30 Kasım 2009 Pazartesi

Pazartesi günü Alacakaranlığı

Bayram güncellemesini yapamadım henüz, aklımda ama bunu bir an önce yazmam lazım. Bayram yazısı da artık yarına, ne de olsa bayram henüz bitmiş değil.

Kocamla bugün Twilight serisinin 2. filmi olan New Moon'a gittik. İlk hafta giden gitsin, çılgınlık azalsın demiştik. Bayrm ziyareti, havanın kötülüğü, hafif kırıklık derken son gün gidebildik.

Herşeyden önce sinemayı hiç o kadar kalabalık görmemiştim. Sadece bizim salon değil, sinema genel olarak kalabalıktı. Sevindim. Salonun durumu ise bizim için felaketti. Yaş ortalaması 13-14 idi. Kız grupları vardı çoğunlukla. Erkek grupları genelde Kurtlar Vadisi Gladio'ya gidiyordu ama bizim filmde de birkaç erkek grubu vardı. Bir de kızlı erkekli gruplar tabii. Salonda toplam 7-8 yetişkin vardık yaş ortalamasını yükselten. Kocam fesuphanallah dedi. İlk yarı bitince 10 dakikalık arada sanki okul servisinde gibi hissettik kendimizi.

Film ilkine göre daha akıcıydı. Yönetmen değişikliğinin payı büyük sanırım. Okuduğuma göre aslında bu filmi ilkinin yönetmeni olan kadın çekecekmiş ancak programına uymadığı için şimdikine vermişler. İyi de olmuş. Biraz hareket gelmiş filme. İlkinde ben bile sıkılmıştım. Kitap daha akıcıydı, karakterlerin ne düşündüğünü okuyabiliyordunuz, filmde yönetmen o detayları vereceğim diye sıkıcı olmuştu, başka çaresi de yoktu herhalde. Neyse. Sonuç olarak bu film ilkine göre daha güzeldi. Belki sinemada seyrettiğim için (ilkini evde dvd'den seyretmiştik) bana öyle geldi çünkü kocam yanımda oflayıp pufluyordu sürekli. İlk yarı bitince "hayatımda seyrettiğim en kötü 2. film bu. Birincisi de zaten bu filmin ilkiydi" deyince önümüzde oturan iki kız inanamaz gözlerle kocama baktılar. Filmin kötü olması gibi bir ihtimal yoktu herhalde onlar için. Bense bu esnada bıyık altından gülüyordum.

Filmin sonunda Edward evlenme teklifi edince salondaki kızlar "ayyyyyyyyy" dediler. Vah zavallılar dedim ben de içimden. Hayatlarında Edward gibi bir sevgili arayacaklar ve maalesef çoğu bulamayacak. Acaba bu filme ve kitaplara yaş sınırı mı koysalardı. Kızlar da bu arada erkek milletinin filmdeki gibi iflah olmaz romantik varlıklar olmadığını öğrenmiş olurlardı.

Asıl garibi ise arkamızdaki 12-13 yaşlarındaki erkek çocuklarından birinin "Tutulma ve bilmemne kitabını da almam lazım" demeseydi. Haydi kızları anladım da bu ne? Erkek çocuklar da Edward olmaya mı çalışacak acaba?

Yine de ben beğendim filmi. DVD'si çıksın alacağım. Sonraki filmlere de gideceğim. Kocam bundan sonrakilere yalnız gidersin dedi ama orası belli olmaz. :)

24 Kasım 2009 Salı

Hayatımızdaki fizik

Fizik dersini hiçbir zaman sevmedim. Lisede gördüğüm ders beni kendinden soğuttu diyebilirim. Fizik dersini İngilizce görmemiz gerekiyordu ama hoca asla ingilizce anlatmadı. Fransızca biliyormuş da o yüzden ingilizce anlatamıyormuş. Bunu diyen adam Ankara'daki o zamanki en iyi ve en eski Anadolu Liselerinden birinde çalışıyordu (o zamanlar her semtte bir tane Anadolu Lisesi yoktu). Peki o zaman Türkçe anlat değil mi? O da yoktu. Kısacası adam fizik diye birşey bilmiyordu ki bize öğretsin. Sınıftaki iyi öğrenciler resmen dershaneden öğrendiklerini adama öğretirlerdi, durumun vehametini siz anlayın artık.

