29 Haziran 2010 Salı

Yeni kitaplarım

Pazar günü kocamla kendimizi dağıtmışız. Önce C&A'ya girip o çok güzelmiş, bu ne şirinmiş derken 120 TL'lik alışveriş yapmışız. C&A'nın nasıl ucuz olduğunu biliyorsanız bir sürü şey aldığımızı tahmin edersiniz. Oradan Mothercare'e geçtik, birkaç parça şey de oradan aldık. Ancak gördüğüm kadarıyla her iki mağazanın ebatları birbirinden farklı. Mesela Mothercare'de 0-3 ay arası olan bodyler büyüklük olarak C&A'daki 3-6 aya eşit. Neden böyle bilmiyorum. Bakalım hangi ölçü bebeklerim için daha uygun olacak.

Sonra da 1-2 bebek arabası, araç koltuğu satan yere baktık, fiyat aldık, özellikleri inceledik, derken kendimizi D&R'a attık. Almak istediğim 2 kitabı daha buldum. Bunları bir okuyayım önce, sonra gerisini internetten sipariş vermem gerekecek anlaşılan.

Aldığım kitapları da yazayım size.

1) Gebe Kalma, Gebelik ve Doğum-Dr. Miriam Stoppard: 2 yıl kadar önce aldığım ilk kitabım. Adı üstünde, hamile kalmadan önceki dönemi de anlatan bol resimli, 369 sayfalı bir kitap. Beslenmeden bebeğin ve annenin hamilelikteki aşamalarına kadar pek çok bilgi var. Örnek vakalarla da bazı sorunları alatıyor ayrıca. Doğum izni kısmında direkt çeviri olduğu için İngiltere'deki durumdan bahsedilmiş, oraya ekleme yapılsa iyi olurmuş. Bunun haricinde tavsiye ederim.

2) Anne Babalar için Doğuma Hazırlık - Sağlık profesyonelleri için rehber - Editörler: Prof. Dr. Hülya Okumuş, Yard. Doç. Dr. Samiye Mete: Bu da çok memnun kaldığım diğer kitap. Yazarlar ve editörler Dokuz Eylül Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Doğum ve Kadın Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı'nın öğretim üyeleri. Bunda da hamilelik, doğum ve sonrasıyla ilgili pek çok bilgi ve resim var. Bebeği nasıl emzirmeniz gerektiği resimli olarak anlatılmış mesela. Hamilelik ve doğum sonrası egzersizleri, yenidoğan bebeğin bakımı, doğum türleri vs. pek çok şey bulabilirsiniz. Kitap 206 sayfa.

3) Bebek Bakım Sorunlarına Mucize Çözümler - Tracy Hogg ve Melinda Blau: Yeni aldığım kitabım. Başka bloglardan çok methini duymuştum. O yüzden mutlaka almak istedim. 527 sayfalık, hiç resim içermeyen bir kitap. Görünüşü dolu dolu. 1-2 sayfa okudum, güzel bilgiler var. En kısa zamanda okuyacağım.

4) Modern Bebek Bakımı "0-12 ay dönemi bebek bakımı ve sağlığı"- Dr. Erhan Ateş: Bunu da yeni aldım. 371 sayfalık, az resimli bir kitap. Gördüğüm kadarıyla bebeğin doğumuyla birlikte 1 yaşına kadar olan süreci detaylı şekilde anlatıyor. Acil durumlar, zehirlenmeler, bebek ve annenin ihtiyaç duyabileceği ürünler, bebekteki ay ay değişiklikler, aşılar, bebeğin büyüme takvimi, dişlerin çıkış sırası vs. Kabaca baktım ve beğendim.

Geçen hafta aldığım kitabı ise bulamadım. Fakültede bıraktıysam eğer gidince yazarım ama eğer Eskişehir'de bıraktıysam biraz bekleyeceksiniz.

Bunların dışında hamileyim dergisine aboneyim, internetten ona buna bakıyorum, çevremdeki anneleri ve çocukları gözlemliyorum, bir sürü şey öğrenmeye çalışıyorum. Amacım iyi ve bilinçli bir anne olmak. Umarım olurum, bunun için elimden geleni yapacağım.

27 Haziran 2010 Pazar

Kocamla uzun zaman sonra AVM'ye gidiş

Kocamla alışveriş merkezine gitmeyi pek severiz. Alışverişten sıkılan erkeklerden değil neyseki o yüzden eskiden bol bol gezerdik, ona buna bakardık, fiyat karşılaştırırdık, ürün denerdik vs. vs. Hamileliğimin ilk 3 ayı ve biraz da sonrasında bırak yürümeyi, neredeyse kolumu kıpırdatacak halim kalmadığı için hiçbir yere gidemiyorduk. Zorunlu alışverişler için gittiğimizde ise 15 dakika sonra pilim tamamen bitiyordu.

Bugün hazır enerjim varken ve henüz kendimi kaldırabiliyorken Espark'a gitmeye karar verdik. Gezintimiz elbette bebek üzerine olacak. 1-2 kıyafet bakacağız. 1-2 de Ankara'da bulamadığım kitap. Biraz da bebekler öncesi ilgi alanlarımıza vakit ayırıp LYS sınavına girenler dağılıp heryeri kalabalıklaştırmadan evimize döneceğiz.

Aslında araya bir de sinema sıkıştırabilirsem süper olacak ama herhalde olmaz. Evde yapılması gereken bir sürü iş var, aklım onlarda. Sinemaya da bilahare gideriz artık.

Birşeyler daha yazacaktım ama çıkmamız lazım artık. Arkası yarın...

25 Haziran 2010 Cuma

Kitaplar kitaplar

Hamilelik üzerine aldığım kitaplarımı bitirdim, internette ona buna baktım, artık bebek bakımına geçmenin zamanı geldi de geçiyor bile. İnternetten bir sürü kitap adına ulaştım, ama bunları da görmek lazım değil mi. Bir sürü kitap sırf yazılmış olmak için yazılmış mesela, içinde herkesin bildiği genel bilgiler var, 3-5 renkli resim de koydun mu al sana kitap. O yüzden internetten baktığım kitapları elime alıp karıştırmadan almamaya karar verdim ve dün akşam iş çıkışında Kızılay'a giderek listemdeki pek çok kitabı bulacağıma inandığım Dost kitabevine uğradım. Maalesef listemdeki kitapların sadece 2 tanesine ulaşabildim, gerisi de hep bilinen şeylerdi. Mehmet Öz bile bu konuda kitap yazmış bir başka yazarla birlikte. Zaten yazmasa şaşardım. Bu sene kıllı göbeğini açıp bel çevresini ölçmedi henüz, unuttu mu acaba?

O kitaba burun kıvır, şu olmaz derken listemde olmayan bir kitabı aldım ve hayal kırıklığıyla üst kata yöneldim. Diğer kitaplara da göz atayım yeni neler çıkmış diye rafların önünde gezinmeye başladım. (Aslında benim doçentlik sınavı için ders kitaplarından başka şeye bakmamam lazım bu ara ama bebek kitapları okumak istiyorum). Rafların birinin önündeyken yanında durduğum kız "içinde aşk olan eğlenceli bir kitap okumak istiyorum" dedi. Hiç üstüme alınmadım, sonuçta saçlarıyla kapanan kulaklarında cep telefonunun kulaklığı olabilir ve birisiyle telefonda konuşuyor olabilir, deli olabilir ya da en akla yatkını beni birlikte geldiği arkadaşı sanıyor olabilir. Netekim az sonra da elimdeki kitabı kaparak "sen ne aldın" diye bakmaya başladı. Ben de yüzümde bir gülümsemeyle kızın uyanma anını seyretmeye koyuldum. Az sonra şaşkınlıkla yüzüme baktı ve "çok özür dilerim ben sizi annem sanmıştım" dedi. Ben "sorun değil deyince de "ben de annem bu kitabı neden alımış ki diye şaşırmıştım, bir de elinizden kaptım, çok pardon" diye devam etti. "İleride işinize yarar belki" diye gülümseyerek uzaklaştım.

Şimdi diğer kitaplara ulaşmaya çalışacağım.

Düm gamlı baykuşla tekrar karşılaştık ve sorunun ne olduğu anlaşıldı. Bana yine kafamı dinleyeceğim son 4.5 ay içinde olduğumu hatırlattı, "ileride göreceksin hocam. Bu akşam benim için televizyonun karşısına kurul, istediğini seyret" dedi. Ben de sorununu tam olarak anladım. Çocuk erkil aile modelini benimsemişler, olan bu. Eskiden ataerkil olan aileler artık çocukların etrafında dönüyor maalesef. Anneler babalar çocukları büyürken nedense sınır koymayı beceremiyorlar, çocuklar da sınır olmayınca ipini koparıyor. Şımarıklığın bini bir para. Çocuk kendini hayatın merkezi sanıyor ve sonra da bu şımarık ergenlerle biz uğraşıyoruz. Bir ara bebeklerin televizyon izlememesi hakkında birşey yazmıştım. İsteyen şuradan görebilir. Gamlı baykuş ipleri çocuğa vermiş, nereye çekerse oraya gidiyor. Sonra da bana hayatımın bittiğinden falan bahsediyor.

