30 Eylül 2008 Salı

İyi bayramlar

Her sene Ramazan Bayramı'nda "eski Ramazanlar şöyleydi böyleydi, akşam iftardan sonra Direklerarası'na gidilirdi, ah ah, vah vah temalı programlar, konuşmalar olurdu. Bu sene ya azaldı ya da ben denk gelmedim. İyi ki de gelmemişim. Sizi bilmem ama her sene her sene aynı şeyleri duymaya sinir oluyorum. O zamanın şartları oymuş kardeşim, şimdiki de bu. O zamanlarda televizyon, internet olsaydı sorardım ben size o bahsettiğiniz eğlenceler olur muydu. Herkes evinde oturur tv seyreder, internetten facebook'a bakardı. Bu iletişim araçları piyasada yokken tabii ki etraftan haber almak için eşe dosta uğrayacak sohbet edeceksin. Gazete okuyacaksın elbette ama günde sadece bir kez basılacak, son dakika haberlerini şimdiki gibi internetten okuyamayacaksın. Gaz lambası ışığında oturmak yerine kendini dışarı atacak, nispeten aydınlık, şen şakrak yerlerde dolaşacaksın. Ama herşeyin bir zamanı var. Bugünün şartları da bu ne yapalım. Adapte olacaksın şekerim, adapte. Bu sene belki de bu yüzden Bonuscard'ın Ramazan alışverişi reklamını çok beğendim. Hani bonus kafa dede bonus kafa torununa "Şimdiki Ramazanlar çoooook daha güzel" diyordu. Geçmişi analım, özleyelim ama fazla da abartmayalım ne dersiniz. Herkese iyi bayramlar, mutlu, huzurlu ve bol yağışlı günler dilerim...

29 Eylül 2008 Pazartesi

Yaz tatilinden enstantaneler

Havaların feci soğuduğu bu günlerde yaz tatilinden 1-2 küçük detay içimi ısıtır diye düşündüm. Soldaki annemlerinin yazlığının bahçesinde bulunan salıncak. Sıcak yaz günlerinde her zaman hafif esintili ve davetkar. Salıncakta yatıp hafif hafif sallanırken kitap okumak sonra da ağaçların gölgesi altında, o tatlı serinlikte uykuya dalmak o kadar güzeldi ki... Bu yandakiler de ağbimin mangalda pişirmekte olduğu muhteşem lezzetteki balıklar. Bunlar böyle tek başına gitmez tabi, yanlarına birkaç arkadaş koymak lazım. Onlar da aşağıda. Küçükken midyeden anlamazdım ben. Hatırlıyorum da, sadece içindeki pilavı yer midye kısmını bırakırdım. Büyüyünce akıllandım neyse ki. Ankara'da da bulmak mümkün tabii ama nedense deniz kenarında alınanlar daha lezzetli gibi geliyor insana. Bu aşağıdaki 1-2 ev yanda bulunan bir bahçeden fotoğraf. Çarkıfelek bitkisi, Latince adıyla Passiflora incarnata. Çok güzel bir bitkidir. Passiflorin isimli bir etken maddesi vardır ve sakinleştirici etkilidir. Eczanelerde şurup halinde preparatı vardır. Çiçekleri yakından görmeniz için yakın plan resimlerini de koyuyorum. Doğa nasıl güzellikleri barındırıyor, bu nasıl bir güzellik böyle.





Bu yandakiler de dayımlar, teyzemler ve anneannemle birlikte bir akşam yemeğinden ekmek fırınında, odun ateşinde pişirilmiş tavuk butları. Gelmeleri uzun sürdü, hatta ana yemek gelene kadar masadaki diğer nevaleyi yiyerek doymuştuk bile ama butların baştan çıkarıcı kokusuna kimse dayanamadı afiyetle yedik. Son bir fotoğraf ekleyeyim. Güneşin görünmediği, hafif yağmurlu ve soğuk bu günde sıcacık bir gün batımı pek güzel görünüyor. Güneş yazları bir başka güzel batıyor zaten...








28 Eylül 2008 Pazar

Kuğular-2

Ne zamandır Antares'teki kuğuların daha iyi bir fotoğrafını çekmek istiyordum. Bir önceki uğrayışımda havuzu temizliyorlardı, ortada kuğu falan yoktu. Hatta yanlış gördüğümü bile düşünmüştüm. Ama geçen hafta içinde uğradığımda tekrar yakaladım. Hatta bu sefer iki tane de siyah kuğu eklemişlerdi. Biz çocukken bilirdik ki kuğu dediğin hayvan bembeyazdır, zariftir. Hatta çirkin ördek yavrusu diye horlanan kuğu bile büyüdüğünde harikulade beyaz güzelliğe dönüşür. O zaman hayatığımıza ilk olarak Kuğulu Park'ta giren bu siyahlar nedir? Yoksa onlar da kuğuların zencisi mi? Çocuklarımız bir kadın tarif edilirken "kuğu gibi uzun boyunlu, beyaz tenli" laflarını duyduklarında şaşırmayacaklar mı? :)