Lisede fiziği sevemedim işte. Üniversiteye başlayınca Genel Fizik görmeye başladık. Burada da pek sevemedim ama bu sefer bir de Fizik pratik vardı. Pratiği daha beter çıkmıştı (artık bu dersi kaldırdılar nedense). Gruplar halinde deneyler görürdük. Bir seferinde grupta benden başka kimse gelmemişti ve ben de eğik düzlemden bir top yuvarlama, süre tutma şeklindeki bir deneyi yapmaya çalışıyordum. Eğik düzlemin ucundan topu yuvarlayıp koşturarak masanın diğer ucuna gidiyor, kronometreyle süre tutmaya çalışıyordum. Ben nefes nefese kalıp gruptaki diğer arkadaşlarım için fevkalade hoş kelimeler sarfederken asistanlardan hiçbiri bana yardım etmiyordu. Burada da fiziği sevemedim anlayacağınız. Hele pratikte birşey anlamayıp ilk vizede 80 üzerinden 10 alınca ne hale geldim bilemezsiniz. Ama sonra azmedip sınıftaki en iyi öğrenci olmuş, ikinci vizeden 120 üzerinden 110 almıştım. Neden böyle garip rakamar vardı onu da bilmiyorum ama asistanlar masaya gelip soru sorarlar, cevabımı beğenip bu kızın vize notları neler diye bakınca bir garip olurlardı. 10-110 değişik bir sonuç tabii. Pratikte anlamayanlara dersi anlatacak kıvama gelen ben teorik derste bütünlemeye kalmıştım. Kendime adam gibi bir fizik kitabı alıp yaz boyu çalışmıştım. O zamanlar 1. sınıftan dersiniz kalmışsa bütün bir yıl boyunca sadece o derslere giriyor, 2. yıl da verememişseniz atılıyordunuz. Şimdiki gibi dersi alttan almalar, aykırı yarıyıllar yoktu. Bence gayet iyi bir uygulamaydı çünkü işin başında "eczacılık sana göre değilmiş aslanım, yol yakınken başka bir yere gir" diyorlardı bir nevi. Şimdiyse 5. yılında olup hala bizden sınava giren öğrenciler var, pes valla. Neyse, konuyu dağıtmayayım. Fizik dersini ancak bütünlemelere çalışırken hafif hafif sevmeye başlamıştım, sınavdan geçince ise fizik kitabını bir daha açmamak üzere kapamıştım.

Hayatımdaki bir sonraki fizik buluşması kocamla tanıştığım gün gerçekleşti. Kocam bana fiziğin hayatın her yerinde olduğunu anlatıyor, gördüğümüz, yaşadığımız pek çok şeyin temelindeki fizikten bahsediyor. Fizik dersini hala sevmiyorum ama Fizikçime aşığım. İşte yine hayatın içinde karşımıza çıkan bir fizik prensibi size. Çay içerken bardaktan buharlaşan suyun yüzeyde, henüz alttaki sıvıdan kopmadan önceki halini gösteren bir video. Sabahları seyrettiğimiz şeker tanelerinin dağılımından sonra eğlendirecek birşey daha çıktı böylece. (Cep telefonuyla çektiğim için pek iyi olmadı sanıyorum, kusura bakmayın. Buharların arasında yüzeydeki beyaz tabakayı seçmek biraz zor gibi ama sonlara doğru bardağa üfleyince o tabakanın yüzeyde nasıl kaydığını görebilirsiniz).

Bu vesileyle Fizikçimin öğretmenler gününü kutluyorum. Blog dünyamdaki Fizikçi olan GeCe'nin de.

19 Kasım 2009 Perşembe

Gözüme çarpanlar

Sabah Jay Leno show'un tekrarına takıldı gözüm. Akşam da aynı bölüm vardı, bu durumda tekrar sandığım asıl bölümdü, akşamki tekrardı herhalde. Kafam karıştı, neyse, sonuç olarak Jay Leno show'u seyrettim. Yıllar önce de Tonight Show'unu seyrederdim. O bitince de Conan O'Brien başlardı. Hey gidi günler hey, o zamanlar bayağı uyanık kalabiliyormuşum demek ki. Şimdi tavuk misali 10 'da gözüm yatağa kaymaya başlıyor, yattığım zaman yüzümde bir sırıtma peydah oluyor.

Ne diyordum. Programın başında minik bir stand-up show yapıyor, gündemdeki haberlerden dem vuruyor vs. 1-2 gün önce gazetelerde olan bir haberden bahsetti. Siz de okumuşsunuzdur, İngiltere'de bir kadının günde 300 kez orgazm olduğu hakkındaydı. Jay Leno konuşurken "orgasm" dedi, gayet güzel bir cümle kurdu ama bizimkiler alt yazı olarak organize oldu gibi birşey yazdılar. Herhalde yanlış gördüm derken ikinci kez yine aynı şey oldu. Vay be dedim sabah sabah, cinsellikten o kadar çekiniyoruz ki orgazm kelimesi alt yazı olarak bile geçemiyor televizyon kanallarında. Sigaralar, içkiler mozaikleniyor, öpüşme sahneleri uyarı alıyor, kelimeler bile insanları korkutuyor. Cinsellik maalesef hala tabu ülkemizde. Benim fikrime göre okullarda cinsel eğitim dersi verilmesi şart. Çocukların bir an önce bilgilenmesi gerek bu konuda. Belki bu sayede cinsel suçların sayısı da azalır. Organize olmak ha, vay vay vay.

