30 Haziran 2008 Pazartesi

Sinameki

Mutlaka bilirsiniz, duymuşsunuzdur, sinameki yaprakları kabızlığa karşı halk arasında çok kullanılan bir drogdur. Özellikle yakın çevremde kullananlar olduğu için bu bitkinin o kadar da masum olmadığı hakkında bir uyarıda bulunmak istedim. Drog Cassia angustifolia veya Cassia acutifolia denen iki türden elde ediliyor. İçerdiği antrasenozitler nedeniyle (sennozit A ve sennozit B) pürgatif etkili. Laksatif etkiyle pürgatif etkiyi karıştırmamak lazım, basit şekilde şöyle anlatayım. Laksatif etki bağırsakların yumuşaması (gevşeme) oluyor. Pürgatif ise temizleyici anlamında, yani bağırsaklarda ne var ne yok boşaltıyor bir nevi. Yıllar önce annemin çayını hazırlayıp içtiğini hatırlıyorum. Zayıflamak için yağsız tuzsuz pirinç lapası yerdi, elin Japonu yiyor, birşey olmuyor (onların pirinçleri de farklı) ama bizim karşılaştığımız sonuç direkt kabızlık. Sonra da kabızlığa karşı sinameki çayı içerdi. Babam da zaman zaman kabızlık çektiğinde sinameki çayı hazırlar, o yüzden evde sürekli sinameki yaprakları bulundururlar. Zayıflama çaylarının bileşimine bakarsanız pek çoğunun hem diüretik bitkiler (idrar söktürücü) hem de sinameki içerdiğini görürsünüz. Sonuçta ottur, bitkidir, zararı olmaz diye düşünüyor insan ama öyle değil. Her ot faydalıdır veya zarar vermez diye bir genelleme yapılamaz. Yüksek lisansım sırasında aldığım bir derste bu bitkinin fitoterapide kullanılan drogların kapsamına girmediğini anlattılar bize. Bunun nedeni ise uzun vadede kullanımında sorunlara yol açması. İlk problem bağırsakların peristaltik hareketlerini yapabilmek için artık bu droga ihtiyaç duyar hale gelmesi. Sinameki yoksa haliniz harap. Bir diğeri ise daha da uzun vadede kansere neden olması. Ne kadar uzun vade ben de bilmiyorum açıkçası, bu konuda yapılmış çalışmalara bakmalı ama sonuç olarak eğer kabızlık çeken ve sinamekiye başvuran biriyseniz bu derim ki alışkanlığınızı yavaş yavaş lifli beslemeyle ve bol su içmeyle değiştirmeye çalışın.

kurabiye

Dünkü Milliyet gazetesini ancak bu sabah yolda gelirken okuyabildim. Haberlerden biri Amerika'daki first lady adaylarının verdikleri kurabiye tarifleriyle ilgiliydi. Meğer her yıl adaylar belli olduktan sonra bir dergi (adını unuttum şu anda) first lady adaylarından kurabiye tarifi yayınlarmış. Okurlar tarifi dener ve en beğendikleri kurabiyenin hangisini olduğunu bildirirlermiş. Ve ilginçtir ki her sene kimin kurabiyesi beğenilirse onun eşi Başkan seçilirmiş. Yazıda diyordu ki: "Hillary Clinton 2 kez tarif yarışını kazanmıştı, eğer o aday olsaydı acaba Bill Clinton kurabiye tarifi verecek miydi?" Şu anki kurabiye yarışını önde götüren Michelle Obama imiş. Bakalım Obama seçilecek mi? Haberden sonra aklıma hemen Sevgili İlkay'ın kurabiyesi aklıma geldi. İleride politikada kariyer düşünürse eşin oyum sana bilesin :)