25 Eylül 2008 Perşembe

Pizza

Sabah diyetisyen randevuma giderken panolarda Pizza Hut reklamını gördüm. Stuffed crust adında biri ürün tanıtımıydı. Deep pan pizzaların kalın ve kıtır olan kenarlarının içine peynir doldurmuşlar. İyi fikir ama biraz geç kalınmış. 2003 yılında Japonya'dayken oradaki Pizza Hut'ların reklamlarında bu ürünü görmüştüm ben, hatta bazılarının içinde sosis olduğunu düşündüğüm pembe bir et vardı. Japonca bilmediğim için okuyup tam olarak anlayamamıştım. Ne değişik bir fikir diye düşündüğümü hatırlıyorum. 5 yıl sonra buralara da geldi, hoşgeldi.

1-2 sene önce kocamla Atakule'deki Pizza Hut'a gitmiştik. İkimizin de tosun sayılabileceğimiz bir dönemdi (kocam şu anda tığ gibi, ben hala hafif tombik sayılırım ama ona biraz bol gelen kotları giyebildiğime göre durum o kadar da dramatik değil galiba). Belirli saatler arasında yiyebildiğiniz kadar pizza kampanyası vardı. Malzeme sayısı az olabileceğinden kocam böyle kampanyalara pek rağbet etmez, her zaman kampanya harici pizza alırız. O gün de öyle yaptık. Pizzamızın gelmesini beklerken bir yandan da etrafı seyrediyorduk. Müşteriler arasında bir anne ve iki oğlu vardı. Çocukların biri ilkokul 5- orta bir yaşlarında (ben yeni sistemdeki sınıflara daha alışamadım), diğeri anca ilkokul 1. Yiyebildiğin kadar ye kampanyası için gelmişler, çocuklar ortadaki masada dilimlenmiş halde duran pizzalarıdan alıp masaya geliyorlardı. Oturup yemeye başladılar. Buraya kadar herşey normal. Anormal olan şey çocukların pizzaların sadece malzemeli olan ortalarını yemeleri, kenarlarını aynen bırakmalarıydı. Kenarları bıraka bıraka kaç kez gidip pizza aldıklarını sayamadım. Sizce nasıl bir durum bilmiyorum ama ben annelerini çok ayıpladım. Benim de bazı arkadaşlarım da kilo almamak için pide veya pizza yerken kenarlarını yemez ayırırlar (ben özellikle kıtır yerlere bayılırım) ama bunu normal bir siparişte yaparlar, "all you can eat" saatinde değil. En azından o yemedikleri kısımların da parasını çatır çatır öderler. Biz büyürken annem ve babam ağabeyimle bana tabakta yemek bırakılmaması gerektiğini öğretmişlerdi. Tabakta kalıp çöpe giden o parçayı bulamayacak kadar şanssız, benim keyfe keder yemediğim o besini bile bulamadığı için açlık sınırında yaşayan insanların olduğunu söylemişlerdi. O yüzden tabağımdaki herşeyi bitirmeye çalışırım, pilav yerken bir taneyi bile bırakmam. O ailenin yaptığı işte bu yüzden bana göre, her şeyden önce, semt pazarları toplanırken çöplerin arasından meyve sebze toplayan insanlara (gözlerimle gördüm, gerçekten çöplerden topluyorlar) hakaret, büyük bir israf ve çok daha büyük bir görgüsüzlük. İnsanlar kendi evlerinde yapmadıkları şeyleri dışarıda yapma hakkını kendilerinde gayet güzel buluyorlar nedense. O çocuklar o gün belki de toplam 3 pizza yedi, anneleri ise gıkını çıkarmadı. Eve ısmarladıkları pizzaya da aynı şeyi yapıyorlar mı çok merak ediyorum.

Geçenlerde eczane açan bir öğrencim ziyaretime geldi ve eczanedeki gereksiz ışıkların açık bırakılması, muslukların damlatması hususunda falan dedi ki: "Hocam, açık kalan ışıklara sinir oluyorum, hemen kalkıp kapatıyorum, oysa evde (ailesiyle yaşıyor) hiç aklıma gelmezdi." Zararın neresinden dönülürse kardır. Bu da bir israf çeşidi işte, ailelerin mümkün olduğunca erken öğretmesi, kendisinin de aynısını uygulaması ve sürekli tekrarlaması lazım. İşte yine herkes anne baba olmamalı yazıma geliyoruz. Fakültedeki bazı hocalar da odalarına girer girmez ışığı açıyorlar ve çıkana kadar bir daha kapatmıyorlar. Derste veya fakülte dışında olduklarında bile o ışıklar açık kalıyor, maksat ben fakülteye geldim, buralardayım görüntüsünün verilmesi. Fakültenin ödediği elektrik parası umurlarında değil. Kendi evlerinde açık lambaları kapatmak için şahin kesildiklerinden eminim. Galiba koridorlardaki boş yere yanan ışıkları kapatan bir ben bir de benim hocam varız. Eğitim şart.