Hep derim, teorikle pratik birbirini tutmaz elbette, bakalım ben nelerle karşılacağım ama biz annemizin bir bakışıyla, tek kelimesiyle sus pus olurduk, şimdiki büyümüş de küçülmüşler gibi laf yetiştirmez, pabuç kadar dillerimizle ortalarda dolanmazdık. Çocuk yetiştirmek zor iş biliyorum ama ebeveynler çocuklarının kişilik gelişimlerinin sınır koyarak sekteye uğramayacağını anlasalar artık.

Zamanla biz de göreceğiz bakalım ikiz çocuk yetiştirmek nasıl birşeymiş :)

24 Haziran 2010 Perşembe

Erkek milleti

Geçenlerde aylık rutin kan ve idrar tahlillerim için evimize yakın olan bir kadın hastalıkları ve doğum hastanesindeydim. Normal bir hastanede her türden hasta vardır, burada ise esas olarak kadın hastalar daha doğrusu hamileler ve onların kocaları olur en fazla. Sıralarını beklerken erkeklerin koltuklara oturmasına sinir oluyorum. Kardeşim burası kadın hastalıkları ve doğum hastanesi, orada bulunan kadınların yarıdan fazlası hamile, sen ne diye koltuk işgal ediyorsun. Neyse, konumuz bu değil.

Doktorum tahlil kağıdımı bana önceden verdiği için işim kolay oluyor, muayene için sıra beklemeden tahlil kağıdımı kaydettirip kan alma ve materyal alma bölümlerine geçiyorum. En son gittiğimde sıradaki iki kadın erkeklerin anlayışsızlığından bahsediyorlardı. Bir tanesi dedi ki "eğer erkekler hamile kalsaydı kesin çocuk doğurmazlar, ya da en fazla tek çocukta bitirirlerdi bu işi". Dün şahit olduğum bir olay bu görüşün doğru olduğunu düşündürdü bana.

Dün akşam üstü 2 ay önce doğum yapan bir arkadaşımız bebeğiyle birlikte fakülteye uğradı. Yakın arkadaşları ve bölümdeki arkadaşları olarak bebeği görmeye koşturduk tabii. Konu tabii ki bir süre sonra bana ve ikizlerime kaydı. O sırada yaklaşık 3 yıl önce baba olan bir asistan arkadaşımız (aynı zamanda benim ilk asistan olduğum zamanki öğrencilerimden, yani benden bayağı genç) dedi ki, "Sana acıyorum hocam, rahat geçireceğin son 4.5 aya giriyorsun, ondan sonra hayatın kayacak vs vs." Eski öğrencim olmasının rahatlığıyla kendisini önce güzelce fırçaladım sonra da sırtına okkalı bir yumruk geçirdim felaket tellalının :)

Kardeşim ben 38 yaşında ve geçen sene bir düşük yapmış bir kadınım, bu bebekleri doğurmayı herşeyden çok istiyorum ve ne kadar zor olursa olursa olsun her şeye göğüs germeye kararlıyım. Bildiğim şeyleri bana dünyanın sonu gelmiş gibi anlatmanın ne anlamı var?

Önceleri kızdım ama sonra neler olduğunu anladım. Şimdiye kadar hamile olduğumu öğrenen hiçbir kız arkadaşım (çocuğu olsun olmasın) felaket tellallığı yapmadı. Hele ikiz beklediğimi öğrenenler daha da mutlu oldu, "keşke benim de ikizlerim olsaydı, biraz yorulacaksın ama çok şanslısın" dediler. Bir başka erkek arkadaşım da "çok yorulacaksın elbette ama çocuklarının boynuna sarılıp yanaklarına birer öpücük kondurması herşeye değer" dedi. İki erkek arasındaki yaklaşım farkına bakar mısınız.

Elbette ki bebek sahibi olmak için annenin hazır olması kadar babanın hazır olması da çok önemli. Ve sanıyorum o gamlı baykuş arkadaşım hazır değilmiş. Bir de şu var tabii, biz kadınlar beta-Hcg seviyemiz ölçüldüğü anda anneliğe başlıyoruz, hamileliğin herşeyini bilfiil yaşadığımız ve vücudumuzu, hormonlarımızı, yediklerimizi, içtiklerimizi, soluduğumuz havayı paylaştığımız için, hareketlerini hissettiğimiz, tekmelerini yediğimiz bebeklerimizle çok çok önce iletişim kuruyoruz. Doğumdan sonra oksitosin hormonunun etkisiyle bebeklerimize karşılıksız bir sevgiyle ve karşı konulamaz şekilde bağlanıyoruz ve emzirme denen mucizeyle bebeklerimize aşık oluyoruz. Erkekler ise babalığın ne olduğunu ancak bebekler doğup kucaklarına verildiğinde anlıyorlar (bazı babaları tenzih ederim elbette). Onlar için yeni başlayan uykusuz geceler ve yorgunluk bizim için o kadar tahammül edilemeyecek bir şey değil, ama erkekler hamilelik gibi bir dönem geçirmedikleri için bunun aslında ne zor bir süreç olduğunu bilmiyorlar, sadece doğum sonrasını biliyorlar. "Kadın bir doğururken erkek dokuz doğururmuş" lafı da tam bir saçmalık. Kadın bir hamilelik yaşarken erkekler de dokuz hamilelik yaşasın o zaman anlarım bunu. Hem artık normal doğum o kadar azaldı, sezaryen o kadar arttı ki ameliyat başladıktan 15 dakika sonra bebeğinizi kucağınıza alıyorsunuz, kimsenin dokuz doğuracak vakti olmuyor.

Sonuç olarak erkeklerin bizim hislerimizi anlaması mümkün değil. Bu yüzden önce kızdığım gamlı baykuş arkadaşım için üzüldüm sonrasında. Ve kocamın onun gibi olmadığı için de şükrettim :)

23 Haziran 2010 Çarşamba

Salaş bir hamileyim galiba

Öncelikle 2 günlük kusmama işinden bahsedeyim. Galiba biraz erken konuşmuşum, bu sabah aynen devam. Henüz o kadar özlememiştim ama olsun :)

Dün biraz erken çıkıp Ankamall'e gideyim, kendime etek bakayım dedim. LCW'nin hamile reyonunun çok ucuz olduğundan bahsetmişti bir arkadaşım daha önce, ben de gidip kocamın nefret ettiği bir kot bir de siyah kumaş pantalon almıştım. Aldığımda cuk oturan pantalonlar zamanla bollaştı. İçini doldurum nasıl olsa diyorum ama yine de kocamın nefret etmesine engel olamıyorum. Pantalonları alırken kot etek de görmüştüm ama daha erken, sonra alırım diye almamıştım. Keşke alsaymışım, artık bulamıyorum. 2-3 tane LCW dolaşmama rağmen yok. Zaten hamile reyonu dedikleri de en fazla 1 askı dolusu tişört, gömlek, pantalon falan. Ben de bir sürü şey olacak da aralarından seçim yapamayacağım diye düşünmüştüm.

Şimdiye kadar bol tişörtlerle, gömleklerle idare ettim ama artık bebekler biz buradayız demeye başladı. Esprili hamile tişörtlerine bakıyorum ama alamıyorum nedense. 38 yaşında olmasam, biraz daha genç olsam alırdım.

Hamile kıyafetlerine dünya kadar para vermek de istemiyorum açıkçası, yoksa hamile butikleri yok mu? Var elbet, internetten bile bir sürü giysi almak mümkün ama yaklaşık 5 ay, sonrasında belki 1-2 ay daha giyebileceğim şeylere en az 100 TL vermek istemiyorum. O parayı bebeklerime harcarım.

Neyse ki işim aşırı şık olmamı gerektirmiyor. Sosyete dilberi de değilim, şık şıkırdım gezmeme gerek yok. Çekiyorum altıma kot pantalonumu, öyle geliyorum fakülteye. Geçen sene anneme 4 tane viskon bluz diktirmiştim ama giyme fırsatım olmamıştı. Onları giymeye başladım şimdi. Belden büzgülü, yarım kollu ya da kolsuz 4 tane şık bluzum var. Kotumun salaşlığını bir nebze olsun gideriyorlar sanıyorum. Sonuç olarak salaş bir hamileyim, şikayetim de yok.

Dün sadece ihtiyaçlarım olan çamaşırları aldım. Vitrinlerden geçerken eskiden ya vitrindeki ürünlere ya da aynadaki yansımama bakıp ince miyim, şişman mıyım, saçım iyi görünüyor mu diye kendimi eleştirirdim. Şimdi sadece göbeğime bakıyorum. Çantayla kapatabileceğim büyüklüğü de aştı artık, gözlerim hep vitrinlerde, aynalarda; camdaki yansımalarıma gülümsüyorum.

Bebeklerime de muhtelif bodyler aldım. 0-1 ay, 2-3 ay, 3-6 ay. Kısa kollu, uzun kollu, kolsuz. Pembe-mavi kalıplarına sokmak istemiyorum yavrularımı ama diğer renklerde pek az şey var maalesef. İster istemez mavi ve pembe giyecekler bir miktar.

Dün eve yorgun ama mutlu bir şişgöbek olarak döndüm anlayacağınız. Çok şık değilim ama mutluyum ya, gerisi önemli değil :)

22 Haziran 2010 Salı

18+0

4.5 ayı devirmiş bulunuyoruz bebeklerimle birlikte. 2 gündür kendimi denemek için kahvaltı yaptıktan sonra dişlerimi fırçalıyorum ve bu 2 gündür kusma olmadı. Gerçi diş fırçalama sürelerim normale göre bayağı kısaldı, bu da etken olabilir. Tekrar denemem lazım ama bulantılar tarihe karışıyor gibi. Bunu diyeceğimi sanmazdım ama keşke yine bulansa içim. Böylece bebeklerle bir etkileşime geçebilirim gibi geliyor bana.

