30 Ocak 2010 Cumartesi

Bu hafta kebap

Fakülteler açılmadan dinleneyim, kendime geleyim diye haftaya izin aldım, evimdeyim. 2 hafta sonra çok yoğun bir dönem başlayacak, bırak 1 hafta izin almayı, 1 gün bile izin alma imkanım olmayacak. İşte o yüzden haftaya evimle ilgileneceğim. Ne zamandır dikmediğim sümbül yumrularımı dikecek, uzun zamandır aklımda olan işlerin ucundan tutacak, kocama güzel güzel yemekler yapacak, belki de yıllardır bir kenarda duran ve en sonunda parçaları kaybolmasın bari diye puzzle halısı alıp içine sardığım puzzle'ı tamamlayacağım. Ya da bütün bunlara yine fırsat bulamayıp tarlamda çalışarak geçireceğim günlerimi. :)

Şimdilik önümde koskoca bir hafta var. Ama biliyorum ki çabucak geçiverecek.

28 Ocak 2010 Perşembe

Oldu mu şimdi?

Oldu mu ama saygıdeğer meteoroloji yetkilileri? Hani kar gidiyor yağmur geliyordu? O zaman dün akşamdan beri yağan ve her yeri kaplayan bu beyaz şey neyin nesi? Ben mi yanlış görüyorum yoksa? Akşam kocam dışarı bak diye mesaj attı. Adam temiz kalpli, malum oldu derken meğerse Galatasaray-Ankaragücü maçında görmüş kar yağdığını. Ben çarşamba akşamı klasik Ghost Whisper ağlamamı yaşıyorken maça bakmamıştım. O yüzden balkona çıkıp dışarıyı görünce şaştım kaldım. Yerler tutmuş, arabaların üstü örtülmüş, heryer bembeyaz.

Oldu mu ama şimdi? Bugün kocam gelecek Ankara'ya, planlarımız vardı, oraya buraya gidecektik. Soğuk neyse ama kar+soğuk=buzlanma planlarımızı oldukça bozacak. Biz işlerimizi halledip, gezip tozup evimize gittikten sonra yağsaydın olmaz mıydı?

27 Ocak 2010 Çarşamba

Sosyal içerik yapacağım

Dün facebook'ta bir arkadaşımın profilinin yanına yazdığı yazıyı gördüm. Direkt kopyalamayayım buraya, özetle Uludağ'ın çok soğuk olduğundan bahsetmiş. Ama kaydıkları için herşeye değermiş gibi birşey işte. Çoluk çocuk, arkadaşlar, onların çocukları vs. Uludağ'a tatile gitmişler. Her zaman her yerde birlikte olan güzel ve zengin bir grup. Bir yanda soğuktan donup ölenler, bir yandan üşüyen vücutlarını karlar üzerinde sıcak şarap içerek ısıtan elitler.

Zengin falan değilim (gönlüm zengin, bu sayılır mı?) ama kötü durumda da değilim. Ortalarda bir yerdeyim işte. Ama her iki ucu da görüyorum, şaşırıyorum. Bir kesim oldukça zengin, paraya başka birşey diyor ve herkesin istediği bir yaşam sürüyor. Onlara "paranız var ama harcamayın, gezmeyin, tozmayın" da denmez ki. Varsa harcayacak sonuçta, benim de olsa ben de harcarım. Onların da aklına geliyordur herhalde diğer kesimdeki yakacak birşey bulamayanlar, donarak ölenler. Kendilerince yardım da yapıyorlardır mutlaka. Ama nereye kadar yardım yapabilirsin ki. Eğitim ve işsizlik sorunu çözülmeden, bunların üstüne de 3 çocuk yapın tavsiyesi verilirken bu durum nasıl değişecek ki? Aslında bir çocuğa bile bakamayacak durumdaki bir ailenin 2-3 çocuk yaptığını görüyoruz. Televizyonlara çıkıp "yakacak kömürümüz yok" diye boş sobalarını gösteriyorlar kocalarının işsiz olduğunu söylüyorlar. Hatta "geçen sene belediye kömür yardımı yaptı, o zaman seçim vardı tabii, bu sene yardım alamadık" diyenler de var.

Sonuç olarak herşeyin başı eğitim ve işsizlik sorunun çözülmesi. Daha çok var ama en önemlileri bence bunlar. Gerçi diyeceksiniz, "iyi bir eğitim herşeyi çözer mi, hayat şartlarını iyileştirir mi?" İyi bir eğitim aldım, iyi bir üniversite (ve bölümü) bitirdim, üstüne bir de yüksek lisans-doktora yaptım ama bazı devlet kuruluşlarındaki çaycılar benden fazla kazanıyor. Ama yine de iyi bir eğitim sonraki yaşam koşullarını iyileştirmek için en büyük şans ve araç.

Bunlar nasıl değişir, düzelir bilmiyorum ama iki kesim arasındaki uçurum gittikçe açılıyor, kesin olan bu.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Uzun yazamayacağım

Aslında uzun uzun yazacak, ballandırarak anlatacak, hatta "inşaata başlayacağım " gerzek esprisini yapacaktım ama keyfim kaçtı.

