi gibi. Demek Brad Pitt üstüne ceketini atsa hamile kalıyor kadın. Ben daha bir taneyi becerememişken elalem futbol takımına doğru ilerliyor maşallah.

Gerçi bir yandan da takdirle karşılıyorum eğer haber doğruysa. Kadını cesareti için kutlamalı herşeyden önce. Bir de bu kadar güzel bir anne-baba genlerini mümkün olduğunca yaymalı, daha çok çocuk yapmalı. İlk biyolojik kızlarına hayranım mesela, o ne tatlı şey öyle maaşallah. Nasıl olsa bakma-büyütme problemleri yok, ben olsam ben de doğururdum.

Diyet haberlerine devam

Sabah olağan diyetisyen randevuma gittim. Bu hafta pek umudum yoktu aslında, geçen haftadan farklı hissetmiyordum kendimi. Hatta bacağım nedeniyle genelde oturup kaldığım için hareketsizlik nedeniyle de kilo vermemiş, hatta almış olduğumu düşünüyordum (1-2 parça bitter çikolata da yedim itiraf ediyorum). Geçen hafta aynı kiloda kalmıştım ama 1 kg yağ kaybettiğim ortaya çıkmıştı. Bu sefer 500 g kaybetmişim, yani 1 haftalık hedefe ulaşmışım. Demek biraz daha hareketli olabilseydim daha fazla gidecekti. Buna da şükür. Gram bazında konuşunca az gibi gelitor insana ama bu son verdiğim 500 g ile ilk 3 aylık hedefimiz olan toplam 6 kg'ı kaybetmeyi başarmış oldum. Darısı diğer 3 aya artık. Çok mutluyum.

Diyetisyen dönüşünde yapılması gereken işlerimi halledeyim, fakülteye öyle gideyim demiştim. Yapacaklar birikince hiçbirini unutmamak için liste yazmıştım. Ne çare ki listeyi fakültedeki odamda unuttum. Sabah evden çıkmadan bir tane daha yazdım, çantama koydum ama daha sonra bulamadım (unutkanlık hala son sürat). Aklımda kalanları sırayla yapmak için Kızılay'da dört döndüm. Unuttuğum birşey olmadı sanıyorum. İki kez yazınca aklıma girmiş iyice demek ki. Okulda da yazarak çalışırdım hep (hala da öyle).

Sakarya'dan geçerken çiçekçilerde Nergis gördüm. Çıkmışlar yine ne güzel, bayılıyorum kokularına. Hemen aldım bir demet, şu anda masamda, pet şişeyi keserek az önce oluşturduğum vazo müsveddesinin içinde duruyorlar. Garipler susuz kaldı yaklaşık 2 saat boyunca benimle gezip durmaktan. Hava da feci sıcaktı şanslarına. Resimlerini çektim, akşam eve gidince eklerim sayfaya.

Bekle beni İstanbul ve garip bir hikaye

Haftasonu İstanbul'a gidiyorum. Ekim ayında kongre için geldiğim güneşli sıcak İstanbul'dan sonra bu sefer de yağmurlu, soğuk bir İstanbul göreceğim galiba. Gerçi benim için İstanbul genellikle NGBB ile sınırlı, çok kısa süre kalacağım için geçen seferki gibi gezme tozma olmayacak. Olsun, bahçedeki değişiklikleri görmek bile güzel. Bu dönemde hangi bitkiler çıkmış, neler var neler yok görmek lazım. Bu nedenle internet erişimim olmayacak, yazamayacağım, yazılanları okuyamayacağım. Ama hava müsaade ederse eğer güzel fotoğraflarla geri dönmeyi planlıyorum, döndükten sonra sizlerle paylaşırım.

