30 Aralık 2011 Cuma

Bir yıl daha bitiyor

Bir yılı daha deviriyoruz. Tek sayıyla biten yıllar kötü geçer der bazıları, bazıları da çift sayıyla bitenleri kötüler. Benim böyle bir sınıflamam yok, sadece 2009'dan nefret etmiştim, nedenini biliyorsunuz. 2010 bana minik meleklerimi ve 7 yıldır beklediğim yardımcı doçentlik kadromu getirdi. 2011 ise doçentlik ünvanını. Tam herhalde böyle bitecek derken, 2011'in son haftasında doçentlik kadrom ilan edildi (umarım başkası da başvurmaz) (darısı kocama ayrıca). Yeni yıldan güzellikler istedim hep, karşılaştım da. Bu yıl da aynı şeyi bekliyorum, çoluğum çocuğumla, kocamla mutlu ve huzurlu bir hayat diliyorum kendime (bir de hızlı tren için yeni hat inşaatının bir an önce tamamlanmasını).

Hepinize güzel ve mutlu bir yıl diliyorum. Yeni yılda istediğiniz tüm güzellikler sizin olsun.

:)

26 Aralık 2011 Pazartesi

Canım kardeşim

Her zaman iki çocuğumun olmasını istedim. Benim de bir ağabeyim olduğu için 2 uygun bir rakam gibi gelirdi hep. 32 yaşında evlenip 38 yaşında hamile kalınca 2. çocuğu riskler artmadan nasıl yetiştireceğim diye kara kara düşünürdüm. (İlk hamileliğimde bebeğim tekti, 2-3 yıl sonra bir daha hamile kalır bebeğime kardeş yaparım diye düşünürken ilk 3 ay dolmadan kaybetmiştik bebeğimizi. Sonrasını biliyorsunuz zaten, kaybettiğim bebeğim kardeşini unuttuğu için onu da almaya gitmiş meğerse, ikisi birlikte çıkageldiler sonra).

Kardeşi olan kardeşliğin ne demek olduğunu bilir. Kuzenler, arkadaşlar bir kardeşin yerini asla tutamaz. önceleri çok kavga edilir ama çok da sevilir kardeş denen varlık. İleriki yaşlarda sırdaş olur, dost olur, anne-babaya birlikte komplolar kurulur vs. Kardeşi olanların kendi çocuklarını kardeşsiz bırakmalarına üzülüyorum. Hayat şartları zor elbet ama çoğunluk bunu nasıl bakarım kaygısından değil, rahata erdik, aynı şeyler yine mi olacak endişesi nedeniyle yapıyor.

Ama olan o tek başına büyüyen çocuklara oluyor. Maddi olarak bakma gücünüz varsa mutlaka kardeş yapın derim ben. Bu benim fikrim elbette sizi bağlamaz ama şu aşağıdaki fotoğrafa bakıp da aaaayyyyyy dememek mümkün mü ?

:)


23 Aralık 2011 Cuma

Zamane veletleri


Bebeklerimin en sevdikleri oyuncaklar cep telefonu ve televizyon kumandası. Sanıyorum bu aralar tüm bebeklerin favorisi bunlar. Evde onların oynamasına tahsis edilen bir sürü uzaktan kumanda ve eski telefon var ama onlar çalışmayan, ışıkları yanmayan, kanalları değiştirmeyen alet istemiyorlar. Oyuncak telefon da aldık, ışıklı, müzikli falan ama varsa yoksa benim telefonlarım. Televizyon kumandasını televizyona tutup değişiklik olmuyorsa ellerinden atıyor veya yaygarayı basıyorlar. Kumandayı kapan kanalları değiştirmeye ya da telefonu kapan kulağına götürüp düğmelere basmaya başlıyor. İşin ilginci de telefonun saat alarmını şans eseri ayarlayıp 1-2 de sms göndermeleri. Fırsat bulunca bilgisayarıma da yapışıyorlar tabii ki. Hatta geçenlerde kızım nasıl bir kısayol tuşuna bastıysa ekran görünümü tepe aşağı döndü. Kocam sağolsun zor düzeltti, şaştık kaldık. Ah zamane veletleri, şimdiden böylelerse commodore 64'ü ortaokulda gören bizleri kimbilir nasıl geçecekler.

18 Aralık 2011 Pazar

Ortaya karışık

Azıcık vakit buldum ya, asıl yazmam gereken yaşgünü, yaz tatili vs. gibi yazılar varken oturup ondan bundan garip şeyler yazacağım, ama bu daha kısa sürecek o yüzden.