İlk 3 ayda bebekler daha minicikken varlıklarını bulantı, uyuklama, halsizlikle anlatıyorlardı bana. Ama artık bunlar kalmadı, bebeklerin hareketlerini hissedene kadar 1-2 hafta daha geçmesi gerek dedi doktorum. Oysa ben 2-3 hafta kadar önce soldan bir tekme yemiştim. Ya da bana öyle gelmişti. 600'e yakın sınav kağıdı kolumun altında, diğer elimle odamın kapısını açmaya çalışırken kız rahatsız oldu anlaşılan, önce hafif, sonra da beni "ay" diye sıçratacak kadar şaşırtan bir hareketlenme olmuştu. Doktorum "daha hissedemezsiniz" dedi ama ne bileyim, bana gayet net bir tekme gibi gelmişti.

Aslında bebekler gayet hareketli ama bu aşamalarda bağırsak hareketleriyle, gazla karışabiliyormuş. Zaman zaman garip bir hareket hissediyorum, herhalde bebeklerim diyorum. Pek çok hamile arkadaşım ultrasonda bebeklerin hareketlenmesi için öncesinde şeker veya çikolata yediklerini söylerdi. Bebeklerde enerji patlaması oluyor anlaşılan. Ben şekerli hiçbir şey yemediğim için bu ihtimal bana uzak. Bakalım ilk net tekmeyi ne zaman yiyeceğim. Bebekler hızla büyüdüğü ve yerleri dar olduğu için bir başladı mı hiç bitmeyecek anlaşılan.

Peki şikayet edecek miyim? Asla. Diyorum ya, bulantıyı bile özledim ben :)

21 Haziran 2010 Pazartesi

Diyet haberlerine dönüş

Hayır, diyete başlamadım tekrar. Sadece bir haberim var sizlere. Diyet hikayelerimden ve diyetisyenimin ne kadar iyi bir insan ve diyetisyen olduğundan bahsetmiştim sizlere daha önce. İsteyen diyet başlıklı yazılara göz atabilir. Vaktim yok diyenlere kısaca özetleyeyim. Evlendikten sonra 10-15'e yakın kilo almıştım. Kendi başıma vermeyi beceremeyince, kocamın da desteklemesiyle diyetisyen yardımı almaya karar vermiştim. O aralar kadın doğum uzmanım Güven Hastanesi'nde olduğu için orayı arayıp bir randevu almıştım. Banu Hanım'ı (Banu Topalakçı) tesadüfen bulmuştum, bana Allah gönderdi de denebilir. Orada çalışan 3 tane diyetisyen vardı ve telefonun ucundaki görevli bana Banu Hanım için randevu vermişti. İyi ki de öyle yapmış, o görevlinin alnından öpmem lazım.

Banu Hanım'a ilk görüşte ısındım. Bilirsiniz, sağlıkla ilgili her türlü konuda doktorunuza güvenmeniz çok önemli. Burada da aynı şey sözkonusu. Siz diyetisyeninizi seveceksiniz, ona güveneceksiniz ki başarılı sonuç alabilin. Zaman içinde benim için diyetisyenden fazlası oldu. Sorunlarımı anlattım ona, sabırla dinledi beni. Yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmadı. O kadar çok anlattım ki onu kocama, kocam da tanışmak istedi. "Ne gereği var" demedi, bize vakit ayırdı, o tatlı gülümsemesiyle hayatımızı aydınlattı. Sayesinde net 10 kg verdim, ama çoğu yağdan gittiği için 15 kg'a denk geldi. Bu arada ortak bir arkadaşımız olduğu da ortaya çıktı. Meğer o da daha önce Banu Hanım'a gitmiş ve çok memnun kalmış. "İşini çok iyi bilen bir diyetisyendir, aynı zamanda Güven Hastanesi'nin yeme içme müdürü, çok başarılı bir kadın" demişti. Zaman içinde ne kadar başarılı olduğuna ben de şahit oldum zaten. Bir arkadaşım da benimle birlikte gelmeye başladı, o da aynı şekilde çok güzel kilo verdi ve aşırı derecede memnun kaldı.

Bugün Banu Hanım'ın hastaneden ayrıldığını öğrendim. Bazı sıkıntıları vardı ama geçer diye ummuştum, meğer geçmemiş ve o da istifa etmiş. Güven'in kaybıdır, bir daha da oraya gitmem ben. Kendi yerini açmış Banu Hanım. Ankara'da olup da anlayışlı, güleryüzlü ve işinin ehli bir diyetisyen arayan varsa diye adresini (kendisinden izin alarak) yazıyorum.

Uzm. Dyt. Banu Topalakçı
İdeal Beslenme Eğitim ve Danışmanlık
Çevre Sokak (Cinnah'ın sol paraleli)
5/1
Çankaya/ANKARA
0312 4666130

Hastaneye ziyarete gidip bir kahvesini içecektim, hamile kalınca sade süte çevirmiştik ama bir türlü gidememiştim. Şimdi ilk fırsatta ziyaretine gidip şahsen de hayırlı olsun diyeceğim.

Ah Güven, sen de salaklığına doyma ne diyeyim.

20 Haziran 2010 Pazar

LYS'ler (ne çok sınav oldu birden)

Bizim zamanımızda iki aşamalı sınav vardı, ilkine girip, ikincisine girme hakkı kazanabiliyorsak eğer girer, sonra da yerleştirilirdik, bu kadar basitti bu iş. Şimdi o sınava gir, bu sınava gir, etraf sınavdan geçilmiyor.

Dün 2 görevim vardı. Sabah Matematik sınavına girdik. 2 testin olduğu, önce bir testin verildiği, sonra soru kitapçıklarının alınıp ikincisinin verildiği bir sınav. Ben bu tarz bir sınava en son yıllar önce LES'te girmiştim (şimdi ALES oldu gerçi). Bir testi verip, toplayıp sonra diğerini vermişlerdir. Türkçe vs. kısmında vakit artırmış, Matematiği yetiştirememiştim. Keşke ikisi de elimin altında olsa da artırdığım süreyi diğerinde kullanabilseydim diye çok hayıflanmıştım. Dün gerçi benim sınıfımda süre artıran 2 kişi oldu sadece, gerisi son dakikaya kadar kaldı.

Gördüğüm kadarıyla öğrenciler oldukça heyecanlı ve stresliydi. Cevap kağıtlarında yazan doğum tarihlerine göz attım, hepsi 1992 doğumluydu. Benden 20 küçük, erkenden evlenmiş olsam benim çocuklarım olacak yaştaydılar. Bunu farkedince bir an afalladım. İnsan kendini hep olduğundan küçük görüyor nedense. Belki yaşımı göstermememin de bunda etkisi vardır. 18 yıl sonra ben de sınav salonunda görevli değil de, kapıda heyecanla bekleyen annelerden biri olacağım. Herhalde bebekler doğunca o günler de çabucak gelecek yaşamın hay huyu içinde. Her anın değerini bilmeli o zaman.

Öğleden sonra Yabancı Dil sınavı vardı. Sabahkinden farklı olarak kimsede heyecan görmedim. Sınava gelenler çoğunlukla birbirini tanıyordu. Kızlar 2-3 kişilik gruplar halinde kikirdeyerek salonlarını arıyor, bulanlar ya diğerleriyle öpüşüp sınıfa giriyor, ya da eşyalarını bırakıp arkadaşlarının yanına koşuyorlardı. Erkek arkadaışıyla da gelenler de aynı şekildeydi. Sanki partiye gider gibiydiler. Şaştım kaldım. Bir öğrenci "sınav artık başlasa, beklemekten sıkıldım" dedi. Kimsede zerre kadar heyecan yoktu anlayacağınız. Orta yaşlılar da vardı sınavda. Aslında ben de zaman zaman dil sınavına girip mütercim tercümanlık falan yazmak istiyorum ama devam zorunluluğu var, o yüzden yapamıyorum. Kocama anlatıp güldüğümüz bir hayalim var. Sınava girip birinci oluyorum ve aile fotoğrafı çekmeye gelen gazetecilerin önüne eşşşşek kadar bir kadın, kocası, anneler, babalar, kardeşler, onların çocukları şeklinde koca bir ordu halinde çıkıyoruz. Artık bebeklerim de bu hayale dahil olacaklar, daha da kalabalıklaşacağız. :)

Bugün bir oturum daha var ama benim görevim yok. Tek başıma evde oturuyorum. Şimdi kalkayım, gazete alayım ve kocam yanımdaymış gibi güzel bir kahvaltı hazırlayayım, kocamla olmasa da bebeklerimle konuşa konuşa yiyeyim.

18 Haziran 2010 Cuma

Vuvuzela mı? Olmaz olsun

Kocamla maçları seyrediyorduk kontroller için Ankara'ya geldiğinde. Daha doğrusu ben sonlara (hatta ilk yarının sonuna doğru diyelim) sızıp kalıyordum. Uyuyana kadar geçen süre bile bu dandik aletin iç bayıltan sesinden bayılmama yetti. Belki de beni uyutan vuvuzela sesleriydi, bak bunu savunmamda kullanayım :)

O nasıl sinir bozucu bir ses, o nasıl bir alet. Sadece Afrikalılar kullansa neyse ama her milletin taraftarı kullanıyor bir de. Yakında buralara da gelir diye düşünmüştüm ve korktuğum aynen başıma geldi. Bugün Kızılay'da bir oyuncakçıda "Vuvuzela geldi" diye bir yazı gördüm. Hepimize geçmiş olsun, ne diyeyim.