Kocam da bana eşlik edecek sağolsun. Trenle Eskişehir'den alacağım onu ve yolumuza devam edeceğiz. Dönüş de yine aynı şekilde. Ne zaman bu şekilde trende buluşsak aklıma kocamla trende karşılaştığımız bir olay gelir, şimdi buraya yazmasam olmaz. Kocamın askerlik yaptığı dönemdeydi. Bir cuma gün nöbet sonrasıydı sanırım, Ankara'ya gelmişti ve Eskişehir'e birlikte dönecektik. Tren Polatlı'da durduğunda bir çift ve minik kızları bindi. Adam kesin oradan görevli bir subay, saç tıraşından anladık. Karısını ve kızını Eskişehir'e yolluyormuş. Ön sıramızdaki tekli koltuğun üzerindeki rafa bavulu yerleştirdi, karısı ve kızıyla vedalaştı ve trenden indi. Kadın ve kızı tren istasyondan uzaklaşana kadar tekli koltuktaki yerlerine oturmadan babaya el salladılar. Ne dokunaklı bir sahne değil mi. Buraya kadar normal. Sonra kadın tekli koltuğa hiç oturmadan bizim önümüzdeki ikili koltuğa oturdu. Bu da normal, tren boştu, kızıyla daha rahat oturmak isteyebilir, buraya kadar da normal. Anormal olansa az sonra olacaklar. Cep telefonuyla birini aradı ve az sonra yine kulağı cep telefonuna yapışık halde biri geldi ve kadının yanına oturdu. Öpüştüler vs. Biz arkada pür dikkat olayı izliyoruz. Kocam hemen çaktı olayı, var birşey dedi ama ben inkar durumundayım nedense. Ne bileyim, ağbisi olabilir, bir akrabası olabilir, babayla arası bozuktur mesela, olamaz mı. Hikaye yazıyorum elaleme. Ama az sonra ben de itirazı bıraktım. O kadın ben olsam ve ağbimle tren yolculuğu yapıyor olsam herhalde minik kızım pencereden dışarı bakarken fırsat kollayıp adamı şapır şupur (yanaklarından) öpmezdim. Ya da ben o adam olsam yine minik kızın pencereden bakmasını fırsat bilerek kadının saçlarını koklamazdım (yoksa kadın mı kokluyordu, neyse ne fark eder). Kocamla yol boyunca ağzımız açık önümüzdeki çifti seyrettik. Be kadın, yanındaki çocuktan da mı korkmazsın, o çocuk babasına bilmemne amcayı gördük demez mi? Tanıdık biri demek ki. Eskişehir'e geldiğimizde birlikte indiler trenden ve uzaklaştılar. Biz de kadının kocasına acıdık arkalarından bakarken.

Tamam bizim üstümüze vazife değil elbette, kim ne isterse yapar bize ne ama yine de şaşırdık işte. Belki de günahlarını aldık, kimbilir bambaşka bir durum vardı ortada, belki kadının eski kocasıydı, çocuğu ziyarete getirmişti ve yeni kocasıyla veya sevgilisiyle geri dönüyordu ne bileyim.

İşte bu sefer de ben Eskişehir'de sevgilimle buluşacağım ve biz yine bu olayı hatırlayacağız.

İlkaycığım, size uğrayamacağız, nolur kızma. Aslında uğrayacaktık, hatta kocam "İlkay hamile hamile hizmet mi edecek sana saçmalama" diye kızmıştı bana da, pazar öğlene doğru evde olursanız eğer sürpriz bir ziyaret yapalım o zaman demiştik, böylece bana bezelye, nohut hazırlama fırsatın olmayacaktı. Ama dün yazdığın yazıyı okuyup 3 gün dinlenmen gerektiğini görünce sizi rahatsız etmemek için biletleri değiştirip pazar sabah erkene aldık. Bir sonraki sefere oğlunu kucaklamaya geliriz artık :)


Tren yazımı en bilinen ekspreslerden biri olan Hogwarts Express'in Lego oyuncağıyla bitiriyorum. Tren resmi ararken buldum bunu, bayıldım. Türkiye'de var mı acaba? Olsa da oynasam (yaş sınırını birazcık aşıyorum ama olsun) :)

25 Kasım 2008 Salı

Bazen istiyorum ki...