28 Haziran 2008 Cumartesi

Işık huzmeleri

Dün yine klasik Ankara-Eskişehir yolculuğum sırasında, yolun sonlarına doğru uykuyu gözlerimden kovalamaya çalışır ama halen kısık gözlerle etrafa bakınırken dışarıdaki havanın değiştiğini farkettim. Ankara'dan binerken cehennem gibi sıcak olan hava Eskişehir'e yaklaşırken biraz daha serinlemiş, hafif de kararmıştı. Serinliği otobüsün püfür püfür havalandırmasıyla oh be derken farketmek tabii ki mümkün değil ama ağaçların sallanan dallarından, yapraklarından, etraftaki otların, çiçeklerin ahenkle dans edişinden anlamak mümkündü. Kararmış bulutların arasından gözükmeye çalışan mavi gökyüzü ve aralardan sızmaya çalışan ışık huzmeleri o kadar güzel görünüyordu ki camdan yansıma yapacağını bilmeme rağmen resmini çekmeden duramadım. Önceleri uzaktan gördüğüm bu manzara daha da yaklaştıkça öyle büyüdü ki sanki o kararmış bulutların arasında görünen parlak bulutlara ve aydınlık alana bakarken başka bir boyutun kapısı açılmış da her an oraya doğru çekilecekmişim gibi hissettim. Fazla bilimkurgu seyretmenin sonucu herhalde :)

26 Haziran 2008 Perşembe

Sürpriz

Kocamın sürprizlerini yazınca sanmayın ki ben hiç sürpriz yapmadım. Benim tek hatam ağzımdan bir kere bir sürprizimin olduğunu kaçırmak. Aslında tam olarak benim hatam sayılmaz, o da çok ısrar ediyor, ısrar ısrar nereye kadar, gücüm tükeniyor ve ağzımdaki baklayı çıkarıveriyorum. Öyle bir ısrar ediyor ki bana yapacak başka birşey kalmıyor. O sürprizden bahsettiğinde ise ben, meraktan içim içimi yese de, detay sormuyorum. Yani burada makul olan benim davranışım. Karşımdakine sürpriz yapabilme imkanını veriyorum.

İlk defa adam gibi bir sürprizi geçen sene kocam askerdeyken yapabilmiştim. Askerde olduğu için ağzımdaki baklayı görebilme ve çıkarttırabilme fırsatı olmamıştı. Evlilik yıldönümümüz kocamın 3 aylık temel eğitiminden sonra dışarıya çıkabilmeye başladıkları zamana denk geliyordu. Bunun öncesinde askerliği Polatlı'da yaptığı için her haftasonu gidip onu görebilme imkanım oluyordu. İlk dışarı çıkacakları haftasonunu hiç unutamam. Bahçedeki bekleme yerinde gelmesini beklerken nizamiye kapısında gruplar halinde sıralandıklarını gördüm. İlk gruba çıkış izni verdiklerinde o üniversite mezunu gençlerin, hatta aralarındaki kocam gibi doktora sonrası askere giden koca koca adamların depar atarcasına çıkışa doğru koşması görülmeye değerdi. Olimpiyatlarda olsalar rahat 100 m rekorunu kırmışlardı. Benimki tabii ki yaşının verdiği vakurla sakin sakin yürüyerek yanıma gelmişti. Ama o görüntü hala aklımdadır. Hatta o hafta içi Penguen dergisinde benzer bir karikatür yayınlanmıştı da yok artık demiştim, meğer aynen öyleymiş. Neyse, geleyim sürprize. O yılki evlilik yıldönümümüzde kocamın dışarı çıkıp bana gönlünce bir hediye seçme veya internetten araştırma yapıp sipariş verme imkanı yoktu. Bu yüzden o yılı hediyesiz geçirmeye karar vermiştik. Ama daha önce dediğim gibi, ben özel günleri kutlamadan yapamam. Sembolik bile olsa mutlaka bir hediye almalıyım veya vermeliyim. O yüzden bir ay kadar önce internette dolanırken bir reklama denk gelince çok mutlu olmuştum. Cam hediye diye bir sitenin reklamıydı. Cama lazerle resim, logo işleyen bir firmanın reklamıydı. Artık bayağı yaygınlaştı, alışveriş merkezlerinde bile bu işi yapan değişik firmaların köşelerini görmeye başladım. Benim ve kocamın birbirimizin en sevdiğimiz vesikalıklarını bilgisayarda taradım ve anahtarlık hazırlamaları için firmaya gönderdim. 1 hafta içinde anahtarlıklarım elime geçti. Çok güzel görünen değişik, pahalı olmayan ama manevi değeri yüksek bir hediye oldu. Evlilik yıldönümü civarında (haftasonuna denk gelmedi maalesef) hediyeleri ortaya çıkardım. Önce nasıl kızdı bana anlatamam. Sadece ona hediye aldığımı sanmış meğerse ve bana birşey alamadığı için de kendini çok kötü hissetmiş. Bana vermesi için onun adına da bir hediye hazırlattığımı öğrenince çok şaşırmış ve sevinmişti. Hediye pakedini açınca daha da şaşırdı çünkü paketleri karıştırmışım, onunkinin içinden kendi resmini taşıyan anahtarlık çıktı. Sonuç olarak küçük ama anlamlı bir hediye ve değişik bir evlilik yıldönümü kutlaması oldu bizim için. Ben de sürpriz yapabiliyormuşum yani imkan verildiğinde :)