Geçen hastanede anne babasıyla gelmiş minik bir yavru gördüm. Herhalde 4-5 yaşlarında bir erkek çocuktu. Doktordan çıkınca eline bir lolipop vermişler, bitirmiş, babasına "bu bitti nereye atayım" diye soruyordu. Anne-baba konuşuyor olduğu için önce umursamadılar. Çocuk hala atacak bir çöp arıyordu. Baba tam yavruyla ilgileneyim derken (bu arada çocuğun babasına sorması da enteresan, genelde annelere gider yavrular) minik yavru hasta karşılamayla görevli kızlardan birine "burada çöp var mı" diye sordu. Kız da "bana ver ben çöpe atayım" dedi. Çocuk sopayı verdi ama durup kız nereye atacak diye de gözleriyle takip etti. Neme lazım, yere falan atarsa gidip geri alayım diye düşündü herhalde. Aferin dedim içimden o çocuğa. Anne baba mı öyle yetiştirdi, çocuk anneanne, babaanne, dede veya anaokulu öğretmeninden mi öğrendi bilmiyorum ama çok hoşuma gitti.

Annelerinin elinden tutmuş pıtır pıtır yürüyen minik kız çocukları görüyorum bu aralar. Minik paltoları üzerlerinde minik adımlar atıyorlar. Benim boyumda olan anneler dev gibi görünüyor minik yavruların yanında. Ben de bir tane istiyorum ne yalan söyleyeyim. Elinden tutayım, ben de dev gibi, dünyanın en uzun kadını gibi hissedeyim kendimi. :)

18 Kasım 2009 Çarşamba

Yapmayın etmeyin

Bir süredir takip ettiğim bloglarda bir durgunluk var. Eskiden günde en az 1, bazen 2 yazı yazanlar günlerdir ortada yok. Bazıları daha da uzun süredir ortalarda görünmüyor. Haydi ben Pazar gününden beri FarmVille'e sardım, blogumu biraz ihmal ettim ama ben bile yazıyorum, tamamen boşlamadım. Severek okuduğum blogdaşlarım içlerinden değil yazmak, hiçbirşey yapmak gelmediğinden dem vurup bir süre ortalarda olmayacaklarını söylüyorlar.
Tamam, kış gelince, soğuklar bastırıp hava erkenden kararmaya başlayınca hepimiz biraz melankolik hatta depresif oluyoruz ama yapmayın etmeyin arkadaşlar. Kendinize gelin. Şu hayatta güzel şeyler de var. Mutlaka sizi mutlu edecek ufak tefek şeyler vardır etrafınızda. Biraz dikkatli bakının etrafa.

Kış depresyonu bilimsel bir gerçek. Karanlıkla birlikte salgılanan melatonin hormonu artıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Onun için aydınlık yerlerde bulunun hep. Suni ışığın da güneş ışığı kadar olmasa da etkili olduğu bulunmuş, parıldatın ortalığı. Kendinizi kapıp koyvermeyin. Herkesin derdi tasası var bu hayatta, sağlığınız yerindeyse gerisini boş verin. Bol bol gülün, en azından gülümsemeye çalışın. Nasıl depresif ruh hali bulaşıcıysa gülmek de bulaşıcıdır. Kocanıza, çocuğunuza, iş arkadaşınıza gülümseyin.

Dediğim gibi minik şeyler bulun önce sizi, sonra da çevrenizdekileri mutlu edecek. Ben mesela kocamla yaptığımız kahvaltılarda çayın içine attığım şekerin (poşet çay içiyoruz) çay poşetinin üzerinde dengede durmasını ve sonra o sıkıştırılıp küp haline getirilmiş toz tanelerinin pıtır pıtır dökülmesini seyretmeye bayılıyorum. Kocamı da alıştırdım, birlikte manyak gibi bakıyoruz şeker taneleri çözülürken. Her zaman olmuyor tabii. Çay poşeti-kaşık-şeker dengesinin çok ince ayarlanması gerek. Şeker hemen dibe yuvarlanınca izlemesi zevkli olmuyor. Olmasa da bir sonraki çayda tuttururum dengeyi diye boşver diyorum. Nasıl olsa poşet çok :)

Ben de ne garip şeylerden mutlu oluyorum aslında, okuyunca "manyak bu" diyeceksiniz herhalde. Ama olsun, yüzünüzde hafif bir gülümseme oluştuysa eğer bu da güzel, varsın manyak olayım :)

17 Kasım 2009 Salı

Son birkaç günüm

Son birkaç günüm daha doğrusu son 24 saatim FarmVille ile geçti. İlk gün hevesle manyak gibi acaba bir şey bulan oldu mu, kimi kutlayıp para kazanabilirim diye sürekli Facebook anasayfasına bakarak geçirdim. Pazartesi izinliydim, evde olunca işin gücün arasında "haydi bilgisayara bakayım ne olmuş" diye kontrol edip durdum. Ama arada 1-2 iş, 2 kap yemek, biraz ortalık toplama, 1 kek, biraz ütü de yapabildim. Bugün işte daha rahattım. Tarlamı büyütünce daha kolay oldu herşey, zamanımı ayarlayıp ona göre ekim yapınca kafam da rahat. Hayatımı da FarmVille'deki gibi düzene koyabilsem keşke.