Dünkü saatler süren büyük sınavımızın teorik kısmında amfideki floresanlardan biri ötüyordu resmen. Floresan cızırtısını bilirsiniz. Bu da yeterince sinir bozucu bir sestir. 1-2 erkek öğrenci lambayı kapatmamı istedi. "Sınıfın bir kısmı karanlıkta kalır olmaz" dedim. Kupa maçlarını seyrediyor musun?" diye sorduklarım evet deyince de, "o zaman sık dişini biraz, farzet vuvuzela çalıyor birisi" dedim. Bizim teorik sınav kısa süreliydi ama yarın aynı amfide LYS sınavına girecek çocuklar ne yapacak bilemiyorum. Umarım floresan lamba çocuklara acır da ses çıkarmaz.

17 Haziran 2010 Perşembe

Ah Sony vah Sony

Sony çok iyi bir markadır bilirsiniz. Ama teknik servisleri bir daha hiçbir Sony malının yanına yanaşmama kararı almamıza neden oldu. Demek ki marka ne kadar iyi olursa olsun, iş teknik serviste bitiyormuş, teknik servis kötüyse marka ne kadar iyi olursa olsun, hiçbir değeri olmuyormuş.

Herşey kocamın bilgisayarının açma kapama düğmesinin bulunduğu yerin kırılmasıyla başladı. Şarj kablosu takılıyken ayağı takılmıştı kocamın, orası da çıkar-kırılır gibi olmuştu. Hemen Eskişehir'deki yetkili servise götürdü. Sonuçta kullanıcı hatası olduğunu biliyoruz, garanti kapsamına girsin diye bir derdimiz yoktu, neyse parası verip yaptıracaktık, aklımızda bu fikirle gitti kocam servise. Servisteki eleman ısrarla bilgisayarın çarpılması sonucu kırılmış olduğunu iddia etmiş. Bize inanmamasını bırakın, ücreti karşılığında yaptıracağımızı söylemesine rağmen ukalalığa devam edince kocam da almış bilgisayarı kapıyı vurup çıkmış.

İkinci servise gittiğinde bilgisayarı aldılar, ancak sonrasında bilgisayardan uzun süre haber alamadık.Yok satın aldığımız firma artık değişmişmiş de, Sony Eurasia'nın getirdiği sattığı mallara onlar bakmıyormuş da başkası bakıyormuş da, soracaklarmış da falan filan. Kardeşim bu mal Sony değil mi, sen de Sony servisi değil misin?

Neyse, dediğim gibi tamir etmek üzere aldıkları makineden uzun süre ses çıkmadı. Allah bilir İstanbul'a yolladıklarından bile şüpheliyim. Sürekli aramamıza rağmen 1 ay boyunca bilgisayar hakkında bir bilgi veremeyince cihazın başına birşey geldiğini, hatta kaybolduğunu düşünmeye başladık. Kocam en sonunda "bana bilgisayarımı iade edin diye ortalığı ayağa kaldırınca aleti bulup iade ettiler. Ama nasıl. Kocamın gözü gibi baktığı ve üzerinde tek bir çizik bile olmayan bilgisayarın kapağında boydan boya ve kocaman çizikler vardı. Sanki duvara sert bir şekilde sürtülmüş gibi. Bir de utanmadan aleti öyle aldıklarını iddia etmesinler mi? Kocamı zor sakinleştirdim.

Sonuç olarak kuvvetli yapıştırıcılarla çıkan-kırılan yeri kocam kendi tamir etti, üzerine de arabalarda kullanılan pastayla bakım yaptık, eskisi gibi olmasa da çiziklerin büyük kısmı kapanır gibi oldu.

Bu birinci vukuatlarıydı.

İkinci benim başıma geldi. 4 yıl kadar önce aldığım bir Sony MP3 playerım vardı. Belki görmüşsünüzdür, Sony bir ara mor, pembe, gri, siyah renklerde 4 GB ve 20 GB'lık MP3 playerlar çıkarmıştı piyasaya. Önce 20 GB'ı piyasadan kaldırdılar, sonra da diğerini. 20 GB diyorum size, dile kolay. İster harici hard disk gibi kullan aleti, ister binlerce (abartmıyorum) binlerce şarkı yükle. Herhalde bu kapasitede bir ürünün satış fiyatını az hesapladıklarını tahmin ettiler, karlı olmayınca da üretimden kaldırdılar. Önceleri 15-20 saat falan olan çalma süresi zamanla azaldı ve en son kullandığımda şarjı yarım saatte bir bitmeye başladı. Ben de aldığımız yere sorup teknik servis aracılığıyla pil getirtebileceğimi öğrendim (eyvah).

Servise telefonla ulaştığımda ellerinde pil olmadığını, İstanbul'a sorup bana geri döneceklerini söylidiler. Bekle bekle dönüş olmadı. 1-2 gün sonra aradığımda İstanbul'da da olmadığını, yurtdışı stoklarına bakacaklarını ve bana hemen bilgi vereceklerini söylediler. Yine arayan soran olmadı. Yine ben aradığımda Belçika'da bulduklarını, kaparo yatırırsam getirteceklerini söylediler. 130 liranın 60 lirasını hemen yolladım. Tarih 17 Mart idi. Hatta dekontu yolladığımı, söyleyip ellerine geçince bana bilgi vermelerini de istedim. Yine vermediler. 15-20 gün içinde geleceğini söyledikleri pil bir türlü gelmedi (tarih 17 Mart idi). Sonrasında İzlanda'daki yanardağ patladı, uçak seferleri falan aksadı, haydi aramayayım hemen, uçuşlar aksayınca gecikmiş olabilir dedim. 1-1.5 ay sonra aradığımda bana pilin henüz gelmediğini, uçuşların aksadığını falan söylediler. "Uçuşlar başlayalı 2-3 hafta oldu, bu ne aksaması" diye sorduğumda birşey diyemediler. Gelince sizi arayalım dediler hep ama kimse aramadı. Sürekli aradım (her arayışta aynı gerzek konuşmaları tekrar yaptılar), sonunda pilin gelmek üzere olduğunu, o gün gelen kargoyla ellerine geçeceğini ve beni arayacaklarını söylediler. O akşam değil ama 2-3 gün sonra lütfedip aradılar ve pilimin geldiğini söylediler. Bu arada 2.5 ay geçmişti.

Sonuç olarak pilime kavuştum, artık müzik dinleyebiliyorum ama kan kusturdular resmen. Kocam da Ankara'daydı kontrollerim için, servise birlikte gitmiştik. İyiki de öyle yapmışız, Sony servislerinin kötülüğünü bir kez daha gördük. Sekreterlerden birisi gözümüzün önünde tamire bırakılan 2 fotoğraf makinesini yere düşürdü. Diğer sekreterle de gülüştüler bu duruma. Ağzımız açık kaldı. Kimbilir ekstra ne arıza çıkacak makinelerde ve sahiplerine neler kakalayacaklar. Kocamın bilgisayarındaki çiziklerin nasıl oluştuğunu da anlamış olduk böylece.

Bir daha Sony mi? Asla almam. Ne kadar iyi olursa olsun. Üşenmeyeceğim ve şikayet mektubu yazacağım. İstanbul'a falan değil, direkt Japonya'ya . Bir markanın içine bu kadar sıçılmaz ki, adamlar bilsinler. Sonuçta bir şey çıkar çıkmaz, bizim içimiz rahatlasın da.

16 Haziran 2010 Çarşamba

Cacık içelim, içirelim

Bol bol su içmem lazım biliyorum ama bir türlü yapamıyorum. Bu aralar sınavlar, işler yine yığıldığı için içmek pek de aklıma gelmiyor açıkçası. Bebekler üzerinde olumsuz bir etkisi olur diye de korkuyorum ama dedim ya, beceremiyorum işte.

Bu hususu doktoruma sordum, amniyon sıvısı üzerinde olumsuz bir etkisi olur mu şeklindeki korkumdan bahsettim. Doktorum "öncelikle sizin sağlığınızı etkiler" dedi. Kabızlığa karşı gerekli olduğunu zaten biliyordum ama doktorum bende idrar yolu enfeksiyonu yapacağından bahsetti. Sonrasında piyelonefrite kadar giden bir tablo görülebilirmiş, bunun ötesinde de bebekler kaybedilebilirmiş (tabii ki bu en kötü durum senaryosunu aklımıza getirmiyoruz). Bu korkuyla hemen su içmeye karar verdim ve elimden geldiğince de içtim.

Bu akşam yemekte kendime iki koca tas sarımsaksız cacık yaptım. Bastım rendelenmiş salatalığı, soğuk suyu, naneyi, misler gibi içtim. Böbreklerim bayram ediyordur herhalde.

Yaz sıcaklarında hepimiz fazladan su içmeliyiz, ama hamileler daha da fazla içmeli. Aman hepimiz kendimize dikkat edelim, suyumuzu bünyeden eksik etmeyelim. (Bunları aslında kendime yazıyorum biraz da, okuyayım, bakayım da su içeyim diye).