25 Haziran 2008 Çarşamba

Atakule'de güzel bir yemek



Geçen gün öğle yemeğini biraz uzatarak eşimle birlikte Atakule'deki Dönen Restaurant'a gittik. Ne zamandır oraya gitmek istiyorduk zaten ama gitmeden önce nereye gideceğimizi söylemiş bulunduğum için yine sürpriz yapma fırsatımı kendi ellerimle kaçırmış oldum. Buranın özelliği adından da belli olduğu üzere dönmesi. Cafe-Bar ve Restaurant olmak üzere 2 kısımdan oluşuyor ve tüm masalar etrafı görebilmeniz için pencere kenarında. Atakule yapılırken aslında tüm kubbenin dönmesi planlanmışken yapılan bir hata yüzünden böyle olmadığı söylenirdi. Bunu çözmek için bu restaurantın zeminini döner hale getirmişler. 1.5 saatte bir tur yaparak yemeğinizin eşliğinde Ankara'ya tepeden bakma fırsatını buluyorsunuz. Tepeye en son 4 yıl kadar önce bir Nisan ayında yine eşimle çıkmıştık. Nişan yüzüklerimizi almıştık, hatta o akşam da nişanımız olacaktı. Yakınlarda olunca tepeye çıkalım demiştik ama esintili havada bayağı üşümüştük diye hatırlıyorum. Şimdi üşüme derdi olmadan yiyip içerken etrafa bakınıp fotoğraf çekmenin rahatlığını yaşadık. Yemekler oldukça lezzetliydi. Belki bir daha fırsat bulabilir bir kez de akşam gider Ankara'yı bir de güzel bir gecede ışıl ışıl görebiliriz.

Kısa bir İstanbul gezisi

Aslında buna pek gezi denemez. Daha önce bahsettiğim NGBB ile ilgili bir çalışma için İstanbul'a gitmem gerekti diyelim. Yine de güzel bir haftasonu oldu. Biraz değişiklik de diyebiliriz. Aslında her hafta Ankara-Eskişehir arasında mekik dokuyan benim için değişiklikten bahsetmek biraz abes oldu ama rutin değişiklik haricindeki bir değişiklik diyerek cümleyi iyice karmaşıklaştırayım. Bu sefer eşim de benimle birlikte geldi. Uzun zamandır bahçeyi görmesini istiyordum, asıl onun için değişiklik oldu diyebilirim. Önce Ankara'da veya Eskişehir'de buluşup otobüsle gitmeyi düşündük ama sonra treni tercih ettik. Böylece romantik bir kaçamak gibi oldu hatta. Önce ben Ankara'dan bindim, 3 saat kadar sonra eşim Eskişehir'den bindi ve yolumuza devam ettik. Tren yolculuklarını her zaman sevmişimdir, sürekli tek başına gidip geldiğim için eşimle birlikte olunca daha da güzel geldi bana. Akşam üstü (az bir rötarla) Bostancı garında inip taksiyle bahçeye doğru yola çıktık. Bahçenin çalışmak için gelip İstanbul'da kalacak yeri olmayanlar veya işten uzak kalmamak için orada kalmayı tercih edenler için 10 kişilik bir misafirhanesi var. Hem böylece İstanbul trafiğinden de kurtulmuş oluyorsunuz. Sağolsunlar, bizim için bir oda ayırmışlar. Oda dediğim de karayolu şantiyelerinde minik barakalar olur hani, onlardan. Ama son derece lüks, banyolu, her daim sıcak sulu ve klimalı. Bir baraka da ortak kullanılan mutfak olarak düzenlenmiş. Otoyolun gürültüsü sanki deniz kenarındaymışsınız da dalgalar kıyıya vuruyormuş gibi geliyor bana. Şimdiye kadar hiç rahatsız olmadım ama bu sefer apayrı bir gürültü daha vardı. Maalesef bu aralar o civarda çok fazla elektrik kesiliyormuş. O yüzden gecenin bir yarısında hemen yanda bulunan jeneratör devreye giriyor. Ben bile duyduğuma göre (gerçi sonrasında tekrar uykuya dalıyordum) oldukça gürültülü demektir. Eşim uyuyamadı zaten perişan oldu benim yüzümden, yine de şikayet etmedi halinden.