Sol böbreğimde 2 mm kristaloid çıktı. Bildiğiniz kum. Bol su içiyorum, başka da yapacak bir şeyim yok.

Şekerim hala suskun. Sol ayağında bir problem olduğunu keşfettik, rahat kullanamıyor hayvan, bir yere konarken falan dengesi bozuluyor. Üzülüyorum onu öyle gördükçe. Demek bize küsmemiş, ya da küstükten sonra ayağında sorun çıktı, bilemiyorum.

Kıtır' ilk kez topuna koyduk, gücü yettiğince gezdi evde. Çok yorulmuş garibim, sonrasında yattı durdu.

Şeker diye üzülürken az önce Çıtçıt'ın ölüm haberini aldım. Cuma akşamı bir kazaya kurban gitmiş yavrum. Detay vermeyeyim, üzgünüz kısacası. İyi yaşadı yine de. O yamuk kanatla belki de çoktan ölür giderdi diğer kuşların yanında. İyi yaşadı, çok sevildi. Şimdi Şeker mahsun biz mahsun.

Çok soğuk. Allah dışarıda çalışmak zorunda olanların, dışarıda kalanların, yakacağı olmayanların yardımcısı olsun. Masa başındaki işinizden sıkıldığınızda yazın sıcağında kışın soğuğunda dışarıda milli piyango bileti satmaya çalışan kişileri getirin gözünüzün önüne. Benim her denk geldiğimde bilet aldığım yaşlı bir amca var. O aklıma gelir hep. Halimize şükredelim.

Gittim ben. Dedim ya, keyfim yok.

21 Ocak 2010 Perşembe

Her gün olsun her gün izlerim

Hep yabancı filmleri yazıyorum, Türk filmlerinden nadiren bahsediyorum, farkındayım. Fazla Türk filmine gitmediğim için herhalde ama televizyonda her gösterildiğinde işimi gücümü bırakıp seyrettiğim 2 tane film var, bugün onlardan bahsetmek istedim.

Filmlerin ilki Şabaniye. Bayılıyorum bu filme. Koskoca adamı kadın diye yutturuyorlar, herkesin yutması yetmiyormuş gibi bir de iki adam aşık olup kendilerini paralıyor onun için. Aslında inanılır gibi değil ama bayılıyorum işte filme. Kemal Sunal'ın nasıl bir büyüsü varsa eline geçiriyor insanı zaten her zaman. Esas kız olarak (Şabaniye'yi saymazsak) Çiğdem Tunç oynuyor ve bence en güzel olduğu zamanlar. Balerinliği yeni bıraktığı, incecik, zarif olduğu yıllardan. Saçlar da simsiyah, upuzun. Dedim ya, her gün olsun, her gün izlerim.

İkinci film ise Şekerpare. İlyas Salman'ı pek fazla sevmem aslında ama bu filmde Şener Şen'e karşı "Şekerrpaaareeee" demesine bayılıyorum. Kadro iyi, film güzel, bu da her gün oynasın her gün seyredeyim. Bu arada film afişi ararken karşıma bir sürü şekerpare resmi çıktı. Nasıl da güzel görünüyorlar, olsa da yesek :)

Yabancı film yazmayacağım dedim ama dayanamayacağım. Az önce televizyonda reklamını gördüm çünkü, mutlaka yazmalıyım. Geçen sene otobüste bir film izlediğimden bahsetmiştim. "Eight below idi filmin ismi. Buradan o yazdığım yazıyı görebilirsiniz. İşte o filmi yarın akşam Fox TV saat 8'de veriyormuş. Belki seyretmek isteyeniniz olur.


Şekerim bana küsmüş

Şekerim bana küsmüş, hatta sadece bana değil anneme de küsmüş galiba. Şekeri tanıyorsunuz, muhabbet kuşlarımdan erkek olanı. Daha önce tanıştırmıştım sizi. İsteyenler yavrularım etiketi altındaki yazılara bakabilir, link vermiyorum ayrıca. Kafesten çıktığı an etrafta kamikaze uçuşu yapar gibi dolanan, es kaza elinize yiyecek bir şey aldığınızda (çekirdek, elma, ev yemeği, aklınıza ne gelirse), elinizde görmeyi bırak, paket açılma hışırtısını bile duyup uçup gelen,
mutfak tarafına yöneldiğinizde "ohhh, musluk altında bir duş alayım" diye peşinizden koşturan (koşturan? eheheh komik oldu) kuş bir süredir bunları yapmaz oldu. İşin kötüsü ben bunu geç farkettim. Bir süredir evde yapmam gereken bir sürü iş var ve kendimi odama kapatmam gerekiyor. O yüzden kuşlarla pek fazla ilgilenemiyorum. Hatta bir keresinde şeker uçarak bana gelirken kapıyı yüzüne kapattım ve unuttum gitti. Ama anlaşılan o unutmamış.