Diyet meselesine gelince, 600 g daha vermişim. 33 günde 3.6 kg vermis oldum. Çok mutluyum. Bu aralar sezon itibariyle yemek istedigim tek şeyin güllaç olduğunu yazmıştım daha önce. Dün diyetisyenime sordum ve gece yatmadan önceki öğünüm yerine bir porsiyon güllaç yememe izin verdi. Ben de geçenlerde Özsüt'te görüp yutkunduğum tek porsiyonluk güllaçtan aldım. İçine ceviz, badem, fındık parçaları koymuşlar, güzeldi ama yine de nar taneliler kadar mutlu etmedi beni. Sonuçta afiyetle yedim ama :)

24 Eylül 2008 Çarşamba

TV'den inciler

Sabah evden çıkmak üzere hazırlanırken show tv haberlerini seyrettim. Herhalde dün akşamki bültenden kalma bir haber, keşke dün akşam da izleseydim. Konu İstanbul Bağcılardaki doğal gaz kokusu. Show tv muhabiri vatandaşlarla röportaj yapıyor. Bir kadınla arasında geçen diyalog (ilk 2 cümle aklımda kaldığı üzere ama son 2 öldürücü):
Muhabir: Sabah kalktığınızda durum nasıldı?
Kadın: Çok feci gaz kokuyordu.
Muhabir: Kokuyu nasıl aldınız?
Kadın: (Gayet doğal bir şekilde) Koklayarak.

Böyle soruya böyle cevap, çok güldüm sabah sabah. İlahi muhabir :)

23 Eylül 2008 Salı

Tatilden

Tatilim sırasında anneannemi ziyaret için günübirlik Manisa'ya da uğradık. Uzun zamandır gitmemiştim. Kısa bir tur atınca birkaç fotoğraf çekip sizlerle paylaşayım istedim. Bilirsiniz Manisa denince akla ilk olarak mesir macunu ve Manisa Tarzanı gelir. Önce mesir macunumuzu aldık (ama marketlerde kavanoz içinde satılan bal kıvamındakilerden değil, camiden atılanlardan), sonra da Manisa Tarzanı'nın yeni yapılan heykelini görmeye gittik. Küçükken hatırladığım sadece büstünün olduğuydu. Manisa Tarzanı, ya da gerçek adıyla Ahmet Bedevi Manisa'da çok sevilen biri, kendisi ilk çevrecilerden. Yaz kış üstünde sadece şortla dolaştığı bilinir. Annem çocukluğunda şehre indiği zamanlarda çarşıda dolaşırken gördüğünü söylerdi. Ağaçlara, yeşile çok düşkünmüş. Yeşile zarar verenlere, ağaçların dallarını kıranlara falan çok kızarmış. Manisa da nihayet hak ettiği değeri vererek soldaki heykeli hazırlamış. Heykel gördüğünüz gibi yüksek bir kaide üzerinde bulunuyor. Dayımın söylediğine göre aslında ilk başlarda yerle aynı seviyedeymiş, ancak şehir vandalları zarar vermeye başlayınca böyle bir kaide üzerinde yükseltmişler. Böyle sevilen bir kişinin heykelini bile tahrip edebilen insanlar varsa (ki insan demek içimden gelmiyor) Ankara'da yeşil alanların üzerinde bulunan keçilerin tahrip edilmesine şaşırmamak lazım. Nasıl bir zihniyet, nasıl bir yetiştirilmedir anlamadım. İnsanın nasıl eli gider de zarar verir, nasıl kıyar anlamak mümkün değil. Buradan da yine herkes anne baba olmalı mı yazıma gidiyor konu. Neyse.

Yakınlarda bulunan bir hana da (Yeni Han) uğradık. Harabe halindeki yerleri restore edip kullanıma açmalarına bayılıyorum. Orada durup eski zamanları hayal ederim genelde. Deve kervanları mal satmaya geliyor, tüccarlar yukarıdaki odalarda konaklıyor, bizim oturup çay kahve içtiğimiz yerlerde yemek yiyorlar vs. Aynı zamanda Conan'daki hanlar da aklıma gelir, ama Conan hayranlığımı başka bir yazıya saklayayım. Kuşadası'nda da böyle bir Han vardı, adını unuttum şu anda. Manisa'dakinde oturup birşeyler içecek vaktimiz olmadı ama içeride bulunduğum 2-3 dakika bile eski zamanlara gitmeme yetti.