Cumartesi gününü çalışarak geçirdik, normalde pazar günü öğleden sonra işleri tamamlayıp İlkay'ları ziyarete gidecektik ancak pazar günü öğleye doğru Ankara'ya dönmemiz gerektiği için planları biraz değiştirmek zorunda kaldık. İlkay ve Şenol çok kibarlar (cumartesi akşamı için başka planları var mıydı bilmiyorum, umarım yoktur ve bozmamışızdır), hemen planlarını bize göre ayarlayıp bir de üstüne güzel bir yemek hazırlamışlar sağolsunlar. Detaylar az sonra.

Bahçe her gidişimde daha da güzelleşiyor sanki. Bunda dinamik bir bahçe olmasının etkisi büyük. Zaten botanik bahçelerinin misyonu bu, farklı dönemlerde farklı bitkileri halka tanıtabilmeliler. Arkadaşlar bahçedeki bitkileri büyütmek, geliştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Limonluk'ta (sera) çimlendirme, aşılama faaliyetlerinde bulunuyorlar. Başarıyla çimlendirilen bitkiler de bahçede ilgili bölümlere dikiliyor. Bu faaliyetleri hakkındaki detayları zaman zaman NGBB'nin yayını olan Bağbahçe dergisinde bulmak mümkün. Burası biraz reklama giriyor galiba ama yine de yazayım. Dergi 2 ayda bir çıkıyor. Abonelik ücreti 18 YTL ve direkt kapınıza geliyor, ekstra bir kargo veya ulaşım ücreti vermiyorsunuz. Bitkilerle ilgileniyorsanız okumanızı tavsiye ederim. Özellikle İstanbul'da oturanlar bahçenin faaliyetleri hakkında bilgi de alabilirler. http://www.ngbb.gen.tr/bagbahce/