Çizgi filmlerde çocuklarda iyiliğin kötülüğe karşı üstünlüğü kavramının gelişmesi için hep iyiler kazanır ya, ben bazen kötüler de kazansın istiyorum. Hepsinde değil, He-Man'de mesela. İskeletor garibim ne yaparsa yapsın Prens Adam nam-ı diğer He-Man planlarını hep bozar ve kötülük her zaman iyilik karşısında kaybetmeye mahkumdur. Ben çok acırdım bu İskeletor'a ve arada sırada da kazanmasını isterdim. Aslında iyilerin arada sırada kaybetmesi belki de çocuklar için daha gerçekçi olacaktır. Ne de olsa hayat da böyle değil mi, iyi olsak da, iyilik yapsak da bunun cezasını çekmiyor muyuz bazen?

Merak ediyorum

Bu yazı biraz özel olacak, o yüzden detay veremeyeceğim kusura bakmayın. Sadece biraz içimi dökmek istedim, kimbilir belki de silerim bunu bir süre sonra.

Dünden beri kafamda bir (daha doğrusu birbiriyle bağlantılı birçok) soru: Aşk neden biter, bitince ne olur? Yeni bir hayata başlamak bu kadar kolay mı? Yeni bir aşk eskisini hükümsüz kılıyor elbette ama ya yaşananlar, paylaşılanlar bu kadar çabuk mu unutuluyor? Kendini bildin bileli biriyle geçirilen hayat nasıl oluyor da bir kalemde silinip bir başkasıyla farklı şekilde geçirilmeye başlanıyor? Bu kadar kolay mı? Kimin için kolay?

Şu aşk çok karmaşık birşey ve hayatın neler getireceğini bilmek mümkün değil. Bundan birkaç yıl öncesine geri dönüp bugünleri tahmin etmeye çalışsak bu yaşananlar insanın aklına gelir miydi? Biten bir aşkın farklı sonuçları çıkıyor ortaya yavaş yavaş ve ben sanki biten aşk bana aitmiş gibi sinir içindeyim, üzgünüm. Empati kurmaya çalışıyorum ve şimdiye kadar da yapabildiğimi sanıyorum ama artık olmuyor. Geçmişi düşünüyorum, şu anki duruma bakıyorum, geleceği hayal etmeye çalışıyorum ve nedense benim canım yanıyor.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Dalya


Ben de dalya dedim. 100. yazımı yazıyorum. Blog dünyasına adım atışım İlkay'ın kocasının yolladığı bir maille başlamıştı. İlkay blog tutuyor, adresi de bu demişti. O günden beri her gün hatta günde birkaç kez meripoint'e bakar oldum. Uzaklarda olan arkadaşımın hayatından kesitlere tanık oldum, hüzünlerini, mutluluklarını ben de yaşadım, bilmediğim yönlerini keşfettim, hepsi de çok hoşuma gitti. Sonra takip ettiğim diğer bloglar geldi, hiç tanımadığım insanlardan bir çok şey öğrenmeye başladım. Bu arada ben de yazdım, hislerimi, düşüncelerimi, yaşadıklarımı ve aptallıklarımı önce kendimle sonra da başkalarıyla paylaşmaya başladım. Okur kitlem önce sadece İlkay, kocam ve bazen fakültedeki oda arkadaşımken derken başkaları da oldu. Derken blogsuz yapamaz oldum. Kapatıldığında kendimi çok kötü hissettim. Bu dijital günlük işini çok sevdim ben. Facebook çılgınlığı gibi zamanla azalmaz diye umuyorum. Mümkün olduğunca yazmak, yazıp geriye döndükçe hayatımdaki değişiklikleri görmek istiyorum. Daha nice yüzlere...