Bu arada, ıhlamurlar çiçek açtı geçen hafta, mis gibi kokuyorlar. Yine mis gibi kokan hanımellerinin solmasına çok üzülmüştüm, ıhlamurlar üzüntümü hafifletti. :)

15 Haziran 2010 Salı

Kediler...

Geçen gün karşı apartmanın kapısında 5 tane yavru kedi vardı. Miyv miyv diye miyavladıklarını sanan, her biri ayrı renkte, yürümelerini, birbiri üzerinden atlamaya çalışmalarını zevkle izlediğim 5 tane minik yavru. Meğer apartmanın içini boyuyorlarmış ve anne kedi yavrularını boyacıların malzemelerinin, alçı çuvallarının vs. arasına saklamış. Boyacılar da yavrular kokudan rahatsız olmasın diye dışarı çıkartıyorlarmış. Onlar tutup kapının önüne koydukça yavrular içeri girmeye çalışıyorlardı, çok tatlı bir görüntüydü. Anneleri buradan ayrılmayın dedi demek ki onlara. Maalesef fotoğraf makinemi ayarlayıp bir türlü çekemedim tatlıları. Etraflarına çocuklar toplandı, boyacılar hem kedileri dışarı çıkarmaya hem de çocukları uzaklaştırmaya çalıştı derken yavruların sesini duyan anne geldi ve yavruları teker teker enselerinden tutarak tekrar içeri çuvalları arasına götürdü. Herhalde beslenme saati gelmişti yavruların.

Garibim, oralardan buralardan yemek bulup yavrularını beslemek için dışarıda dolanıp duruyor, sonra da gelip sakladığı yerde yavrularını besliyor. Bu sabah da kapalı kapının önünde dolanıp içeri girmeye çalışıyordu tatlı şey.

Annelik her mahlukatta aynı. Gerçi insan yavrularının kendilerini kurtaracak kadar büyümesi çok uzun süre alırken, o kediler kısa süre sonra hayata atılacaklar, anne artık onlarla ilgilenmeyip seneye bir kez daha yavrulayacak. Ama şu anda ihtiyaçlar bizimle ortak:

- Barınak
- Yemek
- Temizlik

Anne kedi kimseler bulmasın, diğer kediler boğmasın diye yavrularını oraya buraya saklayıp yemek avına çıkarken biz bebeklerimizi evlerimizde anneanne, babaanne veya bakıcı ile bırakıp işe gidiyoruz. İkimizin de aklı yavrularımızda kalarak.

Çok mu duygusallaştım ne, minik kedilerden nerelere geldim :)

13 Haziran 2010 Pazar

Haberler güzel

Geçenlerde bir arkadaşım "cildin hala aynı ne güzel, hamilelerin genelde bozulur" dedi. "Ne derler bilirsin" dedim, "erkek bebek anneyi güzelleştirir, kız bebek annenin güzelliğini alırmış, demek ki benimkiler nötrlüyorlar". Çok güldük sonra.

Evet bebeklerimin biri kız biri erkek. 3 hafta önce öğrenmiştik aslında ama iyice kesinleşsin istedim. Dün doktorum bir kez daha onayladı, bir oğlum ve bir kızım olacak. Bebeklerin ikiz olacağını öğrendikten sonraki belki de en güzel haber bu (sağlıklı olmalarının haricinde elbette). İlk hamileliğimde kocam da ben de kız olsun istemiştik. Belki de yavrucak erkekti de dayanamadı, gurur meselesi yapıp gitti. Bu sefer hiç cinsiyet dileğimiz olmadı. Hep yeter ki sağlıklı olsunlar dedik. Her kadının mutlaka bir kızı olmalı derim hep ama ikisi de erkek olsaydı da olurdu, biz ikişer tane erkek ve kız ismi bulmuştuk nasıl olsa. Bu durumda anneleri gibi çift isimli olacak yavrularımız. Çocuklar belki de birbirlerinin giysilerini, oyuncaklarını daha az kıskanacak, karşı cinsi daha erken bir zamanda tanıyacakları için cinsel gelişimleri daha sağlıklı olacak, annenin süsleyip püsleyebileceği bir kızımız, babanın rol model olabileceği bir oğlumuz olacak. Tüm bunları zaman gösterecek gerçi. Yine de ne kadar mutlu olduğumu anlatamam size.

Doktorumuz bebeklerin gayet sağlıklı olduğunu söyledi. Tatlı yemememe rağmen kilo almış olduğum için de bana kızdı. Yediğim keçi peynirlerine ve tam yağlı koyun peynirlerine ve yağlı olan herşeye veda etmem ve daha çok yürüyüş yapmam gerekiyor anlaşılan. Ayaklarım hala spor ayakkabılarımın içine sığabilirken yürüyüşlerimi artırmalı, biraz daha hareketli olmalıyım demek ki.

Haftasonu haberleri bu kadar benden. Bu arada bir arkadaşımın hamile olduğu haberini aldım dün. Öyle sevindim ki anlatamam. Demek bebekler birbirini çekiyor :)

11 Haziran 2010 Cuma

Hamileyim hamilesin hamile

İyice hamile bloguna döndürdüm blogu, kusuruma bakmayın. Ama bu aralar hayatımdaki en önemli ve en dikkat çekici şey bu. Bunun ilerisi de anne-çocuk bloguna dönüşmek olacak anlaşılan.

Bu aralar fakültece ürüyoruz. Yeni doğum yapıp şu anda doğum izninde olan pek çok asistanın yanısıra halihazırda hamileliğinin muhtelif dönemlerinde olan ben dahil 4 asistan ve 2 idari personel var. Şişgöbeklerin arasına karıştığım için hayatımdan çok memnunum. Karnım büyüdükçe yüzümdeki gülümseme de büyüyor. Ve biliyorum ki atletizm yarışmasında olsak hepsini yakın zamanda göbek farkıyla geçeceğim, bebeklerim artık hızla büyümeye başladı çünkü. Geçen aya kadar bol gömlekler, lab. önlüğü derken çok farkedilmiyorlardı. Hatta geçenlerde bir öğrencim "Hocam size kötü bir haber vereceğim ama üzülmeyin, çok kilo almışsınız" dedi ve kendi göbeğini gösterip "gerçi ben de aldım ama" diye ekledi. Normalde bir kadına söylenecek en kötü şey bu. Ha küfretmişsin ha kilo almışsın demişsin, fark yok bence. Nedense başkalarının mutsuzluğu, başarısızlığı pek çok insanı mutlu eder ve sizi gördükleri an "Kilo almışsın" diye kem bir gülümsemeyle tokat gibi yapıştırırlar bu lafı. Bu sefer hiç sinirim bozulmadı. Dedim ki ona "Güzelim, senin için kötü haber olabilir belki ama benim için değil". Böylece hamile olduğumu öğrenmiş oldu o öğrencim. O zaman yaklaşık 3.5 aylık hamile olduğumu duyunca da "ya ikiz ya da 5 kilo doğacak" dedi.

Demek öğrenciler benim kilo aldığımı sanıyormuş şu ana kadar. Başka bir asistan arkadaşım kız öğrencilerin kilo verdiğim için beni kıskandığını söylemişti bir ara. Diyetisyene gidip 10 küsür kilo veren hocaları yine şişiyor diye seviniyorlarmış demek ki. Artık karnım her gün biraz daha büyüyor, yürüyüşüm iyice paytaklaşıyor. Herhalde duymayanlar da anlar yakında.

Gerçekten hızla büyüyorum. Benden 3 hafta sonra hamile kalan bir arkadaşım kendi göbeğiyle benimkini karşılaştırıp her seferinde pek şaşırıyor. O henüz biraz kilo almış gibi görünürken ben direkt olarak 5 aylık hamile gibi dolanıyorum ortalıkta. Ve dedim ya çok mutluyum.

Ellerim ayaklarım şişmeye başladı, ayakkabılar, yüzükler artık sıkıyor ama mutluyum.

Karnım iyice gerilmeye başladı, bebekler büyümeye çalıştıkça karnım da geriliyor, oradan buradan çekiliyor, oram buram ağrıyor ama mutluyum.

Göbeğimin üzerinden bakınca ayaklarımı hala görebiliyorum ama görüşüm gün geçtikçe kapanıyor. Çok yakında ayaklarımı göremeyeceğimi biliyorum ama mutluyum.

Sağa yatmak, sola yatmak, sırt üstü yatmak, oradan buraya dönmek garipleşmeye başladı ama mutluyum.

Sabahları biraz da sürekli yağan yağmurun etkisiyle uyanmak istemiyorum ama yine de 6'da kalkıp kahvaltı rutinimi tamamlayıp erkenden fakülteye geliyorum ama mutluyum.