Bahçeye en son Şubat ayında gelmiştim. Havalar soğuk olduğu için ziyaretçi sayısı bu kadar fazla değildi. Bu haftasonu ise nasıl kalabalıktı anlatamam. Gelenlerin çoğunun amacı piknik yapmak. Böyle nezih ve temiz bir ortamı ben de kaçırmak istemezdim doğrusu. Mangal yapmadığınız, kendiniz sandalye, masa veya şemsiye getirmediğiniz sürece rahatlıkla pikniğinizi yapabilirsiniz. Eh, 1-2 bitkiye bakıp da adını öğrenip hakkındaki bilgileri okursanız bu da bizim kazancımız olacaktır. Pazar günü daha da kalabalıktı, hatta idare binasındaki masalara bile göz koyanlar oldu. ÖSS bitip yazlıklara gidildiği için eskisi kadar kalabalık olmadığını söylediler ama biz 12'ye doğru çıkarken ana giriş kapısında araç kuyruğu vardı, gözlerime inanamadım.
Gelelim cumartesi akşamına. İşim biraz geç bittiği için maalesef geciktik, bir de üstüne adres arayınca gecikme biraz da arttı. Elimiz boş gitmeyelim, pasta alalım diye bir yerde taksiden indik. Şoför gideceğimiz yerin yakın olduğunu söylemişti ancak herhalde yanlış tarif etti, hemen şuradaymış, yürüyelim derken kan ter içinde kaldık. Pasta aldığımız yer (adını unuttum ama Divan Pastanesi'nin bir koluymuş galiba) o gün için kampanya yapmış, 1 pasta alana 1 tane daha veriyorlarmış. Almayalım bize bu yeter dedik ama zorla verdiler. Arkadaşlarımın kısmeti, evleri bereket bolluk içinde olsun her zaman. Ellerimizde pastalar, dediğim gibi kan ter içinde biraz yanlış yollara saparak nihayet evi bulduk. 1 saat gecikerek feci halde mahcup olduk ama hazırladıkları muhteşem masayı görünce hemen unutup yiyeceklere yumulduk. Geç haber verdiğimiz için elmalı kurabiye yapamamış İlkay ama diğer şeyleri hangi arada derede hazırlamış anlamadım. Dereotlu, reyhanlı (fesleğen), taze soğanlı kuskus mu, tabağımda yatan harikulade pişmiş balık mı, roka, tere gibi ıtırlı otları sevmememe rağmen bayılarak yediğim salatayı mı, hangi birini anlatayım. Hepsi nefisti. Güzel sohbetleri de cabası. Tatlı kızlarını da nihayet görebildim. Uzakta olmanın dezavantajları işte. Bir türlü İstanbul'a gidip ziyaret edemedim, onlar Ankara'ya geldiklerinde de hep Eskişehir'deydim. Kısmet geçen haftasonunaymış ne yapalım. Yemek sırasında bir ara havai fişek atılmaya başlandı, canım arkadaşlarım herşeyi düşünmüşler bizim için. Yemek sonrasında maç eşliğinde çay içip pastalardan birini yemeye geçtik. Kalmamız için çok ısrar ettiler sağolsunlar ve ben bir dahaki sefere dediğim için çok kızdılar. Ama zaten çok geç gelebildiğim için mahcuptum, daha önce gelmiş olsam tamam ama iş gereği gidip pansiyonda kalır gibi kalmayı da istemedim. Ne bileyim cinslik belki de ama İlkay'ın blogunda yazdığı İstanbul turunda aklım kaldı, ben de ondan istiyorum. O yüzden iş güç olmadan sadece onlar için gelmeye söz verdik. Eee, aradan geçen kaç yıl var, sohbete ancak haftasonu yeter. Aklım hala o kuskusta kaldı bu arada ki kuskus yemekten hiç hoşlanmam, ısıramazsın edemezsin, dişinin kenarından mutlaka kayar ama o kuskus harikaydı, utanmasam daha da yiyecektim. Ellerine sağlık İlkaycığım, yeni tariflerini hasretle bekliyorum bu arada :)

Pazar günü tekrar yollara düşerek Ankara'ya döndük. Eşim çok kızacak okuyunca ama yazmak zorundayım: İnsanoğlu kuş misali :)