Sabah hızlı trenle gelirken trenin raydan çıktığı yere gelince hepimiz dışarı baktık. Kenarda değiştirilmiş taşlar vardı (üzerinden trenin geçtiği). Bir de vagonları birbirine bağlayan körüklerden 3-4 tane kadar. Herhalde yırtıldılar, hasar gördüler, vagonları alırken onları bırakıverdiler. Sağ salim geldik sonuçta. Umarım bu maddi hasarla atlatılan kaza kulağa küpe olur da bundan sonra kötü bir şey olmaz.

Bu hafta kocam buraya geliyor. Biraz değişiklik olacak bizim için. Arabayı servise sonra da muayeneye götürmemiz gerekiyor. Bu vesileyle uzak olduğu için henüz gidemediğim Gordion Alışveriş Merkezi'ne de gitmeyi planlıyorum. Servis demişken yazmadan edemeyeceğim. Boynumda bir et beni peydah oldu bir süredir. Acaba dermatologa gidip yaktırayım mı derken annem "boğalım onu iple, 1-2 güne kalmaz düşer "dedi. Öyle mi böyle mi derken unuttum. Eve geldiğimde kocama dedim ki "sen boğsana bunu". Bana cevabı: "Git annem yapsın, ben bağlarsam garantisi bozulur, yetkili servis tamir etsin hehe". Yarıldım gülmekten. Servise gireceğim eğer bu akşam unutmazsam :)

16 Kasım 2009 Pazartesi

Tükürdüğümü yaladım

Evet tükürdüğümü feci halde yalamış bulunuyorum. Kocamın ricasıyla FarmVille'e girdim ve kendimi tamamen kaptırdım. Daha önceleri Facebook'a günde 1 ya da 2 kez bakarken şimdi acaba kaybolan bir inek var mı, kim ribbon kazanmış ben de sebepleneyim diye bakıp bakıp duruyor, kendimi alamıyorum. Ahhhhhh, ahhhh büyük lokma ye büyük konuşma demişler. Domuz gribinden daha tehlikeli bu FarmVille. Ben gidip patlıcanlarım olmuş mu bir bakayım.

14 Kasım 2009 Cumartesi

Hızlı treni duydunuz herhalde

Daha geçen hafta hızlı treni soran bazı tanıdıklara "şikayetçiyim, yol çok kısa olduğu için filmler bitmiyor, uyuyamıyorum" diye aslında şikayet eder gibi görünüp övgüler düzüyordum. Ama galiba yanlış anlaşıldım ki bu hafta otobüsle gelmeye mahkum oldum. Dün yine fakülteden çıkmadan önce işleri bitirmeye çalışırken bir arkadaşım aradı ve hızlı trenin kaza yaptığını söyledi. Hemen gazetelerin internet sayfalarına baktım. Eskişehir yakınında raydan çıkmış meğerse, yaralı yok diyorlardı ilk haberlerde. TCDD'nin sayfasına uçtum sonra da. Kaza ve sonraki seferler hakkında bilgi koyar insan değil mi. Maalesef yoktu. TCDD'nin 444'lü numarasını aradım, herhalde herkes arıyordu ki sürekli meşguldü. Nihayet Ankara Gar Danışma numarasından birilerini bulabildim ve diğer seferlerin yapılmayacağını, biletlerin iade edileceğini öğrendim. Saat olmuş 2, gidip bileti iade edecek zaman yok. Ayrıca kaza sabah olmuş, haydi biletli yolculara bildirmiyorsunuz (ki ben biletlerimi internet üzerinden aldığım için mail adresim, telefonum ve hangi sefere bilet aldığım bilgileri var), bari web sayfanıza bilgi koyun da ona göre kendimizi ayarlayalım değil mi. Neyse, bileti başka güne çevirip Nilüfer'den yine aynı saate otobüs bileti aldım ve çıktım yola. İnternetten bilet alırken çok dolu olmayan otobüs hareket ederken tamamen doluydu. Bazı yolcular telefonla konuşurken benim gibi hızlı tren seferlerinin iptal edilmesi nedeniyle otobüsle geleceklerini söylüyorlardı birilerine. Herkes otobüse gelmiş anlayacağınız.

Sonrasında 3 saatlik süren bir yolculukla evime gelebildim. İnsan kolaylıklara çabuk alışıyor, uzun geldi yol bu sefer bana. Uyuyamadım da birşeyler okumaktan.

Sevindirici olan şey yaralı-ölü olmaması. Eskişehir'e 10 dakika kala eski tren hattına geçilen bir yer var, orada makas değişimi sırasında raydan çıkmış. Makas değiştirmek için hızlarını çok düşürüyorlar ama bu sefer daha hızlı girdiler anlaşılan, başka bir anlam veremiyorum bu kazaya.

Bir sevindirici olan yanı da sevenimin çok olduğunu bir kez daha görmek. Haberlerde kazayı duran ve cumaları trene bindiğimi bilenler beni veya ailemi aramış ferulago o trende miydi diye. Sağolsunlar :)

Bakalım pazartesi seferlerde aksama olacak mı? Mümkünse olmasın ve işleri hızlandırıp bu konvansiyonel hata geçişleri kaldırsınlar artık. O zaman hem yol 35 dakika kadar kısalacak hem de böyle kazalar, aksaklıklar olmayacak (inşallah). Hepimize geçmiş olsun.