21 Eylül 2008 Pazar

Ben hiç topaç çevirmemiştim

Yaz tatilinden enstanteneler: Bu tahta oyuncak bir topaç. Annemin çocukluğunun baş eğlencelerinden biri. Ben hiç çevirmedim, benden sonraki nesil herhalde adını duymamıştır bile. Teyzem Kastamonu gezisi sırasında alıp anneme getirmiş. Annem de maharetlerini bize sergiledi. Onun kolayca çevirmesine kanarak bizler de denedik ama benim dışımda ilk denemesinde başarabilen pek olmadı (anasının kızı). Göründüğü kadar kolay değilmiş. Bir kere topacın ipini iyi dolayacaksın. Topacı avcuna alacak, ipin ucunu iki parmağının arasına sıkıştıracak ve dirseğinin zarif bir hareketiyle kolunu ileri doğru iterken topacı fırlatacaksın, fırlatırken de ipi çekeceksin. Eğer açıyı doğru ayarlayabildiysen, ipi zamanında çekebildiysen (yoksa topaç aynen üzerine geliyor), zemin düzgünse topaç gibi dönmeye başlayacaktır. Bu yazdığım fırlatma şekli biz acemiler için. Annem yere dik fırlatma şeklinde feci ustalık gerektiren bir şekilde atıyor ki bizim daha çok fırın ekmek yememiz gerek.










18 Eylül 2008 Perşembe

Acaba?

Blog dünyasına gireli fazla olmadı ama kendi iş yoğunluğuma göre elimden geldiğince yazmaya çalışıyorum. Geçmiş yazılarıma ve başkalarının bloglarına bakınca şöyle bir düşündüm de, ne yemek tarifi veriyorum, ne çocuk yetiştirme hakkındaki tecrübelerimi yazıyorum (ki yok), ne de gezi sitesi gibi çok fazla oradan buradan bahsediyorum, hatta blogumu okuyanların sayısı da ancak 2-3 kişi. Bu da beni şu iki sonuçtan birine götürüyor: Ya çok gevezeyim ya da çok yalnızım. (Galiba ikisinden de biraz.)

Diyet haberleri

Diyette yaklasik 1 ayi devirdim (21 Ağustos'ta başlamıştım). Her kontrole gidişimde ya bu hafta hiç kilo vermemişsem diye korkuyorum ama veriyor olmalıyım çünkü kontrole giderken hep giydiğim kot bayağı bollaştı artık. Yine de korkuyorum işte. 1 aylık diyetin sonu 3 kg. Haftada 500 g ideal demiştik, ben biraz daha fazla verdim ama diyetisyenim şikayetçi değil. Son zamanlarda diyet, spor yaparken ölenlerin heberleri yüzünden annem biraz endişeli, hatta anorexia nervosa'ya tutulacagimdan bile korkuyor ama alakası yok. Diyetisyen kontrolünde yapıyorum ben bu işi, gayet güzel yiyorum da. Canım onu bunu çekmiyor neyse ki, akşam eve giderken önünden geçtiğim Ramazan pideleri bile fazla kokmuyor burnuma. Yemek istediğim tek birşey var sadece, o da Güllaç. Canımın çektiği falan yok aslında ama sadece bu 1 ayda piyasada görüldüğü için Güllaç sezonunu kaçırıyorum, derdim o. Neyse artık, seneye yerim ben de. Bu kilolardan kurtulunca herşeyi kararında yeme hakkım olacak ne de olsa, daha önce yediklerime sayayım.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Gıcık olduklarım

Bugün sabah ATM'den biraz para çekeyim derken anında önümdeki adama gıcık oldum. Ben de gıcık olduğum birkaç şeyi yazayım dedim:
- Bankamatikte işlem yapıp 2 saat cüzdanını, çantasını yerleştirenler. Biraz kenara çekilseniz de arkadakiler bankamatiği kullanabilse ölür müsünüz?
- Otobüste (şehirler arasında izin verilen otobüsler dahil) bağıra çağıra cep telefonuyla konuşanlar. Ben sizin gerzek konuşmanızı dinlemek zorunda mıyım?
- Yürüyen merdivenin sonuna gelince dışarı adımını atan ama orada aval aval etrafa bakmaya, dikilmeye başlayanlar. Merdiven siz inince duruyor değil mi? Arkadan gelenler sana çarpacak çekilsene be kadın/be adam.
- Kasada uyuşuk uyuşuk hareket edenler. Özellikle de para ödeme faslına geldiği halde çantasını yeni açıp cüzdanını çıkaranlar. Be kadın, aldığın şeylerin fiyatına bakmıyor musun? Ortalama bir fikrin vardır, hazırlasana paranı önceden. Parayı bırak, herkes kredi kartı kullanıyor zaten, o kartı son ana kadar cüzdanda tutmanın, hatta cüzdanı çantadan hiç çıkarmamanın anlamı ne? "Aaa, para mı ödeyecektik ne kadar ilginç" bakışı var bir de. İlk defa markete gelmiş sanki.
- Yolun en dar yerinde durup sohbet edenler, arabaların önüne mi atlayalım siz muhabbet edeceksiniz diye, çekilsenize kenara.
- Yolun solundan yürüyenler, burası Kıbrıs mı, İngiltere mi yoksa Japonya mı? Trafik soldan mı akıyor ki sen yaya olarak soldan gidiyorsun, geçsene sağa. Bay Yanlış ile Doğru Ahmet yok tabii artık, nerden bileceksiniz bunları.
- Ayağını sürüyerek yürüyenler. Bacaklar dizden hafif bükülecek, bacak biraz yukarı kaldırılacak ve ileri atılacak. Hışır hışır sürümenin anlamı ne.