17 Haziran 2008 Salı

ıhlamurlar altında

Yandaki ağaç bir Ihlamur ağacı. Tam altında her sabah otobüs bekliyorum. Birkaç yıl önce yine bir Haziran sabahı otobüs beklerken harika bir koku çarpmıştı burnuma. Biraz aşağıdaki apartmanın bahçe duvarında Hanımeli (Lonicera sp.) yetişir, acaba o mu demiştim ama koku farklıydı. Başımı yukarı kaldırdığımda kokunun kaynağını bulmuş oldum: Ihlamur çiçekleri. O ne muhteşem koku, o ne harikulade güzellik. Ondan sonra her yıl Haziran ayını bekler oldum Nihayet bu sabah özlediğim o kokuyu tekrar duyabildim. Şaşırdığım şey ise kimsenin toplamaya yeltenmemesi. Özellikle de caddenin karşısında bir aktar varken. Ağaçlar Belediye'ye ait olduğundan herhalde izin alma işleriyle kimse uğraşmak istemiyor, ben de o muhteşem kokuyu duyuyorum. Soğuk algınlığında ıhlamur çayı hazırlamak için aldığınız çiçek ıhlamurlara benzemez kokusu. Yeni açan çiçeklerin kokusu muhteşemdir. Bir ağaç dolusu olunca daha da muhteşem. Ihlamur (Tilia sp.) Tiliaceae familyasından bir ağaç. Mezun olmak için uğraşırken girdiğim Farmakognozi sözlü sınavında hocalara anlatmak üzere soru öbeği arasından çektiğim drog aynı zamanda. 3-4 sayfalık Ihlamur notunu bitkilerin özellikleri, etken maddelerin yapısını, etkilerini vs. anlattığımı hatırlıyorum. Ihlamur çok faydalı bir bitki. Farklı şekillerde farklı etkileri nedeniyle kullanılıyor. Resimden pek anlaşılmasa da bu tür sanıyorum Tilia argentea. Yaprakları kordat (kalp şeklinde, ama ters bir kalp) ve yaprakların arkası yoğun şekilde tüylerle kaplı. Zaten argentea adı da (epitet) yaprakların alt yüzünün sahip olduğu bu gümüşi renkten geliyor (argenteum: gümüş). Burnumuza gelen güzel kokunun nedeni çiçeklerde bulunan uçucu yağlar. Bu nedenle sakinleştirici etkisi var. Belki de otobüsün gecikmesine sinirlenmeme nedenim budur :) Hatta keşke biraz daha gecikse de bu güzel kokuyu biraz daha içime çeksem diye düşünüyorum her seferinde. Bu bana Japonya'daki bir adeti hatırlattı (eşim yine mi araya Japonya'yı sıkıştırdın diye dalga geçecek benimle ama tam sırası). Doktora çalışmam sırasında 3 ay kadar Tokyo'da kalmıştım ve şansıma bahar dönemine rastlamıştı. Baharın gelişi Japonlar için sakura dedikleri kiraz ağaçlarının çiçek açması demek. Ve kutlamaya değer bir olay. Her fırsatta devasa parklara gidip binlerce kiraz çiçeğinin verdiği kokuyu içlerine çekiyorlar. Sağlıkları için çok faydalı olduğuna inanıyorlar, günü yeşil alanda, bol oksijenli bir ortamda geçirmek de cabası. Ayrıca bahar geleneklerinden biri kiraz ağacı altında oturup bira içmek. Fakültede yanımızdaki laboratuarın elemanları bir öğleden sonrayı bu kutlamaya ayırmışlardı mesela. Hoş bir adet. Neyse, ıhlamura geri döneyim. Ihlamur hazırlama yöntemi hangi etkiden faydalanmak istediğinize göre değişir. Eğer sakinleştirici etkisinden faydalanmak istiyorsanız o zaman infüzyon denen sıcak suya atma yöntemini uygulayacaksınız. Kaynamış suya bir miktar ıhlamur atılır (tercihen çiçek ıhlamur, yaprak diye bildiğimiz ince uzun dar yaprak benzerleri aslında brakte dediğimiz bir yapı ve etken madde oranı daha düşük), bu arada ocağın altı kapatılır ve daha fazla kaynatma yapılmaz. Uçucu yağların özelliği adları üstünde uçucu olmaları. Kaynar suda fazla tutar veya ekstra kaynatma yaparsanız hepsi uçup gidecektir. Bu yöntemi sıcak su doldurduğunuz küvete ıhlamur atarak sakinleştirici banyo hazırlamada da kullanabilirsiniz. Ama eğer soğuk algınlığında, göğüs yumuşatıcı olarak kullanmak istiyorsanız o zaman yapacağınız şey müsilajın suya geçmesini sağlamak, bunun için de kaynatmaya devam etmeniz gerek. Bir fotoğraftan nerelere geldim, kendimi bir an derste sandım galiba :) Eğer bir gün bahçeli bir evim olursa bahçemdeki ağaçlardan birinin ne olacağı belli olmuştur herhalde. Muhteşem kokulu bir ıhlamur ağacı, altında bir salıncak veya hamak ve suratında aptalca bir gülümsemeyle ben...