13 Kasım 2009 Cuma

Kısa saçtan sıkıldım

Bugün buna kesin olarak karar verdim. Kısa saç bana göre değil. 10 yılda bir kestirmeme şaşmamak lazım anlayacağınız. Saçımı kestirme hikayemi şurada yazmıştım, ilgilenirseniz buyrun. Saçlarımın bir yerinde sonrasında kalan permalardan kurtulmak için 12 cm kestirdiğimi yazmıştım. Bende göz ve nizam olmadığı teşhisini kocam kesilen parçayı gördüğünde koymuştu. Meğer 16-17 cm kestirmişim. Durumun vehameti ortada.


İlk kesildiğinde çok mutluydum, hem permalardan kurtulduğum hem de değişiklik olduğu için. Sonra yavaş yavaş sıkılmaya başladım. O zaman modeli şöyleydi, arkalar biraz daha kısa, önler hafif daha uzun (Resimdeki modelde olduğu gibi). Algıda seçicilik olsa gerek bir baktım etrafımdaki bir sürü insanda aynı modelden var. 1-2 ay sonra biraz uzayınca gidip hepsini aynı boyda kestirdim birlikte uzasınlar diye. Hafif kat var ama olsun, idare ederler. Ama bu yağmurlu havalarda iyice sıkıldım. Nem yüzünden fön çeksem tutmamaya başladı. Zaten ince telliler, iyice yapışıyorlar kafama. Toplamaya kalksam minicik bir kuyruk oluyor (Kıtır'ın kuyruğu gibi ama onunki daha sevimli). Taç takınca bazen beğeniyorum bazen de besleme saçı gibi geliyor bana. Anlayacağınız kısa saçlardan feci sıkılmış durumdayım. Sabah öğrencileri sınav yaparken kızlara baktım, hepsinin saçları uzundu. Sinirim bozuldu iyice. Uzasın artık bu saçlar.

12 Kasım 2009 Perşembe

Kim Ki-Duk filmi

Dün gece cnbc-e'deki klasik Ghost Whisperer ağlamamdan sonra (aslında bu sefer çok iyi gidiyordum, herhalde ağlamayacağım derken son sahnelerde başladım yine. Buna da şükür ama, Melinda'nın kocasının öldüğü bölümden sonrakindeydi galiba, baştan itibaren ağlamaya başlamıştım) yatsam mı yatmasam mı derken Dünya Sineması kuşağı başladı. Filmin adı Spring, Summer, Fall, Winter and Spring. Kim Ki-Duk'un çektiği ve Winter and Spring bölümerinde kendisinin oynadığı bir film. Yaşlı bir keşiş ve minik bir öğrencinin göldeki bir platform-tapınak üzerinde yaşadıkları, minik bir sandalla etrafta dolaştıkları bir film. Her bir mevsim hayatlarındaki bir bölümü anlatıyor. Arka arkaya değil tabii, arada bayağı bir atlamalar da oluyor. Bol bol müzik, manzara, az konuşma ama konuştu mu da iyi konuştukları bir film. Ağır tempolu olduğunu anladığımda haydi kapatayım yatayım dedim ama acaba yaşlı keşiş buna diyecek, ne olacak diye bir baktım ki filmi bitirmişim. İlginç bir filmdi, seyredin diyemem yine de, seçim sizin.

İlk Spring bölümündeki şu diyalogu çok beğendim. Minik keşiş adayı önce bir balığa, sonra bir kurbağaya sonra da bir yılana taş bağlayıp hayvanların debelenip durmasını gülerek seyrediyordu. Hah, dedim, bu çocuktan keşiş meşiş olmaz. Yaşlı keşiş benimle aynı fikirde değildi herhalde. Çocuğu bu eylemler sırasında gördü ama tek kelime etmedi. Bizde olsa çocuğun kafasına bir şaplak atıp "ne yapıyorsun sen" diye güzel bir azarlama olurdu herhalde. Ama keşiş ders verecek ya, sustu. Ertesi sabah öğrenci uyanmadan (ne kadar ağır uykusu varmış bu arada) sırtına kocaman bir taş bağlıyor. Öğrenci "bu taşı çıkart" diye sızlandığında, "sana işkence gibi geliyor değil mi, o balığın da hissettiği buydu" vs. diyerek güzel bir ders veriyor. Ama taşı yine de çıkartmıyor. Demek daha ders bitmemiş. "Git o hayvanları taşlarından kurtar. Eğer ölmüş olurlarsa sırtındaki bu taşı ömür boyu kalbinde taşırsın" diye asıl dersi veriyor.