Bu liste uzar gider. Yazdıkça iyice sinirlendim bu arada, burada keseyim en iyisi.

16 Eylül 2008 Salı

Bit pazarına nur yağdı

Dizi furyasında konu azaldıkça Amerikan dizilerinden apardılar, klasik romanları günümüze uyarlayarak ekrana taşıdılar hatta olmadı dünya edebiyatına el attılar. Sadece bizde değilmiş ama. Geçenlerde bir ara fakülteye geç gidecektim, hazırlanırken bir yandan da kanallara bakıyordum. Bir kanalda Köle İsaura dizisini gördüm. Hem de ilk bölümüydü. O İsaura'nın peşindeki adam vardı yine, adını unuttum. Louis Alberto muydu acaba? Hatta bu eski dizi mi acaba dedim ama bayağı yaşlanmıştı. Sonradan anladım ki, bu da onların bit pazarına nur yağması ve o adam bu sefer de İsaura'nın annesine eziyet eden sahip rolünde. Zamanında nasıl bir fenomendi hatırlarsınız. Hastanelerdeki personelin bile işi gücü bıraktığı söylenirdi hani. Bu seferki fazla infial yaratmadı galiba. Her yerde o kadar çok kadın programı, dizi vs var ki, artık fenomen yaratması oldukça zor.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Herkes anne baba olmalı mı?

Yıllardan beri savunduğum bir fikir var, zaman içinde çok haklı olduğumu da görüyorum, etraftaki insanlar sürekli ispatlıyorlar sağolsunlar. Belki biraz acımasızca ve insan doğasına aykırı ama bence herkes anne baba olmamalı. Belli bir eğitimi olmayanlar kesinlikle olmamalı. Buradaki eğitimden kastım yüksekokul, üniversite eğitimi falan değil, bildiğiniz aile terbiyesi ve kişilerin kendilerini ebeveyn olarak eğitmeleri. Çevrede o kadar çok bilinçsiz insan var ki inanamıyorum. Ve bu kişiler kendileri gibi çocuk yetiştiriyorlar, o çocuklar da kendileri gibi..... Kısır döngü işte. Yıllar önce otobüs durağında beklerken şöyle bir şey olmuştu. Her sabah aynı saatte eksprese binerdim o zamanlarda ve o saatte binenler de genelde aynı insanlar olurlardı. Bir karı koca vardı, kadın 2. çocuklarına hamileydi. Bir sabah hava biraz soğuktu, burnu aktı kadının, cebinden selpak çıkarıp burnunu sildi. Buraya kadar herşey normal. Sonrasında selpağı gayet güzel yere attı. Gayri ihtiyari bakmışım. Mendilinizi düşürdünüz diyecektim hatta ama ne o ne de kocası rahatsız olmuş gibi görünmüyorlardı, muhtemelen dediğimi anlamayacaklardı. Minik bir örnek ama bence önemli. Sokaklara çöp atmak hem de bunu son derece umarsızca yapmak bence kabul edilmez bir davranış ve çocuklarının görüp örnek alacakları şey de bu. Ben elimdeki çöpü bir çöp kutusu bulana kadar elimde, cebimde, çantamda taşıyan biriyim, yere atmaya içim elvermez, yapamam ve yapanlara da hayret ederim. Neyse. Bunları yazmamın asıl nedeni dün gece yaşadığım bir şey. Gece 12 gibi yatmıştık. Yan komşularımız ve çocukları hakkında daha önce kısacık yazmıştım. 1.5-2 yaş arası bir oğlan. Çocuk gece ağlamaya başlamıştı. Olabilir tabii, uyuyamamıştır, korkmuştur vs ama annenin tavrı korkunçtu. Çocuk ne sebeple olursa olsun ağlarken annesi "Sessiz olacaksın, duyuyor musun beni" diye bas bas bağırıyordu. Diyelim çocuğun ağlaması sadece şımarıklıktan, istediği şeyi yaptırmak için. Öyle bile olsa annenin bu bağırışlarından sonra ben bile korktum, o el kadar çocuk nasıl şaşırmıştır kimbilir. Bir çok kez bu şekilde bağırdı, çocuk da ağlamaya devam tabii. En sonunda kadın "sessiz olacaksın, gebertirim seni" diye bağırınca yuh dedim. Bunlar ne biçin insanlar. İnsan çocuğuna nasıl böyle davranabilir? Aklım almıyor. Çocuk sahibi olmak için yıllarca bekleyen, tedavi olan, doktor doktor gezen, yine de olmayıp evlat edinen bir sürü insan var, bir de böyle insanlar var. Çocuğu doğurmak ona böyle davranma hakkını verir mi sorarım size. Hiç kimseyi kınama, başına gelir derler ama bunu kınamayayım da ne yapayım. Ben ki muhabbet kuşum ölünce karalar bağladım, ağlamaktan helak oldum, hiç mi içi acımadı o annenin çocuğuna, kendi canına, kanına delirmiş gibi bağırırken?