Mutluyum, çok mutluyum, hele kocam büyüyen karnıma bakıp "bebeklerimiz ne yapıyor" diye göbeğime dokununca mutluluktan nasıl uçuyorum anlatamam :)

10 Haziran 2010 Perşembe

16+2

Hayatımın hiçbir döneminde kilo açısından bu kadar rahat olmamış, bu kadar az tartılmamıştım. Tefal tartı reklamlarındaki kadın gibiyim, kilo aldıkça (abartmamak koşuluyla elbette) gülümsüyorum. Kilo artışım şimdilik normal görünüyor, cumartesi doktorum uyarır herhalde fazla bir artış görürse. Genel kanı da aşırı kilo almadığım şeklinde. Bakalım nasıl devam edecek. Doktorum 3 hafta önce şekerli herşeyi kesti, bunun da faydası olur sanırım. Zaten aldığım fazla şekerin ne bana ne de bebeklere faydası var, kan dolaşımında fazlası olunca insülin devreye giyip hoooooop glikojene dönüştürüyor, sonra da gelsin trigliseritler. Zaten yediğim ekmek vs.den yeterince nişasta alıyorum, lazım olduğunda onlar parçalanıverir şeker hallerine. Fazla şeker sadece kilo aldırsa yine iyi, gebelik şekeri oluşma riski var. Bunun da hem anne hem bebek üzerinde pek çok komplikasyonu. Nasıl olsa canım tatlı da çekmiyor, balı reçeli severim ama 4-5 ay daha yemezsem ölmem. Şanslıyım vesselam.

Bu hamilelik dönemimde anladım ki benden blumia hastası olmaz. Kusmaktan her zaman nefret ettim, bu dönemki kusmalarım ulvi bir amaca hizmet ettiği için umrumda olmuyor, midem, suratım alt üst olsa da banyodan yüzümde bir gülümsemeyle çıkabiliyorum ama sırf kilo almamak için yediklerini kusmak mı? Bana göre değil arkadaş. Yemek boruma yazık değil mi, mide asidiyle tahriş olacak ben güzel görüneceğim diye.

Kilo derdim yok dediğim gibi. Hamile kalırsam vücudum bozulur diye düşünenlerden hiç olmadım (zaten bozulacak kadar güzel vücutlu da olmadım). Varsın bozulsun, sonra toparlarız. Doğum yaptıktan sonra kendini salan kadınlardan da olmak istemiyorum açıkçası. Doğumdan önce çıtı pıtı olan ama doğumdan 7 yıl sonra bile hala hamile gibi görünen bir tanıdığım var, bir türlü kilo veremedi (belki de vermek istemiyor, bilemiyorum). Lohusalık, emzirme dönemi derken insan yemeye ve kilolarına alışıyor belki de. Ben alışmamalıyım, sizler de takipçim olun, uyarın beni.

Bu konuda en büyük destekçim ve ilham kaynağım kocam olacaktır sanıyorum. Etrafımdaki babalara bakıyorum da, özellikle bizden küçük olanlarda feci bir göbek var, sanki onlar da hamile. Yeni bebeği olanlar, bebekleri büyümüş olanlar genelde göbekli. Bir ara takılıyordum kocama "sen göbekli değilsin diye gelmiyor bebek" diye. "Çocuklar babalarını fit görmeli" diye bir fikri var kocamın. Bu yüzden sporunu asla ihmal etmez, en büyük hayranı benim bu konuda, bebekler de biraz büyüyünce hayran olacaklardır eminim. Ben de kilo verebilirsem eğer (ki ikiz anneleri zaten iğne ipliğe dönüyormuş-en azından gördüklerim öyle) değmeyin keyfime.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Kısa kısa

Gazetede dün bir haber vardı. Bir mankenimiz doçentliğe adım atmış. Ne olmuş diye baktım, meğerse doktorasını bitirmiş. Bu durumda doktorasını 7 yıl önce bitirmiş ve halihazırda doçentlik sınavına başvurmuş biri olarak ben herhalde ordinaryüs profesörlüğe adım atmışım gazeteye göre. Hocalarım için ekstra bir ünvan bulamadım.

Dün bir arkadaşımın aldığı hediyeyi değiştirmek için C&A'ya uğradım. Bu mağazayı ilk kez kongre için gittiğimiz Graz'da görmüştüm. Sonrasında önce Ankara, sonra da Eskişehir'de açılmıştı. Meğer ne ucuzmuş. Hamile kaldıktan sonra bebek kıyafetlerine bakmamı önermişlerdi. Haklıymış arkadaşlarım, hem ucuz hem güzeller, kumaşları da fena değil. Kendimi onu bunu almamak için zor tuttum. Sizlerin ayrıca önerileriniz varsa duymayı çok isterim.

Beren Saat'in bir ayağı altı parmaklı diye bir söylenti varmış. Neyse ki bir reklamda çıplak ayaklı oynayacakmış da beş parmaklı olduğunu görmüşüz. İçimiz rahatlamıştır herhalde. Ne boş işlerle uğraşıyor millet. Vakitleri mi çok, dertleri mi yok anlamadım ki.

İşler yine çığ gibi büyüdü. Finaller dört nala geldi, kağıt okumaya, not ilan etmeye aynen devam. Laboratuvara girmem lazım, daha bir sürü işim var. Herhalde artık kimyasal maddelerden fazla etkilenmez bebekler, ilk 3 aydaki organ gelişimleri tamamlandı. Yine de lab.ı iyi havalandırmalı çalışırken, nolur nolmaz.

Evde detaylı bir didikleme yapmam lazım. Atılacaklar, sonra bakayım diye kenara köşeye sakladığım dergiler, elden geçmesi gereken bir sürü ıvır zıvır. Aslında dolapları didikleyip bir gün yine giyerim umuduyla aldığım ama yıllardır dolapta öylesine duran giysileri (bazıları vintage olmuştur herhalde), aksesuarları falan ayırmam lazım. Bazıları etiketiyle duruyor hatta, pes kendime. Confessions of a shopaholic filmini seyredince düşünmüştüm bir ara (gerçi benim dolaptakiler öyle Chanel falan değil ama yine de didikleyeyim), İlkay "bizim dolap"ı açınca yine coştum (sağolasın meripoint). Ben de onlar için ayrı bir blog açayım, bakayım rağbet görecekler mi? Ne demişler "one man's trash is another man's fortune" (birinin çöpü diğerinin hazinesidir gibi bir çevirisi var). En kısa zamanda bu projeyi hayata geçirmeliyim ki bebeklerin giysileri, ıvır zıvırları için yer açılsın.

Havalar içimi baydı iyice. Bir kapalı, bir güneşli, bir serin bir vıcık vıcık nemle boğucu. İstanbul'u sular seller götürmüş yine, umarım tanıdık herkes iyidir, dikkat edin kendinize.

Sabahın körü yazımı yazdıktan sonra hazırlanayım, 7.30 otobüsüne yetişeyim. Erken gidince gün daha bir verimli geçiyor, daha çok iş hallediliyor, yapabilirseniz eğer tavsiye ederim.

8 Haziran 2010 Salı

Hamileyim (nihayet) yeniden!-3

Geçen sene benden sonra hamile kalan bir arkadaşım ilk aylarda neler olduğunu, neler yapması gerektiğini bana soruyordu. Elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışmıştım, ama 3. aydan sonraki sorularına verdiğim tek cevap şuydu: "Ben buralara kadar gelemedim, bunların cevabını bilmiyorum". Üzücü birşeydi ama geçti gitti işte. Şimdi ne mutlu ki 3. aydan sonra neler olduğunu da biliyorum ve bir önceki hamileliğimle karşılaştırma imkanım var.

Şimdiki halime bakıyorum da, önceki yaşadığım pek hamilelik gibi değilmiş aslında. Hiçbir rahatsızlık çekmemişim ben. Bu seferki (belki de ikiz olmasındandır) perişan etti beni ama sonucu güzel olacak, hiç ama hiç önemli değil.

Hiçbir hamilelik birbirine benzemez derler. Hatta aynı kadının farklı hamilelikleri bile farklıdır derler. Çok haklılar galiba. İşte benim yaşadığım farklılıklar:

1) Geçen sene hamile kaldığımda diyetisyenime gitmeye devam ediyordum. İlk 3 ay dengeli beslenmeye devam etmiştim, 2. aydan sonra diyetimde haftada iki kez balık, yumurta sayısının artması gibi değişiklikler yapılmıştı. Acıkmıyor, onu bunu yiyeyim diye kendimi paralamıyordum.

Bu sefer gel de yeme. İlk zamanlarda karşı konulamaz bir açlık yaşadım. Yiyordum fakat doymuyordum. Çok sık acıkıyordum ve önüme ne konsa silip süpürüyorum. Tam bir yemek öğütücüsüne dönüşmüştüm.

2) Geçen sene normal hayatıma devam etmiştim. Ne bir yorgunluk, ne de uyku artışı. Etrafta lay lay lom diye dolaşıyor, 4 saatlik lab. derslerinde bile fıldır fıldır geziyordum.

Bu sefer ne mümkün, sürekli uyumaktan gözlerimi açamadım. Kedi gibi her fırsatta kıvrılıp uyudum. Acayip bir halsizlik başladı. Kolumu kaldıracak gücü bulamadım, kısa mesafelerde bile yorulmaya başladım ve yürüme hızım bir kaplumbağanınkine eşit hale geldi. Lab. derslerinde sadece 1 saat ders anlatımı yapabildim, gerisine katılamadım (arkadaşlarım çok yardımcı oldular sağolsunlar).

3) Yemeklerde hiçbir kısıtlamam olmamıştı öncekinde.

Bu sefer ilk 2-3 haftalık aşırı yeme hissinden sonra fazla yediğim zaman rahatsız olmaya başladım. Yemeklerde az yiyip, sonrasında 1.5-2 saat aralarla kızarmış ekmek üzeri beyaz peynir yer oldum. Bulantıya en iyi gelen şeymiş meğerse, bünye herşeyin doğrusunu bilirmiş. Ayrıca tatlı yiyemez oldum. Bırakın yemeyi, reklamlarda gördüğümde bile kanal değiştirir olmuştum. Hala da tatlı birşey yedikten sonra ağzımda garip bir tat kalıyor. Zaten doktorum artık tatlı olan herşeyi (bal, reçel dahil) kesinlikle yasakladı, herhalde gebelik şekerinden korkuyor haklı olarak.