Sonrası mı? Çocuk kan ter içinde kalarak oraya tırman, buraya in derken hayvanları teker teer buluyor. Balık ölmüş, kurbağa çırpınıp duruyor bir yerlerde hala, yılanı ise bir başka hayvan öldürmüş, kan içinde. Çocuk feci bir ağlama krizine giriyor. keşiş de biraz yukarıdan sessiz sedasız seyrediyor çocuğun ağlamasını. Herhalde akıllanmıştır minik keşiş adayı değil mi? Bunu da Summer ve Fall bölümlerinde kendiniz görün en iyisi :)

11 Kasım 2009 Çarşamba

Oh, be sonunda geri döndü

Ayşe Teyze geri dönmüş, ne mutlu bize. ACE reklamları yoktu ne zamandır. Çantasında sürekli ACE marka çamaşır suyu, bazen de deterjanla dolaşan bir kadın ne kadar saçma gelse de alışmışız kendisine yıllardır. Neredeyse kendimi bildim bileli orada burada birilerini gözüne kestirip şapkadan tavşan çıkarır gibi çantasından öte beri çıkarır bu kadın. Fazla da yaşlanmadı, işin sırrı ACE'de olsa gerek. Bundan saçması olamaz derdim ama Perwoll reklamları tüy dikti. Bir dans gösterisine gidiyorsunuz ve elinizde Perwoll ile dolaşıyorsunuz. Ayşe Teyze en azından markette, sokakta çantasında taşıyordu. Sevgilinizin ablasını tanımıyorsunuz, ya da ikiz kızkardeşlere "ikizler herşeyi paylaşır mı" gibi dandik sorular soruyorsunuz. Ya da birisi erkek arkadaşınıza iltifat ediyor ama bir yandan da yiyecek gibi bakıyor ve siz o kadının saçını başını yolacağınıza veya elinizdeki deterjan şişesiyle kadının kafasına kafasına vuracağınıza "Perwolle yıkadım ondandır" diye kimbilir nereden çıkarttığınız deterjan şişesini gösteriyorsunuz. Yok arkadaş, Perwoll reklamları bizim için fazla modern, bizi Ayşe Teyze paklar. Hoşgeldin Ayşe Teyze. Özlemiştim seni. Söz artık gülmeyeceğim senin reklamlarına.

10 Kasım 2009 Salı

Bir 10 Kasım daha geçti, geçiyor

Daha önceki yıllarda ya Fakültede törende olurdum ya da yolda korna çalınırken arabanın içinde. Bu sefer otobüsteydim. Saat 9'u 5 geçe kornalar çalmaya başladığında toplam 5 kişi ayağa kalktık saygı duruşunda bulunmak için. Geri kalan yaklaşık 20 kişi oturmaya devam etti. Otobüsün motor gürültüsü korna sesini bastırıyor herhalde, duymuyorlar diye düşündüm ama insan neden bu 5 kişi otobüs dururken ayağa fırladı diye de mi düşünmez? Oturmaya ve ayağa kalkan bizlere aval aval bakmaya devam ettiler. Hiç mi şükran duymuyorlar Atatürk'e ve yaptıklarına anlamadım ki. Anlayacağımı da sanmıyorum.

Yolun yanındaki parkın Özel Güvenlik Görevlisi ise esas duruşa geçmiş selam veriyordu. Otobüstekilerden sonra onu görünce öyle duygulandım ki yine gözlerim doldu. İyice sulugöz oldum ben bu aralar.

Sen yine de rahat uyu Atam. Biliyorum etrafta o kadar çok kadir kıymet bilmez, seni unutmaya unutturmaya çalışan, yaptıklarından feyz almak istemeyen insan var ama hiç unutmayacak olan bizler de varız.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Pazar günüm nasıl geçti?

Aralıklı olarak ağlayarak geçti diyebilirim. Biri mutluluktan, biri öylesine biri de içimin acıması nedeniyle.

İlk ağlayışım uzun süredir görmediğim bir arkadaşımla yaptığım telefon konuşması nedeniyle. Ağustos'tan beri görmüyorum kendisini. Çok yakın arkadaşımdır, sürekli görüşürüz konuşuruz ama 3 aydır sesini duyamadım kendisini göremedim, iyilik haberlerini hep başkalarından aldım. Hastanede yatıyordu, çok büyük ameliyatlar geçirdi, yaşama tutundu canım arkadaşım, zaten bundan en ufak bir şüphem yoktu. İşte onunla konuştum dün. Öyle mutlu oldum ki mutluluktan ağladım.

Sonra kocamla film seyrettik. Herhalde önceki telefon konuşmasından olsa gerek, filmde ağladım (aslında sulugözüm biraz, normal birşey bu).

En son da haberlerde yavru bir kedi gösterdiler. Bir köpek kulübesinde bulup belediyeye haber vermişler. Veteriner gelmiş hemen hayvanı alıp hayvan barınağına götürmüş, kalp masajı yapmışlar, hayata döndürmüşler. O hayvanın yüzündeki ifade, veterinerin minik kalbine masaj yapışı (ki kedilerin kalbi nerededir bilmiyorum bile), o minicik hayvanı kurtarmak için çaba sarfetmeleri öyle duygulandırdı ki beni. Bak şimdi de doldu gözlerim hay aksi.