12 Eylül 2008 Cuma

Bugünün benim için önemi

Bugün 12 Eylül 2008. Bilinen bir yıldönümünden bahsetmeyeceğim. Bahsedeceğim şey tamamen kendimle ilgili. Bugün, doktora sınavına girişimin 5. yıldönümü. 5 yıl önce bu saatlerde heyecan içinde sınava girmeyi bekliyordum. Bütün gece uyumayıp heyecanım yatışsın diye 1 şişe passiflora şurubu içmiştim (sınava kadar da devam etmiştim) ama hiç faydası olmamıştı. Sözlü sınavlar sözkonusu olduğunda biraz heyecanlı bir tipim. Yıllar öncesinin Farmakognozi final sınavı sözlülerinden kalan bir araz. Bir ara onu da anlatırım. 5 yıl önce bugün hayatımın en önemli sınavına girdim ve başarıyla verdim, darısı doçentliğe inşallah. Doçentlik demişken, 5 yıldır yardımcı doçent kadrosu bekliyorum bu arada (oda arkadaşım 6). Taşra üniversitesi tabir edilen daha yeni üniversitelerden birindeki, doktorasını benden sonra veren ve şu anda birkaç yıllık Yar. Doç. olan bir arkadaşım geçen sene başka bir arkadaşa şöyle dert yanıyordu. "Kadro için çok bekledim, gelmesi tam 8 ay sürdü". Dövecektim kendisini :)

12 öfkeli adam

Bu sabah birden bire aklıma geldi . Zamanında cezaevine girmişliğim var benim. Neyse ki mahkum olarak değil, ziyaretçi olarak. Ortaokulda (hangi yıl hatıramıyorum) okurken (TED) bir cumartesi günü için isteyenlere bir tiyatro oyunu davetiyesi vermişlerdi. Oyun "12 öfkeli adam" idi ve Mamak cezaevinde oynanıyordu. Oyuncuların hepsi cezaevinde yatan mahkumlardı. 10-15 kişilik bir grupla gittik. Detayları çok hatırlayamıyorum ama oyun çok güzeldi. Tiyatro geçmişi olmayan hükümlülerin performansları inanılmazdı. Oyundan sonra oyuncularlar da tanıştık, hepsinin ellerini sıkıp tebrik ettik. Bu aralar öfke yönetimi haberleri dolanıyor ya gazetelerde, herhalde o yüzden aklıma geldi. Şimdi nerede o oyuncular-mahkumlar kimbilir.

11 Eylül 2008 Perşembe

Yürüyelim

Diyetimi bulabildiğim her fırsatta yürüyüşle desteklemeye çalışıyorum. Bu akşam da fakülteden biraz erken çıkıp Ankamall'e gideyim dedim. Dönüşteki planım ise duruma göre metro ile yenimahalle 1. durağa gitmek ve eve yürümek ya da direkt olarak Ankamall'den yürümekti. Ankamall'i çok severim. Ankara'daki en sevdiğim AVM'dir. Migros AVM iken de severdim. Tek başıma dolaşıp ona buna bakmaya da bayılırım. Sıkılmadan saatlerce dolaşabilirsiniz. Hele şimdi Ankamall olmuşken gezecek daha çok yeri var. Ama ben artık eskisi gibi gezemiyorum. Ankamall'i kocamla gezmeye o kadar alışmışım ki, o yanımda olmayınca birşeyler eksik gibi geliyor, hemen ne yapacaksam halledip çıkıyorum. Bugün de öyle yaptım, alacaklarımı aldım ve kendimi dışarı attım. Konuyu biraz dağıttım galiba. Neyse. Baktım yüküm hafif, direkt yürümeye karar verdim. Yolu biraz da uzatarak 1 saat 20 dakika gibi bir sürede eve vardim. Yaklasik 4 km yürümüşüm. (İçeride yürüdüklerimi saymıyorum tabii). Akşam yemeği saatimi biraz oynatmak zorunda kaldım ama herhalde zararı olmaz, yürüdüm ne de olsa. Yürüyüş demişken, zaman zaman aklıma gelen birşeyi paylaşmak istiyorum. Artık hemen her semtte sağlıklı yaşam parkurları var ve bir sürü insan yürüyüş yapıyor. Yürüyen insanları gördükçe aklıma Cevat Kurtuluş geliyor. Yaşı uygun olanlar hatırlar herhalde, eskinin karakter oyuncusu, en çok uşak rollerine çıkardı, doktor, bakkal olduğu da olurdu. Tipi itibariyle esas oğlan asla olamadı. Hollywood'da yaşasaydı Actor's Guild vs sayesinde filmlerinin telifiyle gül gibi geçinip giderdi. İşte sağlıklı olmak için yürüyüş yapan insanları gördükçe yıllar önce okuduğum bir haberi hatırlarım. Haberde Cevat Kurtuluş'un otobüs bileti için harcayacak parası olmadığı için, nereye gidecekse onu hatırlamıyorum, gideceği yere yürürken kalp krizi geçirdiği ve öldüğü yazıyordu. Az önce google'da hangi tarihte öldüğünü bulmaya çalışırken vikipedi ve başka bir çok sitede ölümüyle ilgili olarak sadece "6/9/1992'de geçirdiği kalp krizi sonrasında öldü" yazdığını gördüm. Kuru bir ölüm haberi. O krizin ne şartlarda geldiği yazmıyordu. Yaşlı bir adam için sıcak bir havada belki de kilometrelerce yürümenin kalbi nasıl zorladığı, bir insanın otobüs biletine harcayacak parasının olmadığı için yürümek zorunda kalışı... Neyse, ara sıra aklıma gelir işte. Nur içinde yatsın.