Geçen akşam bir de baktım ki kuş avizenin üstünde öylece oturuyor. Mutfağa gidiyorum orada, meyve alıp geliyorum yine orada, "Şekerim, tatlı kuşum gel" diyorum yine orada. Ele gelmiyor, kaçmayı veya kafese girmeyi tercih ediyor. Kafese girdiğinde de donuk, eskisi gibi bıcır bıcır öten, şımarıklıklar yapan kuş gitmiş, yerine donuk bir kuş gelmiş. Acaba hasta mı dedik ama değil. İnanmayacaksınız belki ama kuşun bakışları bile donuk. Nerden anlayacaksın demeyin, 6 yıllık kuşum o benim, anlıyorum işte.

İşte bu kuş bana küs, anneme küs. Sadece babama geliyor, kafasına konuyor o kadar. Eğer banamın dizine falan konarsa da kıçını dönüyor resmen. Kaç gündür böyle bilmiyorum. Dedim ya, ben odama kapanıp çalışıyordum. Maalesef annem de farketmeyince durum iyice kötülemiş. Son birkaç gündür kendimizi affettirmeye çalışıyoruz. Koskoca kadınlar yalvar yakar olduk minicik kuşun etrafında, şebeklikler yapıp gönlünü almaya çalışıyoruz. Ama yavaş yavaş işe yarıyor. Eski haline dönmeye başladı şekerim. Ama feci küsmüş belli. Haklı tabi kuş, cumaları giderken bile "ben gidiyorum, pazartesi akşamı döneceğim, kendinize iyi bakın vs." diye vedalaştığım kuşu (o da çok güzel dinlerdi hep, mutlaka izahat verirdim her seferinde) ihmal ettim, nasıl olsa evde birileri var diye vedalaşmayı unuttum ne zamandır. O da içlendi tabii.

Kıssadan hisse: Hayvan deyip geçmemeli, hadi kedi köpek neyse de, kuştur anlamaz hiç dememeli. Sonra minicik kuş maymun eder insanı :)

18 Ocak 2010 Pazartesi

Cep telefonundan tiksindim

Sabah rutin tren yolculuğumla geri dönmek için hızlı trene yerleştim. Biraz erken binmiştim, kalkma saatine yaklaşık 20 dakika vardı. Hemen arkamdan yandaki koltuklara bir kız geldi. Kulağında cep telefonu kulaklığı konuşup duruyordu. Tren kalkmadan yanımdaki koltuğa bir kız geldi, yerleşti oturdu. Meğer bu ikisi arkadaşmış, merhabalaşıp biraz konuştular, sonra diğer kız telefonla konuşmaya devam etti ve inene kadar konuştu. İnsan 1.5 saat boyunca kimle ne konuşur arkadaş? Ben seni dinlemek zorunda mıyım yol boyunca? Başka konuşanlar da var elbette. Herkes bağıra çağıra konuşuyor nedense. Ama yandaki kızınki acayip rahatsız ediciydi. Tünellerden geçiyoruz, telefonun çekmediği yerlerden geçiyoruz ama bu mütemadiyen konuşuyor. Bir ara acaba bir sorunu var da kendi kendine mi konuşuyor dedim ama bilmiyorum tabii. Neyse ki mp3 player vardı yanımda da konuşmasına fazla maruz kalmadım.

Millet olarak güzel bir şeyin b.kunu çıkarıyoruz, bunu bir kez daha anladım. Güzel bir iletişim aracını vücudumuzun bir parçası olarak kullanır olduk. Onsuz olamıyoruz, evden dışarı adım atamıyoruz. Arkadaşlarımızla buluşmuş konuşurken bir yandan da mesajlarımızı kontrol ediyoruz. Hatta öyle oluyor ki bir kafede oturan iki arkadaş birbirleriyle konuşmak yerine elde telefon başkalarıyla konuşuyorlar. Artık cepten facebook vs.'ye bağlanma da var, durum daha da vahimleşti.

Bence kapalı alanlarda bırak konuşmak, cep telefonunun sesini açık tutmak bile büyük bir kabalık. Ben senin telefonunu duymak zorunda değilim. Titreşime alırsın, bakarsın eğer konuşman gereken önemli bir durum varsa konuşur ama kısa kesersin ve bağıra çağıra konuşmazsın, ben de senin beni hiç ilgilendirmeyen konuşmanı dinlemek zorunda kalarak hayata küsmem.

İnanıyorum, ileride dumansız hava sahası gibi telefonsuz hava sahaları olacak, kafelerde, restoranlarda telefon sinyallerinin çekmediği alanlar oluşturulacak. :)

Trenlerde dikkatimi çeken bir başka husus da yolcuların belediye otobüsü mantığına sahip olması. İnsanlar tren gara girmeden 10 dakika önce kalkıp koridora diziliyorlar nedense. Ara duraklar olsa anlarım ama son durakta ineceksin kardeşim, bu ne acele. Eskişehir'e giderken de aynı şey oluyor, dönerken de. Giderken diyelim ki İstanbul, Bursa bağlantılı bilet almışlar, bir an önce binmek istiyorlar diğer araca. Yine de aceleye gerek yok, rahat rahat yetişecek süreleri var. Ama ya Ankara'da son durakta inecek olanlar? Tamamen gereksiz. Koridora dizilen insanlar yüzünden üstteki kompartmana koyduğumuz eşyalarımızı alamıyoruz, mağdur oluyoruz ona bakarsan.