Allah hep mutluluk gözyaşları versin hepimize.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Biraz hastalık biraz iş

Biraz hastalık, feci yağan yağmurda şemsiyeye rağmen dizlerime kadar ıslanma bu nedenle 1 gün fakülteye gidememe, evde yatıp oradan oraya devrilerek yatma, sınavların başlaması, cuma günü tüm gün süren bir toplantı, yine cuma günü annemlerin nihayet yazlık faslını kapatarak geri dönmesi derken yine yoğun ve rüzgar gibi geçen bir hafta yaşadım. Haftaya daha da çok işim olacak. Okunacak sınav kağıtları, projeyle ilgili yapılacak evrak işleri ve analizler var. Kendimi laboratuara kapatıp çıkmasam iyi olacak galiba işlerin yetişmesi için. Birden soğuyan ve beni hasta eden havalar (ama direndim hastalığa, bütün gün yatınca ilaçsız atlabildim) bugün feci halde sıcak ve güneşli. Aldanmamı bekliyor biliyorum. İnce giyinsem hemen soğuyacak ve beni süründürmeye çalışacak ama yok öyle. Botlarımı çizmelerimi çıkardım, ayaklarımda kalın çoraplar, üstüm hava sıcaklığındaki değişikliklere karşı giy-çıkar şeklinde lahana modeli, dolabımda bir sürü mandalina ve limon. Artık beni hasta edemeyeceksin boşa uğraşma, haydi başka kapıya.

4 Kasım 2009 Çarşamba

Asla kıskanmıyorum, biraz imrenme, biraz burulma o kadar

Hayatımda kimseyi kıskanmadım. Kıskanmaktan kastım kocamı kıskanmak değil tabii, aşığım adama, kıskanıyorum haliyle o kadar olacak. Bu bahsettiğim kıskanmak elalemi kıskanmak şeklinde olan. Kimseyi kıskanmadım şimdiye kadar. Birisi aşama mı kaydetti, birşey mi aldı, sevindim hep onların adına. Hep iyi şeyler düşündüm, en fazla imrendim, keşke benim de olsa dedim belki ama asla kıskanmadım, kimsenin malına, başarısına hasetle, kem gözle bakmadım.

Bu aralar imrendiğim birşey var. Bu sefer sadece imrenmiyorum, içim de buruluyor ister istemez. Biliyorum herşeyin bir zamanı var, bazı şeyler o olması gereken zamandan önce ne kadar istesek de olmuyor ama bunu bilmek pek kolaylaştırmıyor. Hayırlısını diliyorum hep, demek şimdi hayırlı bir zaman değilmiş, daha zamanı gelmemiş diyorum, yaşıtlarımın boyumca çocuklarının olmasına da alıştım hatta, ne de olsa geç evlendim, bu benim seçimimdi ama geçen Nisan'dan beri facebookta, orada burada eski öğrencilerimin bebeklerinin olduğunu veya hamile olduklarını gördükçe ister istemez içim buruluyor. Onların adına çok seviniyorum, daha 5-6 yıl önce ders anlattığım gençlerin artık iş güç sahibi, evli barklı genç insanlar haline geldiğini görmek beni mutlu ediyor, liseden hemen sonraki hallerini gördüğüm için anne-baba olmaları ise şaşırtıyor ama dediğim gibi asla kıskanmıyorum. Herşeyin sırası var, ben de sıramı bekliyorum içim biraz buruk.

Kıtır-2

Yeni Kıtır'ımızdan bahsedemedim sizlere. Gelişi biraz uzun sürdü, çok bekledik onu. Gonzales yetiştiren bir arkadaşım var (maalesef bu işi bırakıyor). Nasıl bir Kıtır istediğimizi sordu ve farklı tiplere ait bir sürü fotoğraf verdi. Biz de 16 farklı tipin arasından seçim yaptık. Seçimi MSN üzerinden güzellik yarışması şeklinde gerçekleştirdik. İnternetin bir ucunda ben, diğer ucunda kocam fotoğraflara puan verdik. Önce ilk 10 sonra ilk 5 ve daha sonra da ilk 3'ü belirledik. Daha sonra seçilen hayvanın görevlerini yürütemeyeceği anlaşıldı ve 1st runner-up, daha sonra 2nd runner- up ve sonrasında da kimbilir kaçıncı runner-up tacı giydi. İşin özü şu, arkadaşım damızlıkları bir araya getiriyor ama sonuçta çıkan yavrular fotoğraftakiler gibi olmayabiliyor. Genetik bizim yarışmamızın farkında değil tabi. Peki tek kriterimiz bu muydu? Hayır. Erkek olması ve kırmızı gözlü olmaması gerekiyordu. Bu yüzden ilk çiftleşmede olmadı, ikinci çiftleşmede olmadı, ancak 1.5-2 ay sonra minik Kıtır'ımıza kavuştuk. Kendisi bir önceki Kıtır'ımızın aynısı. Gerçi bu sadece dış görünüş açısından benzerlikmiş, geçen hafta bunu anladık.
Kıtır'ımızı 2 hafta önce eve götürdüm. Kıtır-1 2 kez tatile gitmişti, eve gidişi de kocamın şoförlüğünde arabayla olmuştu. Kıtır -2 ise hızlı trenle evine gitti, hem de business class'ta. Daha hızlı trene binmemiş bir sürü insan var ülkemizde, Kıtır onlara fark atarak başladı hayatına. Öbür Kıtır'ımız kocamanmış bunun yanında, bu minicik bir şey, parmak çocuk gibi. Bayıldık kendisine. 12 gramlık minik bir bebek.