Sabah çocuklar ve kargalarla birlikte kalkmış mutfakta vakit geçirirken garip bir filme rastladık. Yıkılan Yuva adında, Cüneyt Arkın ve Filiz Akın'ın başrolde olduğu siyah beyaz bir filmdi. Başını kaçırdık ama neler olduğunu tahmin etmek zor değil. Neyse, sonuç olarak Ekrem dünyaca ünlü bir kardiyolog, evli bir oğlu var ve mutsuz. Nasıl tanıştığı bilinmez Filiz ise pavyonda çalışan bir şarkıcı ama namuslusundan herhalde. Adam Filiz'e aşık, karısından boşanmak istiyor ama bir türlü söyleyemiyor. Bir gece karısına boşanmak istediğini belirten mektup yazarken bir hastası geliyor muayenehanesine ve adam o saatte kalp krizi geçiriyor oluyor, bizimki müdahale edemeden ölüyor. Ekrem de dahiyane bir senarist sayesinde adama kendi giysilerini vs giydiriyor, arabasına bindirip arabayı muayenehanesindeki bir alkol şişesini kullanarak yakıyor (yardımcısı ileriki sahnelerde "eveti bu bizim muayenahanedeki alkol şişesi" diyebildi mesela). Yazarken benim bile içim bayıldı ama az daha dayanın. Ekrem sevgilisine koşuyor hemen (adam oğlunu falan anında unutuyor). İzmir'de yaşamaya başlıyorlar ama Ekrem'i tanıyan çıkacak diye eve kapanıyor, nedense içmeye başlıyor, Filiz pavyonda çalışmaya geri dönüyor, adam bunu pavyon sahibinden kıskanıyor, bir akşam arıza çıkarmışken payon sahibini dövüyor, adamı öldürdüm diye korkup kaçarken yolda asfalt döken işçilerin arasına dalıp katran bidonunu devirip yüzünü yakıyor. Bu arada nasıl olduysa polis Ekrem'e aslında birinin önce şantaj yaptığını sonra da öldürdüğüne hükmediyor. Bizim salak kaza öncesinde bankadan para çekerken  (ölü ölü para çekiyor nasılsa) herhalde banka memuru polise haber veriyor ki, bunu tutukluyorlar. Ben ölmedim Ekrem'im diyor ama inanmıyorlar, karısı ve oğlu da yüzündeki azıcık ize rağmen tanımıyor bunu, Ekrem kendisini öldürmekten idam cezasına çarptırılıyor falan. Zaten siyah beyaz, iyice iç karartıcı derken bir de bu konu, of ki ne of.

Raskolnikov merdivenlerden inerken... Harika bir reklam olmuş. Hizmet de güzel. Telefonu kapattırmamış olsaydık bir denerdim. Beni hazırlık okuduğum yıla götürdü. Ortaokul hazırlıkta güzel yazı dersimiz vardı. Çok severdim o dersi çünkü Türkçe öğretmenimiz o bir saatlik ders boyunca herkes oturmuş yazı yazarken bir kişiyi kitap okuması için seçerdi. Bazen ben seçilirdim. Ellerimizde divitler, mürekkepler, defterlerimize onu bunu yazıp çizerken bir yandan da kitabın içinde kaybolurduk (en azından ben). Onu hatırladım şimdi. Aslında sesli kitaplardan alabilirim. Bu aralar kitap okumaya vakit bulamıyorum ama çocuklar yattıktan sonra iş yaparken dinleyebilirim belki. Bunu bir düşüneyim ben.

Metallica 30. yılını kutlamış. Vay canına diyorum. Onlardan ilk dinlediğim şarkı Fade to Black idi. Ağbim metal müzik hayranı olarak beni de etkilemişti, ben de onun dinlediklerini dinler olmuştum. O zamanlarda mp3'ler yok tabii, kasetler bile tek tük. İstediğimiz şarkıların listesini yapar müzik işiyle uğraşan dükkanlara doldurmaları için verirdik. Hey gidi günler hey, ileride çocuklarıma anlatsam inanmazlar bana muhtemelen.