Neyse, çok şikayet ettim galiba ama cep telefonu kısmının bir kez daha altını çiziyorum.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Nihayet biz de gidiyoruz

Bugün 11 seansına Avatar'a gidiyoruz kocamla. Eskişehir'de tek bir 3D salon olduğu için seanslar hep dolu oluyor. Biz de ancak 11'de istediğimiz gibi bir yer bulabildik. Arkada kimse olmayacak (böylece çoluk çocuğun koltuğa vurması elimine edilecek), ortalarda olacak ki ekrana daha iyi hakim olunacak ve çok kalabalık olmayacak. Tüm bu kriterleri haftalar sonra bu seans sağlayabildi. Daha önce de 3D film seyretmiştik, hatta U2 konserine de gitmiştik ama bu film için herkes çok farklı ve muhteşem diyor. Bakalım, biz de gidip görelim. Aklım Sherlock Holmes ve Yahşi Batı'da da kaldı ama onlara daha sonra gideriz herhalde.

Haydi bize iyi eğlenceler.


Ek: Filme gittik geldik. Gerçekten de dedikleri kadar varmış, harika bir filmdi. Filmin 3D olmasını bırak, tasarımcılara hayran kaldım, o ne biçim yaratıklardı öyle, benim asla böyle bir hayal gücüm olamayacak, hem özendim hem hayran oldum kendilerine.

Filmde bayağı bir ağladım. Galiba tek ağlayan da bendim. Sol tarafımızda oturan genç bir çift bütün film boyunca konuştu, gülüştü, telefonlarına baktı ve öpüşüp durdu ve hatta daha neler neler ama biz kendimizi film izlemeye kaptırdık (arada kocamın yukarıdaki kameradan bahsetmesiyle 2. yarı duruldular bayağı). Çocuğun gözlük takmayışından ne niyetle geldikleri belliydi aslında.

Neyse, film süperdi ama kocamın çıkışta yaptığı espri de (elbette ki) harikaydı . Kocamın minik bir atkuyruğu var. Aslında minik demeyeyim, saçlar kıvırcık-dalgalı karışımı ve aslında benimkinden uzun. Bana dedi ki: "Şimdi atkuyruğumu egzosta sokup arabayı öyle çalıştıracağım." Belki de benim kocam diye bana komik geldi ama yok, cidden komikti. :)

14 Ocak 2010 Perşembe

Kocam çok haklı

Kocam der ki "para insanı küstahlaştırır". Çok haklı olduğunu sayısız kez gördük ama bu sefer anlatacaklarım beni de çok şaşırttı. Bir arkadaşımın oğlunun yaşadıklarını yazacağım, bunun için izin de aldım.

Arkadaşımın oğlu özel bir okula gidiyor, orta 1. sınıf öğrencisi. Sınıflarında ailesi oldukça zengin olan bir çocuk varmış. Arkadaşımın tesadüfen öğrendiği üzere, bu çocuk arkadaşımın oğluna diyormuş ki "Ben kantine gitmeye üşeniyorum, bana bir sandviç bir meyve suyu alır mısın? Kendine de aynısından al". O da gidip alıyormuş. Arkadaşım duyduklarına inanamamış. Ne diyeceğini bilememiş. Oğlu "ben kantine gitmeye üşenmiyorum ki, nasıl olsa gidiyorum, kendime de birşeyler alıyorum, ne var bunda" diyormuş. Arkadaşım çocuğa ne diyeceğini bilememiş. Eğer kızarsa oğlu bundan sonra hiçbirşeyini anlatmama yolunu seçebilir çünkü. Çocuk yetiştirmek ne zor şey, ne kadar çetrefilli. Arkadaşım oldukça ilgili ve bilgilidir bu konuda, pedagoglara danışmaktan kaçınmaz, ama o bile şaşmış kalmış bu işe.

Ben de şaşırdım, diğer çocuğun küstahlığına da inanamadım ayrıca. Bu yaştaki bir çocuk resmen adam kullanıyor, kullanmayı bırak parasının gücüyle iş yaptırıyor. Bizim oğlan durumun bu olduğunun farkında değil ama zengin çocuk bence tamamen bilincinde.

Arkadaşımla bir çıkar yol bulmaya çalıştık, çocuğu ürkütmeden doğru yolu göstermek için ne yapılabileceği hakkında konuştuk. Bunun arkadaşça birşey olmadığını, arkadaşların birbirine elbette birşeyler ısmarlayacağını ama bunu bu şekilde "git bana şunu al, kendine de bunu al" şeklinde değil de, kendisi kantine gitmişken birşeyler alıp gelme şeklinde olacağını anlatmanın en doğru şey olacağına karar verdik.

Dedim ya, kocam çok haklı. Para insanı küstahlaştırıyor ve küçücük çocuklar bile paranın gücünün farkında.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Alıntılar mı? Neden ama?