Tarihte bugün

Bugün 11 Eylül, yani Hollywood filmlerinde görülen İkiz kulelerin yıkıldığı saldırının yıldönümü. Tam 7 yıl olmuş. O tarihlerde doktora çalışmam için bitki materyali toplamak için iki arkadaşımla beraber (Seda-Okan çifti) Hatay'a gitmiştik, otobüsle geri dönüyorduk. Mola verdiğimiz bir yerde onu bunu alalım diye aşağıya inip markete girmiştik. Otobüste radyo veya televizyon çalışmıyordu o yüzden televizyondaki görüntülere bir anlam verememiştim. Aynen film sahnesi gibiydi, meğerse gerçekmiş. Nasıl şaşırdığımızı anlatamam. Detayları öğrenmek için Ankara'ya varmayı beklemiştik. Hala da ürpererek hatırlarım.

7 Eylül 2008 Pazar

Kuğular

Yazma yazma, sonra da fırsat bulduğunda bombardıman yap. Bugünkü üçüncü yazım olacak bu, bakalım bir daha ne zamana yazacağım. Etlik'teki Antares alışveriş merkezinin ön kısmında çok büyük olmayan bir havuz var. Uludağ Kebapçısı, Firezza ve yeni açılacak Oscar Pastanesi'nin ön kısmında. 2-3 ay kadar önce eşimle Firezza'da, havuz kenarında hoş bir akşam yemeği yemiştik. Geçen gün önünden geçerken havuzda 2-3 kuğu olduğunu gördüm. Uzaktan baktığım için kuğular canlı mı yoksa maket mi anlayamadım. Ne de olsa Ankara'da kuğu görülecek yegane yer Kuğulu Park'tır. Biraz duraklayıp dikkatli şekilde baktım, vallahi yüzüyorlardı. Uzaktan cep telefonumla resimlerini çektim. Pek iyi bir resim değil ama daha iyisini çekene kadar idare eder sanıyorum. Diyetim elverdiğinde yine Firezza'ya gidip havuz kenarında oturup hafif birşeyler atıştırmayı ve kuğulara yakından bakmayı iple çekiyorum.

Aslanım benim

Bu resim de cuma günü Yenimahalle'deki bir apartmandan. Diyetimi yürüyüşle desteklemek için bulduğum her fırsatta yürümeye çalışıyorum. Hatta bir pedometre bile aldım, her 5 dakika da bir ne kadar yürüdüm, kaç adım attım diye manyak gibi bakıp duruyorum, heves işte. Yenimahalle'den geçen yürüyüş parkurumdaki bir apartman uzun süre önce dikkatimi çekmişti ama etrafta insanlar olduğu için rahat rahat fotoğrafını çekememiştim. Geçen cuma nihayet çekebildim. Yenimahalle'de uzun yıllar boyunca oturmuş biri olarak son halini görmek beni hala şaşırtıyor. Eskinin tek katlı, bilemedin 2 katlı, bahçeli, müstakil evleri zamana uyarak yerlerini 3-4 katlı apartmanlara bıraktı. Bu bina da eskinin tek katlı evlerinden. Çok farkedilmiyor olabilir ama evin dış cephesi tamamen mozaik kaplı. Ya evsahibi (arsa sahibi) ya da müteahhit Galatasaraylı olsa gerek. Çünkü 3. ve 4. katların arasında bir adet aslan mozaiği bulunuyor. Galatasarylı olduğum için sempati duymuş olabilirim. Ama buraya taşımamın bir nedeni daha var. Binanın geneli fazla göze batmayan renkler içeriyor, desen falan da yok, sadece o aslan mozaiği var. Pursaklar'daki evleri bilenler vardır mutlaka. Havaalanı yolundaki alt geçitlerin inşaatı devam ederken yol kapalı olduğu için yolu mecburi olarak Pursaklar'ın içinden geçiriyorlardı. Civardan geçtiyseniz mutlaka görmüşsünüzdür, nasıl bir modadır ve nereden çıkmıştır bilmiyorum ama apartmanların %90'ı çok yoğun mozaik desenlerle kaplıdır. Tek tük olsa bir derece ama çoğunluğunda olunca feci bir göz yorgunluğuna neden oluyor. O yüzden bu desen bana zarif geldi, sizlerle paylaşmak istedim.