4) Bulantı, kusma falan hiç yoktu geçen sene. Annemde de olmamış, herhalde bundan diye düşünmüştüm.

Ama bu sefer bir başladı, tam başladı. Midede garip ve sürekli bir rahatsızlık hissi. Ara sıra kusma, su içmenin bile mideyi rahatsız etmesi. Ve diş fırçalamanın kusmayı tetiklemesi. Diş fırçalamadan yaşamayan biri için çok kötü bir şey olduğunu tahmin edersiniz. Kahvaltıdan sonra diş fırçalayınca yediğim içtiğim herşey boşa gidiyor, fırçalamasam bütün gün rahatsızlık duyuyorum. Tatlı herhangi bir yiyemediğim için şekersiz sakız bile çiğneyemedim uzun bir süre. Yeni yeni çiğnemeye başladım. Diş fırçalama rutinimi de artık kahvaltıdan önce diş fırçalama, midenin bu esnada kustuğunu sanması (öğürme refleksini maalesef kandıramıyorum), sonrasında kahvaltı yapma ve akabinde kısa süreli naneli sakız çiğnenmesi. şekline çevirdim Bulantılarım geçti ama bu diş fırçalayınca kusma durumu hala geçmedi. Umarım 4. ay içinde bundan da kurtulurum. Pavlov'un köpeği gibi olmaktan korkuyorum.

5) Daha önce kokulara hassasiyetim olmamıştı.

Bu sefer özellikle parfüm ve deterjan, sabun kokularından feci rahatsız oluyorum. Yemek kokularıyla aram iyi neyse ki, yemek yapabiliyorum, yapılırken mutfakta durabiliyorum ama bırakın parfüm, deodorant sıkmayı, elinize kolonya bile sürdüyseniz lütfen yanıma yaklaşmayınız ya da ellerinizi yıkayınız. Bu parfüm hassasiyetim varken şöyle birşey geçti başımdan. Bir pazartesi sabahı hızlı trenle Ankara'ya dönerken Eskişehir gar binasının içinde feci bir hindistan cevizi kokusu duydum. Kocam bile farketti, o derece yoğundu. Önümüzde yürüyen garip tipten geldiğini farkettik. Koku tam olarak Hawaian Tropic güneş yağı kokusuydu. Garip tip kollarına falan sürmüştü anlaşılan. Maalesef trende yan sıradaki koltuklardaydı. Neyseki havalandırma iyi, koku bana fazla gelmiyor derken şak diye gelip önümdeki arada masa olan karşılıklı koltuklara geçti ve burnumun direği kırıldı. Tren gara girerken bir de çantasından çıkartıp foşurt foşurt kollarına sıkmaz mı? O beş dakika öldüm öldüm dirildim.

6) İnternet bağımlısı olan ve cuma akşamları eve gider gitmez internet başına geçtiğim için kocamla kavga eden (adam çok haklı) ben internete bakamaz oldum. Facebook'a bakmak midemi bulandırmaya başladı. Laptop başından ayrılmayan ben maillere bile haftasonları sadece bir kez bakar oldum. Kocam şaştı kaldı. Blog yazamadığım dönemlerde o zamanlar dediğim gibi aşırı derecede yoğundum ayrıca, ama bir nedeni de buydu. Fakültedeki masa üstü bilgisayarda çalışırken fazla sorun yoktu ama laptop ile çalışırken resmen midem bulanıyordu. Bu da yavaş yavaş geçti ama yine de fazla takılmamaya çalışıyorum.

7) Yollarda ne güzel kitaplar, makaleler okurdum, makale çevirilerimi yapardım.

Bu sefer 1 satır bile okuyamaz hale geldi. Gazete alsam hem okuyamıyordum, hem de yeni gazete kokusundan feci rahatsız oluyordum. Koku hala rahatsız ediyor ama artık okuyup yazabiliyorum yollarda :)

8) Geçen sene cep telefonuyla şakır şukur konuşurdum.

Bu sefer konuşmak içimden gelmedi. Bir ara yazmıştım hatta bloga. Kimse beni aramasın aramak zorunda olduklarım da telefonu açmasın istiyordum. Hala da pek hoşlanmıyorum diyebilirim.

Sanıyorum bunların çoğu bebeklerin korunması için bünyemin bana ettiği oyunlar. Laptop bilgisayarların yaydığı radyasyon masa üstü olanlardan çok daha fazla, cep telefonunkini zaten herkes biliyor. Vücut bebekleri koruma altına bu şekilde aldı anlaşılan.

Şikayetçi miyim? Asla. Sağlıklı olmaları için elimden gelen herşeyi yaparım.

Bu arada 3 ay boyunca ne bir alışveriş merkezine gidebildim ne de sinemaya. Yorgunluk ve halsizlikten gitmeye cesaret edemedim hiç. Kocam sinema kısmından ziyadesiyle memnun oldu ama artık gitmek istiyorum. Bakalım nasıl olacak.

3. bölümün sonu.

7 Haziran 2010 Pazartesi

Sonbahar?

Sabah fakülteye geldiğimde yerdeki at kestanesi (Aesculus hippocastanum) yapraklarını görünce bir an şaşırdım. Neyse ki yapraklar yeşildi de "sonbahar mı geliyor noluyor, bugün ayın kaçı, hangi aydayız, yaza ne oldu" diye düşünmekten kurtuldum. Meğer dün Eskişehir'de sağnak yağmur şeklinde olan yağış burada feci büyüklükte dolu şeklindeymiş ve maalesef ağaçları ve meyveleri perişan etmiş. O kocaman 7 foliollü yaprakları bile düşürdüyse artık ne kadar büyük olduğunu siz düşünün.

Havalar feci halde garipleşti. Sıcacık bir havada açık ayakkabılarla evime giden ben dönüşte hırka ve neyse ki evde bırakmış olduğum spor ayakkabılarla döndüm (Bağcıkları bağlamak zorlaşmaya başladı ama yine de hayatımı kurtardılar). Cumartesi mis gibi havada silinen camların bütün bir hafta sürecek gök gürültülü sağnak yağışta ne hale geleceğini düşünmek istemiyorum. Ama herhalde önceki haline göre çok daha temiz olacaktır.

Hamile olduğum ve bebeklerin ikiz olduğu haberi fakülteye yayılmaya başlamış. Önlük, hırka vs. giyerek kapatıyordum önceleri. Ama 3. aydan sonra bebekler büyümeye başlayınca önlük falan da kar etmez oldu. Sürekli tebrik kabul ediyorum. Duymayanlar da beni görünce anlıyorlar artık. Bir yerde ikiz gebelikteki 6. aylık karın tek gebelikteki 9 aya denk gelir diye birşey okumuştum. Bakalım daha ne kadar büyüyeceğiz :)

5 Haziran 2010 Cumartesi

Hamileyim (nihayet) yeniden!-2

Kimse hazır olmadan hamile kalmamalı. Özellikle annenin hazır olması çok önemli. Yoksa hamilelik sırasında yaşanacak zorluklar başka nasıl gülümsenerek hatırlanır ki ileride. Anneler genelde şöyle der ya hep: "9 ay karnımda taşıdım ben seni". Nolacak ki derdim, herkes taşıyor, ama öyle değilmiş. O dokuz ay güllük gülistanlık geçmiyormuş herkes için. Onun için her iki ebeveynin de, ama özellikle annenin hazır olması şart.

Geçen AÖF sınavlarında çok tatlı bir gözetmenim vardı. Öğretmendi ve bir kızı olduğundan bahsetmişti. Ben o sırada hamile olduğumu yeni öğrenmiştim ve sürekli çubuk kraker yememi gerektiren bulantılarım vardı. Bana aslında kendisinin çocuk istemediğinden, ama eşinin çok baskı yaptığından bahsetti. Galiba biraz da ağır bir hamilelik geçirmiş. Dediği lafı hiç unutmuyorum: "Kızımı çok seviyorum, Allah eksikliğini göstermesin ama olmasa da olurdu". Burada kocasının da hatası var elbette hatta belki de en büyük hata kocanın. Her kadın annelik içgüdülerine sahip değildir. Bende de yoktu mesela ama zamanı gelince oluyor, bünye yavru istiyor. Keşke o kadının kocası da zorlamasaydı da kadının da istediği bir zaman bebekleri olsaydı. Neyse.

Biz artık kesinlikle hazırdık. İstiyorduk ama olmuyordu. Olmayınca sinirler bozuluyor, neden olmadı, olmayacak mı diye endişelere gark olunuyor, sinir, stres de herşeyi kötüleştiriyor. Ama aslında herşeyin olması gereken bir zaman var. Siz ne kadar şu işim de bitsin, şunu da halledeyim sonra deseniz de eğer o bebeğin gelmesi gerekiyorsa ne yaparsanız ne ederseniz edin, geliyor. Ya da tam tersi ne kadar uğraşırsanız uğraşın olmayacaksa olmuyor.