Unutkanlığa devam + öğretmenler günü kutlaması

Unutkanlığa son sürat devam ediyorum. Düzelmeyi umarken cuma günü bir darbe daha indirdim kendime, bravo bana. Yola çıkmak için apar topar hazırlandım, annem-babam sağolsun beni almaya gelip çantalarımı getirdiler ve AŞTİ'ye doğru yola çıktık. Biletimi genelde internet üzerinde ayırtırım/alırım. Bu sefer biletimi otobüs şirketinden kazandığım puanlarla alacaktım, benim gibi sürekli yolculuk yapanlar için harikulade bir uygulama, kartlığımda taşıdığım kamil koç kartıyla biletimi aldım, otobüsün yanına gittim, çantaları yerleştirdim ve o anda nedense aklıma cüzdanıma bakmak geldi. Koca bavulumun içinde cüzdanımı aradım, taradım yok. O göze bak, bu göze bak yok işte. Çıkmadan önce gördüm, başka bir yerde unutmuş olamam, yolda çantam kapalıydı ve arabayla geldik, çaldırmış olamam. Fakültede unutmuş olmalıyım, hatta yerini bile biliyorum aslında. 10 yıl kadar önce o zaman odam laboratuarın orada bir yerdeyken ve ben de 10-15 adım ilerideyken çantam açılıp cüzdanım çalınmıştı. O aralar zaten 1-2 ayda bir birinin canı yanardı, yıllardır bulunmamıştı kimin yaptığı. Gerçi diğerlerinin cüzdanı Kızılay'daki bir pasajda bulunuyordu ama benimkinden ses çıkmadı. Karakola gidip cüzdanım çalındı dediğimde "ee, neden geldiniz" gibi anlamlı bir soru sorup benim ısrarımla tutanak tutmuşlardı. Kartlarım, kimliklerim, az bir miktar param gitmişti. Ben kapattırana kadar kredi kartımla bir ganyan bayiinden para çekmişler. 80 TL idi ama o zamana göre iyi para. Neyseki ödemememiştim vs. O günden beri kolumda asılı bir freebag ile dolaşırım, cüzdanımı, telefonlarımı içine koyarım, o olmadan kendimi çıplak gibi hissederim. Herkes alıştı bu halime, eskiden dışarı mı çıkıyorsun diye sorarlardı. Tabii beni tanımıyorlar, minicik freebag'e bavul çantamdaki neyi sığdırabilirim ki?

Neyse, en sık yaptığım cüzdanımı arka gözde unutup çıkmak. Genelde durağa gittiğimde aklıma gelir ve yol yakınken dönüp alırım. Bu sefer ise yol yakın olsa bile zaman yok. Otobüs 15 dakika sonra kalkacak, yetişmeme imkan yok. Bırakıp gitsem otobüs kaçacak, rahat hatta tekli koltuk bulmuşum kendime, üstelik de puanla almışım bileti, yakmak işime gelmez. Cüzdanın orada olduğundan da eminim (emin gibiyim ama yine de içimde ne olur ne olmaz hissi var). Annem imdadıma yetişti, fakülteye gidip orada mı değil mi diye baktılar. Biz bu arada yola çıktık ve ben telefon gelene kadar bir miktar kendi kendimi yedim. Neyse ki rahat hatta gidiyordum, cep telefonları açıktı, kredi kartlarını iptal ettirmek için orayı burayı arayabilirdim ama otobüste konuşmayı çok sevmem, etrafı rahatsız ettiğimi düşünürüm, fısıltıyla konuşsam da olmaz offffffffff. sonraki 20-25 yolda anlamsızca etrafa bakarken annemin telefonuyla içime su serpildi. Cüzdanımı elleriyle koymuş gibi bulmuşlar :) Hafifçe oh çekerek yolculuğumun geri kalanını huzur içinde geçirdim. Yanımda annemin verdiği bir miktar para, kimlik olarak ise evlilik cüzdanı, bu haftasonu kocamın cüzdanına sığındım anlayacağınız...

Yazımın sonunda öğretmenler günü için de iki kelam yazayım. Annem emekli ilkokul öğretmenidir, hatta 1 yıl benim de öğretmenliğimi yapmıştır. Annenizin öğretmeniniz olması kadar talihsiz birşey olamaz hayatta. Hiçbir öğrencisine fiske vurmayan bu kadın bana bir tokat atmıştı zamanında. Sıkıysa velimi gönderip şikayet edeyim, kimi kime şikayet edeceksin? Hak etmiştim gerçi, normalde şımarık bir öğrenci değildim, öğretmenin kızıyım diye havam yoktur ama bir gün çıldırtmışım kadıncağızı, dayanamamış. Çok akıllıca bir taktik üstelik. Diğerlerine ibret oldum ama boş yere ibret oldum, dediğim gibi kimseye fiske vurmadı annem. Hatta aşı zamanında da ilk aşıyı ben olurdum. Sıranın arkalarından bulur beni en öne getirir, şak diye vurdurturdu iğneyi. Arkada saklanmaya çalışanlar da "kendi kızı bile kaçamadı, çaresiz aşı olacağız" diye direnmekten vazgeçerlerdi. Akıllı kadın. Öğrencileri o kadar severdi ki onu sallanan dişlerini bile anneme çektirirlerdi. Evde bağırış çağırış annelerine dokundurtmayan mini mini çocuklar nasıl bir sevgi bağı varsa öğretmenleriyle aralarında okula gelip anneme çektirirlerdi dişlerini. Gözlerim doldu bak yazarken. İşte bu kadının öğretmenler gününü kutluyorum. Hem çok iyi bir öğretmen olduğu için, hem de benim öğretmenim olduğu için iki kez. Öğretmenler günün kutlu olsun öğretmenim.