Nasıl aynı anne babadan doğan kardeşler aynı olmuyorsa bu Kıtır'ımız da görünüş haricinde diğerinden oldukça farklı. Kafesine koyduğumuzda hemen etrafı araştırmaya girişti ama içerideki tekerle kesinlikle ilgilenmedi. Kıtır-1 geceleri tekerden inmez, fıldır fıldır koşar dururdu. Bu hayvanların yatmak ve dışkılamak için belli yerler seçiyor olmalarına rağmen Kıtır-1'in böyle bir alışkanlığı yoktu. Kıtır-2 ise bu konuda kesinlikle bir sınır çizmiş durumda (1-2 ufak vaka haricinde). Tekerle ilgilenmiyor (tahminimizce henüz çeviremiyor, bu hafta 13 gram olmuş, ne yapsın minicik hayvan, biraz daha büyüyünce artık). Kıtır-1 tellere tırmanır bir süre sonra yere düşerdi, kafesi açık bıraktığımızda çıkamazdı ama bu ortalığın tozunu attıracak gibi. Tellere büyük bir ustalıkla tırmanıyor, fazla düşmüyor ve işi abartarak komando eğitimi görür gibi kafesin üst kısmında ön ayaklarıyla bir uçtan öbür uca dolaşıyor. Sağdan sola git, oradan arkaya devam et derken örümcek adam gibi dolaşıyor. Uyku düzeni tüm bebeklerde olduğu gibi henüz oturmamış. Biz yanındaysak uyanık ve numaralar sergiliyor, tellerin yanına gelip bize bakıyor ve Kıtır-1'den çok daha fazla yemek yiyor. Galiba bizi seviyor çünkü biz etraftaysak hep kafesin yanında bize bakıyor ve elimize aldığımızda hiç ısırmıyor. Kıtır-1'in reenkarnasyonla bize geri döndüğünü düşünüyoruz. Kocam dün akşam arayıp nihayet tekeri keşfettiğini söyledi, garibim minicik kütlesiyle çevirmeye çalışıyormuş. Sizin için fotoğrafını çekeyim dedim ama hayvan o kadar hareketli ki makineyi hızlı çekime ayarlamama rağmen çekilen tüm fotoğraflar flu. Tek bir poz var, o da kocamın elleriyle sabitlediği poz. İşte koca kulaklı minik Kıtır'ımız. Komando Kıtır'ın minik bir videosunu da ekliyorum. Belki G-Force filminin ikincisini çekerler de bir yapımcı bizim Kıtır'ı keşfeder :)
(Videoda düştüğüne bakmayın, artık iyice ustalaştı, hiç düşmeden dakikalarca tüm hünerlerini sergilediği daha uzun bir video da var ama buraya ekleyemem sanıyorum). İşte minik komandomuz.

3 Kasım 2009 Salı

Zaman bu aralar daha mı hızlı akıyor ne?

Bu aralar yine hiçbir şeye yetişemiyorum. Geçen hafta tatil yapıyorum oh ne güzel demenin acısı çıkıyor anlaşılan. Hoş, geçen hafta tatil olmasaydı eminim ki yine böyle hay huy içinde geçerdi. Bu dönem daha rahat bir dönem aslında bizim için ama nedense bu yıl öyle olmuyor. Gelecek dönemi düşünmek bile istemiyorum. Üstelik artık doçentlik sınavı için de yavaştan çalışmaya başlamam lazım.

Minik not defterime yapılacak işler diye bir başlık attım. İşleri "Evde yapılacak işler, Dışarıda yapılacak işler" ve "Okulda yapılacak işler" diye 3'e böldüm. Sabahtan beri okul kısmındaki kaç işi bitirebildim peki? Sadece 1 çünkü sürekli başla şeyler çıkıyor, başka işler giriyor araya. Yeni çıkan işlerin sonraki safhalarını da ekliyorum, liste uzadıkça uzuyor benim de içim sıkılıyor. Benden 1-2 tane daha olsaydı ya da Harry Potter serisinin birindeki gibi zamanı ileri geri alabilen bir aparatım olsaydı da 2 gün önceye, 5 gün sonraya gidip gelip işlerimi rahatlıkla bitirebilseydim.
Herkes mi böyle yoksa ben mi zamanımı iyi ayarlayamıyorum bilmiyorum ki. Bunu az önce proje için yanına gittiğim memur arkadaşın yanındaki masada oturup okey oynayan gence sorayım en iyisi.