Önceleri işleri nedeniyle bebek sahibi olmayı erteleyen ama sonrasında da çok isteyen ve bu nedenle pek çok komplikasyon atlatan bir arkadaşım oldu. Sonuçta benden 2-3 ay kadar sonra o da bebeğini kaybetti ve hala sağlığına kavuşmaya çalışıyor.

Yani önce bebek isteyip istemediğinize karar verin ve sonra içinizi rahat tutun. Sonuçta o bebeğin geleceği belli bir zaman var. Hayır, siz rahat olunca o süre kısalmıyor, sadece bekleme süresini daha rahat geçiriyorsunuz.

Daha önce kaybettiğimiz bebeğimiz bu sefer yanına kardeşini de alıp geldi. Herhalde daha önce yanına almayı unuttu, o yüzden geri döndü diye düşündük ikiz bebek haberini alınca. Ama bu başka bir yazının konusu.

:)

2. bölümün sonu

4 Haziran 2010 Cuma

Gözüme takılanlarla duyduklarım

Hala yazı dizime devam edemedim ama yine feci halde yoğunuz. 2. arasınavlar daha yeni bitmişti, notları ortalama alamayan gerzek sistemimiz sayesinde elle alarak (190 kişilik sınıflarda insanı bayıyor) daha yeni girmiştik ki bu pazartesi itibariyle finaller başladı. Yine okunacak ve sisteme girilecek bir sürü kağıt var, yenileri de yolda.

Bu arada laboratuara girip çalışmam gerek artık (ne de olsa ilk 3 ayı bitirdim, artık kimyasallardan o kadar etkilenmem herhalde) ama bir türlü giremiyorum. İşlerimi hale yola sokmam lazım ki ders çalışmak için de vakit ayırabileyim kendime. Doçentlik sınavları yakında bellii olur, tarihi tokat gibi yemeden önce birazcık hazırlık yapmalı.

Fakültedeki odamın karşısında devasa bir akasya ağacı var. Aslında yalancı akasya (Pseudoacacia sp.) ama konu bu değil. Bir saksağan çifti yuva yaptı dallarına. Gün içinde de etrafta uçup duruyorlar. Bunlardan bir manyak gelip gelip bir üst katın pervazına konuyor. Ağaca gitmek için de adam gibi uçacağına kendini aşağıya atıveriyor, biraz yere çakılır gibi süzülüp sonra uçmaya karar veriyor. Her seferinde göz ucuyla yukarında düşen birşey görüyorum da istisnasız noluyor diye gözlerim pörtlüyor. Yapmayın kardeşim, oynamayın benimle.

Saksağanlar çok akıllı kuşlar. Kargaların yakın akrabaları ama ne kadar yakın onu bilmiyorum. Kaç kez bir kediyle dalga geçen 2 tane saksağanı seyretmişliğim vardır. Oda arkadaşım da şunu anlattı dün. Annesinin bahçesindeki bir ağaçta saksağan yuvası varmış. Yuvadan aşağıya bir yavru düşünce 10 tane saksağan aşağıya onu korumaya inmiş ve yavruyu kapmaya çalışan bir kedinin hakkından gelmişler. Helal olsun.

Kuşlardan devam edelim öyleyse. Birkaç gün balkona çıkmayışımdan faydalanan bir güvercin gelmiş yuva yapmış kuytu bir yere. Güvercinlere gıcığım, daha önce anlatmıştım balkonumda yaşayan bir çiftin ve yavrularının bana yaptıklarını. Sadece yuva olsa gıcıklığımdan dağıtayım ama 2 tane de yumurtlamış hangi arada derede yaptıysa. Çaresiz yavruların büyümesini bekleyeceğiz.

Annemlerin yazlığında da 1-2 yıldır kırlangıçlar yuva yapıyorlar. Ebabil denen türüymüş. Onları seviyorum. Pek tatlı oluyorlar, akşamları uçuşup duruyorlar, seyretmesi harika oluyor. Bilirsiniz kırlangıçlar çok seri ve çok uzun süre uçabilir. Annem geçen sene yavruların eğitimine denk gelmiş. Anne kırlangıç aşağıya bir tüy atıyormuş. Sonra hemen uçup havada kapıyormuş tüyü. Sonra sıra yavrulara geliyor tabii. Anne kırlangıç tüyü atınca yavrular yakalamıyor, tüyü hep düşürüyorlarmış. Böyle böyle seri şekilde uçup manevra yapmayı öğreniyorlar demek. Bir kez daha hayran kaldım kendilerine.

Ev hala çok boş. Anladım ki muhabbet kuşu olmayan bir evde yaşayamıyorum ben. Ama bu sefer dayanmak zorundayım çünkü bakacak halim yok. Kuş aldım mı mutlaka yavru alırım. Yavru ve erkek olunca size alışmaları ve konuşmaları kolay olur. Bunun için de kuşla sürekli dip dibe olmak gerekir ki size alışsın. Annemler yazlığa gidip geliyorlar (bu sene tamamen gidemediler benim yüzümden), ben de önümüzdeki aylarda ancak kendi yavrularımla ilgilenebileceğim. O yüzden şekerimin akrabalarından birini alamıyorum bu dönemde.

Ev çok boş ve sessiz :(

2 Haziran 2010 Çarşamba

Dünkü neşeden sonra

Blogdan, facebook'tan kutlayanlara, telefon edenlere, şahsen gelip kutlayanlara çok çok teşekkür ederim. Çok mutlu oldum dün, eksik olmayın.

Kutlamaları birisi fakültede, birisi evde olmak üzere iki minik pasta eşliğinde yaptık. İkisinde de doktorum şekerli herşeyi yasaklamış olduğu için mikroskopik dilimler yedim. Yine de güzeldi. Hep derim ya, önemli olan mumu üflemektir diye. Haftasonu bir de Eskişehir'de kutlama yaparız, ne güzel :)

Güzelliklerden sonra gelelim üzücü habere. Daha önce tatlı muhabbet kuşum Şeker'in rahatsızlığından bahsetmiştim sizlere. Arkadaşının ölümünden sonra içine kapanmıştı, daha sonradan felç geçirdiğini anlamıştık. Annemin özenli bakımı sayesinde toparlamıştı. Artık çok fazla uçamasa da eskisi gibi konuşmaya başlamıştı. Geçenlerde maalesef aynı şey tekrarladı. Bir akşam eve geldiğimizde kafesin alt kısmına düşmüş halde bulduk. Yukarı çıkamıyor, çıkınca düşüyordu. Sağ tarafını kesinlikle kullanamıyor hep devriliyordu garibim. Yere yem dökünce gayet güzel yemeye başladı, kurtulacak diye ümitlendim ama meğer bizimle vedalaşmak için dayanmış tatlım. Ertesi sabah vedalaştık, kötü bir şey olacağını anladım, hakkını helal et dedim (evet kuş ama onun da hakkı yok mu?). Akşam geldiğimizde kafeste yatarken bulduk. Tatlım benim gözler kapalı, kanatlarını arkaya toplamış yatıyordu masum masum. Bahçede bir yere gömmeye kıyamadım, kedilerin vs. çıkarmasını göze alamadım. Ertesi gün fakültedeki büyük saksıların birinin dibine ağlayarak gömdüm. Şimdi de ağlıyorum ya neyse. Aslında fazla üzülmemeliyim, ızdırap çekiyordu, kurtuldu. Ama yaklaşık 6 yıllık ömründe çok sevildi, dilediğince uçtu, kafesine istediği zaman girip çıktı, hiç açlık çekmedi ve en önemlisi de az önce söylediğim gibi hepimiz tarafından çok ama çok sevildi.

Daha önce yazacaktım ama maden kazası olmuştu ve aşağıda kurtarılmayı bekleyen, belki de kaybedilmiş canlar varken benim muhabbet kuşum için üzüntümden bahsetmem çok saçma gelecekti. Yazmadım, madencilerimizi kaybettik, ama üzülmeyelim, o mesleğin kaderinde varmış ne de olsa (böyle açıklama olur mu, inanılası birşey değil). Biraz daha bekledim, şehit haberleri gelmeye başladı, daha da bekledim, insani yardım gemimiz saldırıya uğradı. Ülkedeki acılar beklemekle dursa keşke ama durmuyor, o yüzden yazdım artık.

Evde artık kuş sesi yok. Sabahları evden çıkarken hala kafesinin durduğu yere dönüyorum ve kendimi "hoşçakal Şeker" dememek için zor tutuyorum. İnşallah bir hatamız olmamıştır ona karşı.

Böylece "yavrularım" başlığı altındaki tüm yavrularımı teker teker kaybetmiştik olduk. Artık sadece o eski yazılarda kaldılar :(

1 Haziran 2010 Salı

Bugün 1 Haziran neşe doluyor insan

Gündemde kötü haberler ve maalesef ölümler olmasına rağmen bugün içimin neşeyle dolmasına engel olamıyorum çünkü bugün benim yaşgünüm.

Bu yıl uzun bir süreden beridir ilk defa yaşgünüme final sınavı denk gelmedi.

Ve bu yıl yaşgünümü ilk defa yalnız kutlamayacağım. (Hafta içi olduğu için kocam cismen değil ama ruhen benimle beraber ve yazlığa giden annem beni yalnız bırakmamak için kısa bir süre önce geri döndü ama kastettiğim bu değil biliyorsunuz). Bu yaşgünümde yaşgünü mumumu üflerken benimle birlikte atan 2 kalp daha olacak. Belki onlar da dilek diler, neden olmasın :)