23 Kasım 2008 Pazar

Hiç o kadar korkmamıştım

Geçen sene başıma gelen bir şeyi yazacağım bugün. Nedense dün aklıma geliverdi birden bire. Madem kendime günlük olsun diye de yazıyorum bu blogu, bunu da yazayım ki ileride geri dönüp okuduğumda "aaa böyle bir şey olmuştu evet" diyebileyim.

Geçen sene Eylül ayında (o zamanlar) Kıbrıs'ta yaşayan ağabeyim iş gereği Ankara'ya geleceğini söyledi. Uçuş numarası, geliş saati öğrenildi. Havaş'ın servisi bizim fakülteye yakındır, orada karşılayacaktım onu. Okulda nedense kimseler yoktu, izin döneminin sonuydu galiba, bir tek hocam vardı. Ona da durumu anlatıp ağabeyimi (ay dayanamayacağım ağabey yazmaya) ağbimi karşılamaya gideceğimi söyledim. Sonra dedim ki kendi kendime, "uzun zamandır gelememişti Türkiye'ye, haydi git süpriz yap, havaalanında karşıla onu. Kapıdan çıkıp da seni görünce şaşırsın." Yetişmek için apar topar çıktım okuldan, son hızla gittim. Yürüdüm mü taksiye mi bindim hatırlamıyorum ama herhalde yürümüşümdür (hafıza zayıflamaya başlamış bile, yazdığım iyi olmuş). Baktım kalkmak üzere olan bir otobüs, hemen bineyim dedim. Bir sonraki 15 dakika-yarım saat arasında bir süre sonra kalkacaktı (bu da gitmiş hafızadan). Amma velakin otobüste yer yokmuş. Ben de binmezsem geç kalacağım (uçağın zamanında geleceğini varsayarsak). Yüzümdeki acılı ifadeyi gören şoför hostes koltuğunda oturmayı kabul edersem beni alabileceklerini söyledi ben de hiç ikiletmeden hemen kuruldum koltuğa. Oh ne rahat, en önde etrafa baka baka gidiyorum. Telefonları hemen kapadım tabii. Elektronik aksama zarar vermesin diye hemen kapatırım. Ama mutlaka içeride kapatmayan 1-2 sığırcık olur. Gıcık olur o gün işleri rast gitmesin diye beddua ederim (Beddua etmeyi hiç sevmem, edilmesini de istemem, en kötü bedduam budur. Şu andan itibaren 24 saat süreyle işin rast gitmesin derim, ne de olsa benim canımı tehlikeye atıyor, bu kadar ağır bir bedduayı hak etti. Ama hayati önem taşıyan birşey de olmasın). Neyse, dağıtmayayım konuyu. Gayet güzel gidiyoruz. Ben yaklaşık 2 yıl sonra ağbimi görecek olmanın sevinciyle içim kıpır kıpır sürekli saatime ve etrafa bakınıyorum. Önde bir de ekran da hatta, otobüsün orasını burasının kamera görüntülerini şoföre gösteriyor. Pursaklar'a gelmeden biraz önceydi sanırım, şoför telefonunu açtı bir yeri aradı. Dedi ki "Bagajdan bir uyarı geliyor. Denedim ama durmuyor, tekrar uyarı veriyor. Cep telefonu olabilir belki". Hakikaten de bir şeylere basıyor, orayı burayı kurcalıyor, kamera görüntülerine bakıyor ama bagajın içini gösteren yok tabii. Aklımdan o anda geçenler aynen şunlar: (Etrafta oraya buraya bomba koyma paranoyası da var, hayalgücüm sınır tanımadı haliyle). Şoför herhalde girişteki güvenliği aradı. Bagajda bir şey varmış, Cep telefonu olabilirmiş ama öyle olsa güvenliği arar mıydı? Acaba karşıdakiler ne dedi. Gerçi adam rahat da görünüyor ama ya bomba varsa. Cep telefonunun bagajda ne işi olur ki? Olsa da açık mı olur? Başka bir cihaz mı var acaba? Yoksa bomba mı? Uçağa mı bomba koyacaklar yoksa otobüse mi? İntihar bombacısı mı var yoksa otobüste?