15 Haziran 2008 Pazar

teknoloji

Cem Yılmaz'ın görüntülü telefonun reklamını görünce aklıma neler geldi. Yıllar önce biz daha çocukken yayınlanan Jetgiller (Jetsons) çizgi filmi vardı da ilk orada görmüştük bu teknolojiyi. O zaman sadece hayaldi tabii ki. Şu anda çok az insan başvuruda bulunabildi sanıyorum ama birkaç yıl içinde evlerimizin ayrılmaz bir parçası olacağına eminim. Cep telefonlarıyla da böyle olmadı mı? Ya da dial up-sonradan adsl- internet bağlantısıyla? Şundan en fazla 10 sene önce Kızılay'da yürürken takoz gibi ve upuzun antenli cep telefonlarıyla konuşan tek tük adamlar görürdüm. Hava attıklarını düşünerek etrafa bakınmayı da ihmal etmezlerdi. Şimdiyse çantamızda, cebimizde birden fazla cep telefonu taşıyoruz, çift sim kartlıları kullanıyoruz.

Yıllar önce, sanırım ortaokuldayken (20-25 yıl arası bir süre oluyor, tam detay vermeyeyim :P ) evlerimizde telefon yoktu. Sıraya girer yıllarca sıramızın gelmesini beklerdik. O zamanlarda uzun yıllar boyunca Amerika'da yaşamış olan (halen de oradalar) aile dostlarımız bir akşam bizi ziyarete gelmişti. Televizyonda bir film seyrediyorduk, muhtemelen o da o zamanlar için yegane kanal olan TRT 1'de gyayınlanıyordu. Amerika'da geçen filmin bir yerinde başrol oyuncusu kadının arabası akşam saatlerinde yolda bozuluyordu. O da biraz yürüyüp yakında bir ev buluyor (ancak olay şehirde falan geçmiyor, olsa olsa olsa bir kasaba yakınında) ve diyordu ki "Arabam yolda kaldı, acaba telefonunuzu kullanabilir miyim?" Saf saf şunu sormuştum dün gibi hatırlarım: "İyi de o evde telefon olup olmadığını nerden biliyor ki?" Tanıdığımız olan amca da demişti ki: "Amerika'da her evde telefon vardır." Ağzım açık kalmıştı, nasıl olur böyle bir şey diye düşünmüştüm. Şimdiyse cep telefonumuzu almadan evden çıkınca ne yapacağımızı bilemiyoruz, kolumuz kanadımız kırılıyor. Nerden nereye...

11 Haziran 2008 Çarşamba

NGBB

NGBB yani Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi İstanbul'da TEM Otoyolu Anadolu Otoyol Kavşağında bulunan bir bahçe. Ataşehir'le karşı karşıya. İlk olarak 2005 yılında bir kongre sırasında gitmiştim. Daha sonra birkaç kez gitme imkanım oldu. İstanbul içinde, hiç beklemediğiniz bir yerde karşınıza çıkan bir cennet. Gerek yurt içinde, gerek yurtdışında daha önce birçok botanik bahçesi görmüş olabilirsiniz ama bunun gibisini ben görmedim. Vızır vızır arabaların geçtiği otoyolda, halk arasında yonca da dediğimiz kavşakların ortalarında ağaçlar, değişik peyzajlara sahip çiçekler vs görmeye alışığız ama koskoca, bakımlı ve faal bir botanik bahçesi görmek şaşırtıcı. Çiçek açma zamanına göre değişik bitkileri birarada görebilirsiniz. Değişik habitatlarda yaşayan bitkileri (ör., tuzcul bitkiler, kaya bitkileri vs.) görüp tanıyabilir, bilimsel isimlerini öğrenebilir, tıbbi bitkiler bahçesindeki bitkilerin etiketlerinde yer alan bilgilerden yararlanabilirsiniz. Bildiğim kadarıyla çeşitli ilköğretim okullarıyla değişik projeleri var. Öğrenciler bitki yetiştirebiliyor, eğitim alabiliyor. Çocuklarınız için eğlenceli olacaktır sanıyorum. Ertuğrul Ada denen diğer yonca parçasına otoyolun altındaki bir geçitten geçiliyor. Çocuklarınızın ilgisini bitkiler değil de hayvanlar çekiyorsa etrafta serbestçe dolanan kazlar ve ördekleri çok seveceklerdir. Piknik masalarında (mangal yapmamak kaydıyla) yanınızda getirdiğiniz yiyecekleri yiyerek güzel ve değişik bir gün geçirebilirsiniz. (Özellikle Ataşehir'de oturanlar bu fırsatı mutlaka değerlendirmeli).