Bu arada dün çıstak çıstak bir radyo kanalında zamanında dinleyip sevdiğim bazı şarkıların remixlerinin çalındığını duydum. Mesela Eurythmix'den Here comes the rain again. Yine böyle birkaç şarkı daha vardı ama şu anda ne olduklarını hatırlamıyorum. Eğer bir cover şarkının yada remixin orijinalini biliyorsanız, bilmekten de öte, o şarkının ilkçalındığı zamanları görmüşseniz yaşlanmaya başlamışsınız demektir. Vay canına dedim kendime, yaşlandın artık be kızım.

Kızım da annnneeee demeye başladı. Oğlum derken içim eriyordu zaten, şimdi iyice magma kıvamına geldi :)

Bakalım ne zaman gelebileceğim tekrar.

13 Aralık 2011 Salı

İnsan yavrusu ağlayınca mutlu olur mu?

Olmaz elbet, Allah yavrularımızın yüzünü hep güldürsün ama bazen de oluyor işte.

Dün akşam kocam eve benden önce gelmişti. Oğlum kapıda babasını görünce arkalara bakıp beni aramış resmen. Göremeyince de basmış yaygarayı. Kızımız bize genelde daha düşkün. Gelir, kendisini kucağımıza atar, öptürür falan ama oğlumuz sağa sola koşturup durur. Daha önce de ağlamıştı (ilk zamanlarda) ama sonrasında ağlamıyordu, sadece kapıda bizi görünce gülümsüyordu. Ya alıştı ya da fazla umrunda değilim yavrumun diye düşünüp üzülüyordum ben de. Dün kocam bunu anlatınca ne yalan söyleyeyim oğlum beni seviyor diye içimin yağları eridi.  Kötü anne miyim? Değilim, sadece çocuklarımın anne diye boynuma atlamalarını sabırsızlıkla beklediğim için böyle tepkiler beni mutlu ediyor.Yazınca kendimi kötü hissettim ama yine de, ağlamasın oğlum bunun için bile olsa (ama yine ağlayacak olursa içimin yağlarının bir kez daha erimesine engel olamam :)   ).

11 Aralık 2011 Pazar

Olmuyor böyle

Bir zamanlar blog olmazsa olmazımdı. Hergün yazı yazmam lazımdı, yazmazsam, olan bitenden bahsetmezsem kendimi garip hissederdim. Ayrıca günde birkaç kez girip takip ettiğim yazarlar post girmiş mi diye de bakardım. Bakmazsam olmazdı.

Çocuklardan sonra önce yazmalarım azalmaya başladı. Yazacaklar birikti, birikenler bir türlü yazılamayıp, yazılacak sırasında gittikçe arkalarda kalıp unutulmaya başlandı. Hala düzenli olarak girip diğer blogları okuyabiliyordum en azından yazamasam da.

İşe geri dönünce bu sefer vaktim iyice azalmaya başladı, fakültedeki sorumluluklarım artınca sınırlı zamanım daha da azaldı. Bu sefer diğer blogları bile okuyamamaya başladım. Az önce farkettim ki aralarda kaçırdığım bir sürü post olmuş, "bu ne zaman olmuş, vay canına" demeye başlamışım.

Asıl kötü olan ise yazı giremediğimde bir garip olan içimin artık bayağı bayağı rahat olması, birkaç gün bloglara bakamadığımda bile bunun eksikliğini duymamaya başlamam. Yoksa yavaş yavaş kayıp gidiyor muyum blog dünyasından?

Yok, yok, böyle bitemez.

7 Aralık 2011 Çarşamba

Geldim gidiyorum

Biliyorum çok ihmal ettim blogumu. Yoğunluğum geçmedi gitti ve işin kötüsü gelecek dönem daha da kötü olacak ama belki birşeyler oturmuş olur biraz da mucizevi şekilde zamanımı daha iyi kullanabilmeye başlarım. Kendimi affettirmek için yavrularımın fotoğraflarını koyayım bari. Geçen haftasonu ilk defa kendileri yesinler diye makarna haşladım bebeklerime. Faydalı olsun diye de sebzeli makarna seçtim. Mama sandalyesinin tepsisinden hoşlanmazlar, tekmeleyerek çıkartırlardı. Üzerinde yenecek şey olunca tekmelemediler bu sefer.

Sonuç olarak kızım önceleri bayılarak yedi. Oğlum ağzına atıp bu ne lezzetsiz şey böyle dercesine biftek ezer gibi üzerine vurmaya sonra da direkt olarak yere atmaya başladı. Oğlumu görünce kızım da bir süre sonra yere  atmaya başladı ama olsun, biraz yediler ya.




Böyle böyle olacak herhalde değil mi? :)