Bunların hemen akabinde otobüste bomba olduğuna kendimi ikna ettikten sonra ne zaman patlayacağı konusuna geçtim:

Hemen mi? Yoksa havaalanında mı? Güvenlik acaba girişte bizi durdurup hemen aramaya mı başlayacak? Patlarsa ne olacak? Ne zaman olacak? Demek ölmeye gitmek böyle birşeymiş.

Sonra da geride kalanlar aklıma geldi tabii ki:

Acaba bir sonraki otobüsü mü bekleseydim? Ama ölüm çekiyor derler ya, öyle bir şey oldu demek ki, yoksa hostes koltuğuna neden oturtsunlar beni, kesin ecelim geldi ben de koşarak gittim. Kaderin önüne geçilmez napalım. İyi de kimseye haber veremedim ben. Kocam, annemler nerede olduğumu bilmiyor. Ben burada ölürsem bu otobüste olduğumu öğrenme şansları var mı? Cep telefonlarım kapalı. Şimdi açıp konuşamam da. Kocama son bir kez seni seviyorum demeden mi öleceğim? Ya annemler, mahvolurlar bunu duyunca. Peki ya araba taksitleri ne olacak? Ben ölünce kocam ödeyebilecek mi? Banka arabaya el mi koyar yoksa, daha yapacak işler de vardı, yarım kaldı hepsi.

Çok kötü bir his. Aklıma 11 Eylül'deki uçak yolcularının aileleriyle son kez konuşması geldi. Ne zor bir şey olmuştur kimbilir, hem arayan hem de aranan kişi için. Offf, içim sıkıldı, ben belki de konuşamayacağım bile. Dünya üzerinde nerede olduğumu bilen tek kişi hocam, o da sadece Havaş terminaline gittiğimi sanıyor, burada olduğumdan kimsenin haberi yok.

Pursaklar-havaalanı arası nasıl geçti anlatamam. O yol ne kadar uzun olabiliyormuş meğer (üstelik de alt geçitler vs. ile sürenin kısalmasına rağmen). Bu arada şoför hala normal görünüyor. Vay be diyorum adam ne kadar soğukkanlı, otobüste panik çıkmasın diye kendini zorluyor herhalde.

Neyse, girişe geldik, durduran olmadı. Demek ki içeride boşaltacaklar diyorum. Otobüs önce giden yolcu kapısına yanaşıyor. Çabuk inin diyorum içimden, ben de bir an önce atayım kendimi otobüsten. Ama ben de inemiyorum çünkü şoför gelen yolcu kapısına gideceğimi biliyor, otobüse binerken söylemiştim. Zaten hemen inersem de bombacının ben olduğumdan şüphelenir belki. İçim içimi yerken gelen yolcu kapısına yanaşıyoruz ve ben teşekkür edip atıyorum kendimi aşağıya. O halde bile kibarım.

Sonra ağbimin uçağının rötar yaptığını öğreniyorum. Beklemeye başlıyorum. Kocamı arayıp hemen soluk soluğa olan biteni anlatıyorum. O da bana haklı olarak "salak" diyor. Kendime derim ama başkasından duymayı hazetmem. Ama bu sefer o kadar yakıştı ki bu sıfat bana, sesimi çıkarmadım. Çok kızdı bana neden haber vermedim diye. Ya sana birşey olsaydı diye kızdı durdu. Ben olsam çok daha ağır şeyler söylerdim hatta. Ama o kadar apar topar bindim ki otobüse tamamen ecele gider gibi o kadar olur yani. Biraz da hayalgücümün etkisiyle böyle bir macera yaşadım ama olmayacak şey de değil.