Geçenlerde gazetede reklamını görmüştüm ama aklımdan çıkmış. Bugün kitapçıda karşılaşınca yazayım bari dedim. Elif Şafak'ın yeni bir kitabı çıkmış, görmüşsünüzdür belki, adı Kağıt Helva. "Vay canına, iki çocuğa rağmen ne kadar da üretken bir yazar, Aşk'ın yankıları daha yeni diniyor "derken bir de baktım ki alıntılar kitabıymış meğer. Diğer kitaplarından alıntılarmış. Sizi bilmem ama bana saçma geldi biraz, ya da yayınevinin Aşk'ın rüzgarından biraz daha faydalanalım uyanıklığı belki de. Gazete köşe yazarları da zaman zaman yazılarını kitaplar halinde derliyorlar, haydi bu makul diyelim, gazeteyi düzenli takip etmeyenler ama o yazarı beğenenler okumak isteyebilir elbette ama ben sevdiğim, okumaktan hoşlandığım yazarların kitaplarını alırım. O yazarı seviyorsam büyük ihtimalle diğer kitaplarını da almış, okumuşum demektir. Yazarın kendi hoşuna giden kısımları alıntılar olarak derlemesini garip karşıladım. İlgimi çeken yerlerin altını ben çizerim zaten, tekrar kitap halinde görmeme gerek yok. Alacak olanlar neden alacaklar bilmek istiyorum açıkçası. Acaba "yazar da burayı benim kadar beğenmiş, alıntılar kitabına almış mı" diye görmek için mi? Ama bu da saçma, beğenmese zaten yazmazdı ki.

Neyse, alıp okuyacak olan varsa lütfen bana da açıklayın. Belki başka bir bakış açısı vardır görmem gereken.

12 Ocak 2010 Salı

Akşam akşam gerildim

Akşam geç çıktım fakülteden. Migros'a uğra birşeyler al derken saat 6'yı geçti. Acaba önceki ekspresi kaçırdım mı yoksa geçmedi mi diye bakınırken önümdeki otobüsün ön kapısından bir genç indi. Otobüs daha kalkmamıştı. Otobüsün içinde bu inen gence ters ters bakan biri vardı, sonra otobüste tüm yolculara hitap ederek birşeyler söyledi, o arada da otobüs yola koyuldu. Gayri ihtiyari o inen gence baktım, acaba sorun ne diye düşündüm. Biraz pejmürde bir tipti, yakınlarında da onun gibi kirli sakallı bir başkası vardı. Biraz izleyince bunların aslında 4 kişilik bir grup olduğunu farkettim. Diğer ikisi daha temiz yüzlü (sakalsız anlamında söylüyorum), kıyafetleri daha düzgün tiplerdi. Birisinin elinde sanki işten çıkmış da otobüs bekliyormuş gibi minik bir torba bile vardı. Acaba günahlarını mı alıyorum diye çaktırmadan izledim bunları. Durak aşırı kalabalık değildi o saatlerde, ama insanlar bazı otobüslere binmek için yığılıyorlardı. Bunlar gördüğüm kadarıyla etrafı kolaçan ediyor, sonra plan yapıyorlar. Otobüslere binecek gibi yanaşıyorlar ama sonra binmeden kenara çekiliyorlar. Bir tanesi bir ara sağ tarafıma geçti. Keşif yapıyor gibi geldi bana. Sanki diğerlerinin yanına gittiğinde "elinde market poşeti var, altında da bilgisayar çantası taşıyor" der gibiydi. Kol çantam da kocaman birşey, bir bilseler içinde sadece defterler, bere, eldivenler ve bir sürü ıvır zıvırın olduğunu, kaydadeğer birşey olmadığını.

Otobüsün de iyice gecikeceği tuttu. Ben çantalarıma sıkı sıkı sarıldım. Benden başka farkeden oldu mu bilmiyorum ama çok rahatsız ediciydi. Etrafta trafik polisi bile yoktu o saatlerde. 155'i arayıp durakta şüpheli şahıslar var demeyi düşündüm ama telefonu çantamdan çıkarmakla uğraşırken çantama hakim olamayacağım, elimden kapacaklar diye korktum ne yalan söyleyeyim. Çok rahatsız edici bir durumdu. Otobüsümün gelmesinden az önce bunların sistemi iyice çözmüştüm. En pejmürde olanı otobüs gelir gelmez binecek gibi içeri giriyor, şoföre birşeyler soruyor. O geçişi tıkadığı için insanlar kapı önünde yığılıyor, diğer 3 kişi de bunların arasında tabii. Kartını cüzdanından çıkarıp cebine koyanları mı hedefliyorlar ne yapıyorlar bilmiyorum ama çok gerildim ben. Hemen sonra otobüsüm gelince hemen atladım. Otobüs biraz ileri gidip sonra kapıyı açtığı için uygun pozisyon yakalayamadılar sanıyorum. Ama ben acaba binecekler mi otobüse diye pür dikkat binenlere baktım hareket edene kadar.

Ne günlere kaldık ya, inanamıyorum. Bir de bu ülke şartlarında GSM operatörleri "bizim modemimizle her yerden internete bağlanabilirsiniz" diyor. Otobüs durağında geri gerim gerilen ben vapurda, otobüste, yol üstündeki bir kafede ya da orada burada merdivenlerde otururken bir yandan da bilgisayarla internete gireceğim. Haydi oradan. Kolaysa sen yap.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Yine mi sen?