Şaşırdım...

Geçen çarşamba günüydü sanırım, fakülteye gelip odama çıkmak için merdivenleri tırmanmaya başlamıştım. Görenler bilirler, bizim fakültenin özellikle Dekanlık katı sera gibidir. 6-7 yıl önce yenilenen pleksiglas tavan nedeniyle artık yazları çok sıcak olduğu için bitkiler ayrıca bir gelişip serpilir, görevlendirme, terfi vs. tebrikleri vesilesiyle Dekan ve yardımcılarına gelen sürüyle çiçek de serada ve okulun muhtelif köşelerinde yerlerini almaktadır. Beni şaşırtan çiçek de merdivenlerin basamakların kesildiği, düz olan yürüme kısmına konulan saksılarda bulunan bir çiçekti. Bitki bildiğiniz kaktüs, hatta şöyle diyeyim hiçbir güzelliği yok aslında. Solda gördüğünüz tombik gövdeli bitki. Genelde kaktüslerin minik minik çiçekleri olur değil mi? Hatta çoğu o kadar az çiçek açar ki uzun süre bekleseniz bile açtığını görmezsiniz. Bu resimde görülen kaktüsün yanındaki saksıda yine aynı kaktüsten vardı, ama bir farkla, çiçek açmıştı. Öyle böyle değil, muhteşem bir çiçek. Farmasötik Botanikçiyim hesapta ama beni bile şaşırttı. Görün bakın siz de şaşırın. Nasıl bir güzellik anlatamam. Bu pazar günü AÖF sınavı görevlerim arasında fakülteye uğradığımda ise çiçeğin kuruyup gittiğini gördüm. Neyse ki fotoğraflarını çekme fırsatı bulabilmiştim. Bakalım sizler de benim kadar şaşıracak mısınız?

5 Eylül 2008 Cuma

Diyet haberleri

1-2 kilo bu kadar mı farkettirir yoksa kendimi mi kandırıyorum? Ama yok canım, kemerimde uzun zamandır kullanmadığım delikleri kullanmaya başladım, sürekli giydiğim kot bollaşmaya başladı (giyilme bollaşması değil ama), bariz bir sıkılaşma var yani. Diyetten önce de başlamıştı aslında, inceliyor görünüyordum ama kilo zerre oynamıyordu. Şimdi kilo da inmeye başlayınca daha bir belirgin oldu. Kendimi kandırmıyorum herhalde. Hatta eski fotoğraflarıma bakıyorum, yüz tosuncuk gibi, hafif de gıdı var, ama şimdi yok valla. Var var, kesin değişiklik var :)

3 Eylül 2008 Çarşamba

Kısa kısa haberler

Hala tatil ve tatil öncesini tam olarak yazamadım, utanıyorum.

Diyete başladım, kilo kaybı çok fazla değil, çok dengeli ama incelmeye başladım, çevremdekiler farkediyor, çok mutluyum :)

Okulların açılmasına az kaldı ama ben daha yazın yapmam gerekenleri tamamlayamadım hatta bazılarına başlayamadım bile. Yukarıdaki maddedeki mutluluğum fazla uzun sürmedi yani.

2 gün izin alıp eve gitmiştim, onda da bulaşık makinesi hortumundan kimbilir ne zamandır akan su yer karolarının kenarını oyarak aşağı kata inmiş meğerse. Kocam hortumu tamir etti, derzle karo kenarlarını doldurdu vs vs. Evde becerikli bir erkek olması harika birşey. Ben de çıraklık yaptım (kalfa bile değilim ne acı).

Kendime Mudo'dan bir mutfak terazisi aldım. Hem tartım işlemini yapıyor hem de hazır girilmiş 999 besinin ağırlıklarına göre kcal, karbonhidrat, yağ, lif, protein, kolesterol miktarını falan söylüyor. Hemen evdeki her besinle denemeler yapmaya başladık. Hatta ertesi gün kocamın çok sevdiği donutalardan aldık (boston krema) ve 213 kcal olduğunu görerek yutkunduk (ben yemedim zaten bu sefer feci kararlıyım). Bir de Kıtır'ı tarttık. Kıtır bizim cüce hamster (Gonzales denenlerden). Kilosu 0.44 g çıktı ama Kıtır için bir madde olmadığı için yağını vs ölçemedik :)

2 günlük izin + haftasonu=4 gün sonra sabah 5:15 otobüsüne binerek fakülteye gelip kayıtlardaki görevimi eda ettim. Hala uykum var.