Buradan sonra da bir hikaye var aslında ama yazmayacağım, o da bana kalsın. Sonra ağbim kapıdan çıktı ve herşeyi unuttum.

22 Kasım 2008 Cumartesi

Kocamla yemek yaptık

Geçen haftadan kalan noodle yapma planımızı dün akşam eve geldiğimizde gerçekleştirdik. 1 hafta beklememizin sebebi malzemelerin eksik olmasıydı. Kocam noodle yemeyi pek sever. Ankara'ya geldiğinde mutlaka Acity'deki Galga (moğol barbekü)'ya uğrarız. Eskişehir'de ise Yum Yum Noodle House imdadımıza yetişiyor. Fiyatları Ankara'ya kıyasla çok makul. Geçenlerde kocam kendimiz yapamaz mıyız bunu, yağını falana ona göre ayarlayalım diye sorunca hemen aklıma Real'de noodle bulabileceğimiz geldi. Migros'ta gördüğümü hatırlamıyorum çünkü. Hemen Real'e gidildi ve 2 paket noodle alındı. Kocamın istediği diğer malzemeleri de Eskişehir'de tamamlayacağımızı umduk ancak soya filizi bulamadık. O yüzden yine Ankara'dan getirmeye, getirene kadar da yemek planını ertelemeye karar verdik. O akşam Yum Yum imdadımıza yetişti tabii ki (ben yiyemiyorum diyet gereği, sadece seyirciyim). Bu hafta maalesef aramama rağmen soya filizi bulamadım ama diğer malzemeler tam olunca yine de yapmaya karar verdik. Brokkoli, havuç, kırmızı biber ve mantar ekledik, wokta az miktarda yağda kızarttık, sonra da önceden 5-6 dakika haşladığımız noodle'ı ekledik. Kocam acı biberini, baharatlarını kendine göre ayarladı. Tek hatamız şu oldu (bizden kaynaklanmıyor aslında), noodle paketinin üzerindeki tarifi yapalım dedik (aslında onu kes, bunu kavur, şunu ekle, yine kavur, tarife ne gerek). Tarifte bir yemek kaşığı sulandırılmış nişasta ekleyin diyordu. Maalesef ekledik ve wok tabanına yapışıp kaldılar. Bir daha koymayacağız. Soya sosunu da ekleyince harika bir yemek oldu.

Ne var yani, normal bir yemek işte, makarna yapmaktan ne farkı var, ya da bloga yazmaya değer mi diyebilirsiniz. Ama benim için büyük önemi var. Kocam çok fazla sebze yemeyi sevmez. Brokkolinin adını bile anmaz mesela ancak burada yediği noodle'ın içine koyduklarından tadına alıştı galiba ki brokkoli de alalım, koyalım içine dedi. Çok şaşırdım. Kocam + brokkoli= mission impossible? Olabiliyormuş demek ki. Kırmızı biber, mantar? Aman Allahım. Taze soğan eklemeyi unuttuğumuz yeni fark ettim. Onu da bu akşama yaparız artık.

İkinci önemi ise wokun başına kocamın geçmesiydi. Ben sadece sebzeleri soydum ve doğradım. İçine koyduğu eti o kızarttı, wokta sebzeleri yağda kavurdu, noodle ekledi, herşeyi o yaptı yani. Dedim ki bunu fotoğraflamalıyım. Özellikle de benim gibi Ege mutfağına, sebzenin her türüne düşkün biri için unutulmayacak bir andı bu. Keşke enginar yemeye de ikna edebilsem. (Not: Geçen haftadan beri hasretle beklediğimiz için porsiyon biraz büyük. Bir de ilk defa kendi evimizde dumanı tüten sıcak bir noodle yiyoruz, evden sipariş verdiklerimiz gelene kadar soğuyordu çünkü).