Bütün haftasonu savaştığım soğuk algınlığının bu akşam baş ağrısı eşliğinde tekrar işgale yeltenmesi nedeniyle eve biraz erken geldim. Yattığım yerden televizyon seyredeyim derken yemekteyiz programına rastladım. Uzun zamandır seyretmemiştim. Bu arada halk oylaması saçmalığını kaldırmışlar. Çok da iyi olmuş. Elalem sms atacak, sonra pazar günü canlı yayında insanlar kapıştırılacak, saçma sapan bir şeydi. Neyse ki kaldırmışlar bu uygulamayı.

Ne diyordum. Bugünkü programda yine eski yarışmacıları bir araya toplamışlar. Karadenizli bir adam vardı, herşeye türkü söyler gibi karşılık veriyordu, sanırsınız operet izliyorsunuz. Ama adını bilmediğim toparlak bir yarışmacı var ki, bu Karadenizli hiphop yıldızını sollayıp geçiyor. Restoran işletmecisi veya sahibiymiş galiba. Geçen sefer de içim bayıldığı için fazla seyredememiştim kendisini. Bir insan herşeyi mi bilir, herşey hakkında mı fikir sahibidir anlamadım ki ben. Herşeyi biliyor ve kimse sormadan uzun uzadıya açıklamalarda bulunuyor. Bir de evsahibi gibi gittiği heryerde baş köşeye oturuyor nedense. Adam içimi baydı. Ben o grubun içinde olsaydım herhalde saçını başını yolardım sinirden. Bu kadar mı itici bir insan olur. Birşeyler biliyorsan susarsın, birisi sorduğunda fikir beyan edip engin bilgini ortaya koyarsın da insanlar seni hayranlıkla dinler.

Ayyyy, içim bayıldı çeviriyorum kanalı. Bir daha da gelmem yemekteyize :)

10 Ocak 2010 Pazar

Bir daha mı? Asla!

Aslında "never say never" demişler, büyük konuşmasam iyi olacak belki de ama bu sefer gönül rahatlığıyla söyleyebilirim sanıyorum:

Bir daha asla ıspanak almayacağım.

Herşey geçen hafta başladı. Buzdolabında hep ıspanak bulundururum, kah böreği, kah zeytinyağlı yemeği, kah kıymalı yemeğine bayılırız. Buzlukta donuk halde bulunması bu yüzden benim için büyük rahatlık. Pişirince hemen yerine yenisini alır zulama koyarım. Böyle de yedekli çalışırım. Yakinimizdaki marketlerde hazır ayıklanmış, yıkanmış, paketlenmiş ıspanak oluyor, pazara yetişemediğim için normalinden alamıyorum. Ama bu yüzden müsriflik veya tembellikle suçlandım (direkt yüzüme denmedi ama anladım ben). Marketlerden aldığım daha pahalıya geliyor olabilir ama bugünün sonunda kazın ayağının öyle olmadığını anladım.

Geçenlerde pazara denk geldim ve 1 liraya 1 kg ıspanak aldım. Oh ne ala, çok da ucuzmuş, tralla la diyerek eve gittim. Saplarından da babamın yaptığı ıspanak salatasından yaparım ne güzel dedim. Ancak ıspanaklar nasıl çamurluysa yıka yıka geçmiyor, sürekli kum çıkıyor. İllallah dedim. Günlerdir ıspanak yıkıyorum, suda bekletiyorum, deli oluyorum. Annem tuzlu suya atarsın, kumu çamuru dibe çöker dedi. Çöküyor ama bitmiyor ki, sürekli çöküyor. Yıkıyorum, suyunu değiştiriyorum, bir türlü bitmiyor. Bulaşık makineleri ilk çıktığında ıspanak yıkardı kadınlar, parlatıcı dolu olmasa onu da yapacaktım. Hatta parlatıcı nasıl olsa kap kacağın üstünde kalıyor, çok fazla zararı olmasa gerek diye gözüm dönüyordu ama "bu kadar dayandın, bir su daha yıka" dedim.

Sonuç olarak bir tencere yemeğim var ocakta ama ya diğer sonuçlar?

- Suda beklet, yıka derken telef olan, yumuşayıp çürüyen bir sürü yaprak oldu. O 1 kg ıspanak ne kadar azaldı bilemem.
- Feci su harcadım, elin Afrikalısı su diye inim inim inlerken ben ıspanak yiyeceğiz diye sudaki ayak izimi feci halde artırdım. Su israf ettikçe içim gitmedi değil.
- Çok fazla vakit harcadım. Ben çalışan kadınım, vakit nakit demek benim için. Herkes çalışıyor diyebilirsiniz. O zaman şunu diyeyim, benim mesaim 5'te 6'da bitmiyor, evde de çalışmak zorundayım çoğu zaman. Ben de öyleyim derseniz eğer son bir koz var elimde, bakalım buna ne diyeceksiniz: Ben evime sadece haftasonları gelebiliyorum. Kocamla ya da Farmville başında (manyak oldum iyice) geçireceğim zamanı defalarca ıspanak yıkayarak harcadım.

Sonuç olarak marketten aldığım hazır ıspanak çok daha ucuza geliyor, elalem ne derse desin, ondan alıp pişireceğim arkadaş. Bundan sonra kendi bahçemde yetiştirmedikçe normal ıspanak giremez bu eve.

Bir de yapmam gereken bir şey var, bunu da araya sıkıştırayım. Eve gelir gelmez mutlaka ellerimi yıkarım, yıkamazsam içim bir tuhaf oluyor çünkü. Domuz gribinden önce de böyleydim. Ama yapmam gereken en önemli şeyi erteliyorum, sonra da üşendiğim için yapmıyorum. Artık buna da bir dur demeliyim ve eve gelir gelmez ellerimi yıkadıktan sonra makyajımı da çıkarmalıyım. Haydi yemekten sonra, şunu seyredeyim ondan sonra, şu yazıya bakayım, şu makaleyi inceleyeyim derken uykum geliyor ve "bir seferlik bir şey olmaz" diye makyajla uyuyakalıyorum. O bir sefer oluyor 2, 3, 4, sonra gelsin siyah noktalar, gitsin sivilceler.

Sonuç olarak neymiş?
- Hazır ıspanaklara tapılacak,
- Makyaj temizlenmeden uyunmayacak.

7 Ocak 2010 Perşembe

Yine haberler, hep haberler

Sabah yine yollardayım, bir yandan da gazete okuyorum, gözüme şöyle bir haber çarptı. Kadının birinin saçına yolda yürürken evlerden birinden atılan bir sigara izmariti düşmüş, etraftaki esnaf montlarla söndürmeye çalışmış, sonra da kafasına su boşaltmışlar. Kadın canının yandığına mı yansın yoksa bu soğukta buz gibi soğuk suyu kafasına yediğine mi. Öyle çok öküz var ki bu memlekette. Geçen cuma akşamı Tandoğan'dan tren garına doğru yürüyordum. Bavulum biraz ağır olduğu için Tandoğan alt geçidinden geçmeyeyim, bir sürü merdiven var, düz ayak yoldan gideyim demiştim. Tren raylarının geçtiği bir üst geçit vardır, onun altından yürürken soldan geçen arabalardaki öküzün birisi izmarit fırlattı, tam önüme düştü. Biraz hızlı yürüsem ya da ao hödük fren yapsa belki de aynen üstüme gelecekti o yanan izmarit. Artık paltomu mu yakardı, yüzüme mi gelirdi bilemem. Arabasında sigara içen ama küllüğünü kirletmeye kıyamayan bir sürü öküz var memlekette. (Araba küllüğünü sokağa boşaltan öküzlerden bahsetmiştim daha önce, onlar apayrı bir fenomen zaten). O zavallı kadın benim kadar şanslı olamamış, yanmış güzelim saçları ve kafa derisi. Etrafta bu kadar öküz varken yaşamamız mucize valla.

6 Ocak 2010 Çarşamba

Haberler, haberler ...

Yılın 6. günü gelmiş de ben henüz bir yazı yazabilmişim. Bak şu terbiyesiz bana. Daha fazla yazmalıyım, daha çok vakit ayırmalıyım biliyorum. Dün yazacaklarım bugüne kaldı mesela, bir türlü fırsat bulamadım. Başımı kaşıyacak vaktim yoktu yerine Farmville'e bile bakamadım desem herhalde ne kadar yoğun olduğumu anlarsınız :).

Dün sabahtan yine proje avansı işlerim vardı. Nihayet bitirdim, darısı yeni çekeceğimiz avansı kapatmaya umarım. Daha sonra da final sınavlarımız başladı, onlar için soru yaz,kağıt bastır, sınava gir derken vakit geçti gitti. Oysa dün sabah haberlerde duyduğum bir haberden bahsedecektim.

Gerçi bahsetmesem daha iyi belki de, içim kalktı çünkü. Herhalde İstanbul'daydı, çöpten gelen sesler üzerine baktıklarında bir bebek bulmuşlar. Fakat bebeğin boğazı kesilmiş olduğu için maalesef kurtarılamamış. Bebeğin bileğindeki hastane bileziğinden anneyi bulmuşlar. Be kadın, ben dahil bir sürü kadının ve kocalarının bebek bebeeeeekkkkk diye inim inlediği bir dünyada sen nasıl doğurduğun çocuğun boğazını kesip çöpe atarsın. Boğazını kesmedin diyelim, bu soğukta dışarıya atmak zaten öldürmekle eşdeğer. Muhtemelen yasak bir aşkın veya kimbilir neyin ürünü olan bu bebeği madem istemiyordun o zaman yasal süresi içinde, o daha embriyoyken aldırsaydın bari, yuh sana. Bunu yapan kadının anaokul öğretmeni olduğunu duyunca şaşkınlığım daha da arttı. Bela okumayı hiç sevmem ama Allah belasını versin o kadının ne diyeyim.

Ankara'da ulaşıma garip bir zam yapılmış. Eskiden 139 kuruşa bastığımız biletler artık 150 kuruşa çıkmış. Haydi bu normal diyelim. Eskiden 45 dakika olan aktarma süresi (45 dakika için de aynı biletle 3 taşıta binebiliyordunuz) 75 dakikaya çıkmış. Güzel değil mi, hayır değil. Çünkü sonraki tüm bilet basımları için 50 kuruş ekstra para düşecekmiş. Böylece 150 yerine 250 kuruş çıkacak cebimizden. Diyelim 1 basımlık para kaldı biletimde, o zaman ne olacak? Aktarma yaptığımda elim böğrümde kalacak. Gökçek yiine yapacağını yaptı. Bol keseden dağıttı ücretsiz kartlar, bayramlarda yaptığı beleş otobüsler işte böyle çıkıyor cebimizden. Bayramlarda çoluk çocuk otobüslere doluşup "sağolasın Gökçek, sayesinde tüm Ankara'yı geziyoruz" diyenler şimdi ceplerinde bilet parası kalmayınca ne yapacak bakalım. Madem öyle bana da yıllık kart sat yaşlılara yaptığın gibi. Vereyim yıllık 50-60 TL, ondan sonra istediğim kadar bineyim otobüse, sen de sürümden kazan. Sinir oluyorum sana.

Bugünlerde oldukça hareketli ve yorucu geçecek bir haftaya girmiş bulunuyorum. Emeklerimin karşılığını alabilsem keşke.

İşte aklıma takılan haberler bunlardı. Bakalım yarına neler bozacak sinirimi.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Yeni yılın ilk yazısı

Bir yılbaşı daha geldi geçti. Bu yıl büyük bir değişiklik oldu benim için, 12'ye doğru sızıp kalmadım. Hatta inanmazsınız yattığımda saat neredeyse 1:30 idi. Ben de inanamadım ama oldu gerçekten. Yemek hazırla, yemek ye, televizyona bak, izleyecek birşey bulama, müzik kanallarından birinde Bedük bul, kalk biraz danset, 12'de kocayla sarıl, yeni yılı kutla, Victoria's Secret defilesini izle derken bir yılbaşı daha bitti işte.

Yine karsız ama soğuk bir yıla başladık. Soğuk demişken, alt kat komşularımız yine bir yerlere kaçtılar. Onlar olmayınca kombiyi ne kadar yaksak da yerden gelen soğuğa engel olamıyoruz. Isıtmalı zeminimiz yok ne de olsa. Özellikle pazar günü yere bastıkça sanki terliksiz, çorapsız basıyormuşum gibi üşüdüm. Biraz da psikolojik herhalde ama sonuçta şu naçizane fikri geliştirdim (Kocam tek kelimeyle "manyak" dedi, bakalım siz nasıl bulacaksınız): Kombili apartmanlarda oturanlar kışın herhangi bir yere gitmesin kardeşim. Ne o her bayram seyranda bir yerlere gidiyorlar. Üst kattakilerin veya yandakilerin gitmesi bu kadar etkilemiyor insanı ama alt kattakiler direkt etkiliyor (sıcak hava yukarı çıkıyor ne de olsa). Onun için işte fikrim: Alt katta oturanlar kışın tatile vs. gitmesin. Hatta komşular aralarında centilmenlik anlaşması imzalasın, bir yere gidecek olsalar bile kombiyi en düşük seviyede açık bırakıp gitsinler. Üst katımızdakilere sorun mesela, bir yerlere gittik mi onları bırakıp, asla. Yazın nereye isterlerse gidebilir alttakiler ama kışın ı-ıh.

Yılbaşının ardından yılın ilk ütüsünü yaptım, ilk ütü kısmını düşündüğüm ve bunu ilk bulaşık, ilk toz alma gibi çeşitlendirme eğiliminde olduğum farketttiğim için bu sefer de ben kendime manyak dedim.

Cnbc-e Star Wars serisini göstermeye başlayacakmış bu ay. Nasıl olsa dvd'lerimiz var, erken davranalım hemen seyredelim dedik ve başladık seriyi izlemeye. Dışarıda hava soğuk olunca insanın canı dışarı çıkmak istemiyor, battaniye altına girip film seyretmek pek hoş oluyor doğrusu. Sıcağın etkisiyle bir süre sonra insanın içi geçiyor, azıcık kestirelim sonra devam edelim derken ancak 5. filme gelebildik.

Neyse, George Lucas'a bir kez daha hayran kaldık. Sen ilk filmi ben 5 yaşındayken çek, ben hala zevkle izleyeyim, sonra aradan neredeyse 20 yıl geçsin diğer 3 filmi de çek. Ne zaman planladın, neden 3'ten başladın, ölümlü dünya adam gibi sırayla çekeyim diye hiç mi düşünmedin? Bravo diyorum sana. 1977'deki görsel efektleri şimdi bile seyrettiriyorsun ya, pes (gerçi ilk 3 filmden sonra 1977'ye geri dönünce aradaki fark anlaşılıyor ama olsun, hala seyrettiriyor ya kendini, daha ne olsun). Kalan 1.5 filmi de haftasonu bitiririz artık.

Bu arada yeni yılın ilk gribine yakalanmak üzereyim, hastalanmamam lazım (manyak).