Benim dediklerimle yetinmeyin, şu adresten bahçenin kendi sitesine de bakın:
http://www.ngbb.gen.tr/

9 Haziran 2008 Pazartesi

Ankara'da sevdiğim yerler

Ankara'nın en sevdiğim caddelerinden biri Turgut Reis cadddesidir. Maltepe'ye (Yani Gazi Mustafa Kemal Bulvarı) paralel olarak eski Maltepe pazarına kadar uzanır. Sağlı sollu büyük ağaçlarla dolu, yemyeşil bir caddedir. Belli bir yerinden sonra yine Maltepe Pazarı'na kadar kocaman bir parkı olması da cabası. Eskiden o parktaki minik havuzlarda ördekler yüzerdi, çimlerin üzerinde dolanırdı. Uzun bir süredir yoklar. Çoluk çocuğun hayvanat bahçesine gitmeden ördek görmesi için bir tek Kuğulu Park kaldı elimizde, o da az kalsın elimizden alınıyordu, zor kurtuldu. Turgut Reis Caddesi trafiğin Maltepe'deki kadar olmamasıyla da sakin, huzurlu bir caddedir. Tandoğan'dan Kızılay'a giderken eğer yürüyecek vaktim varsa mutlaka o güzergahı tercih ederim. Geçen hafta yine oradan yürüyerek geçtim. Eski Maltepe pazarının yerine yapılan alışeriş merkezi inşaatına da baktım. Hemen hemen bitmiş gibi. Yeşil alanlar için de bayağı yer bırakmışlar, bakalım tamamlanınca nasıl olacak. Oradan yine ara sokaklardan önce Necatibey Caddesi'ne, oradan da Kumrular Sokak'a çıktım. Kumrular ayrıca sevdiğim bir sokaktır. Kalabalıktır, heryere araba park etmiştir ama sanıyorum Ankara'nın en yaşlı Çınar ağaçları oradaki kaldırımlardadır. Başınızı yukarıya kaldırıp dalların en son ulaştığı noktayı görmeye çalışmak beyhude bir uğraş, dalların heybeti ve bir nevi sonsuzluğu içinde kaybediyor insan kendini. En kısa zamanda tekrar oradalardan geçmeli ve bu sefer fotoğraflamalı...

7 Haziran 2008 Cumartesi

yaşgünüm

Derler ya, çocuğunun tahtını yaparsın ama bahtını yapamazsın diye. Yaşadığım geç yaşgünü kutlamasından sonra aklıma bu geldi. Ne kadar da doğru bir laf. Ve bu baht kısmının da büyük bir bölümünü bence eş seçimi oluşturuyor. Hayatını paylaşacak doğru kişiyi bulmak (ve ilk seferde bulabilmek) piyango ve sayısal loto kazanmaktan daha zor aslında, olasılık hesaplarını hiç sevmemiştim lisedeyken o yüzden hesabı siz yapın. Doğru eş hayatı sizin için güzelleştirir, yanlışı ise çekilmez kılar. Aynı evde, aynı anne babanın verdiği eğitimle yaşadığınız kardeşinize bile zaman zaman tahammül edemezken tamamen farklı bir ortamda, farklı bir ailede yetişmiş biriyle ortak müştereklerde buluşabilmek en büyük piyango olsa gerek. Özellikle ilk zamanların alevli aşkı sona ermeye başladığında (ki benim için hala devam ediyor, umarım eşim de aynı şeyi hissediyordur) anlaşabilen bir çift olmak, birbirini düşünmek, birbirine ilgi göstermek, özel olduğunu hissettirmek mutlu bir evliliğin altın kuralı. Bunlar olduğunda zaten aşk alevi hiç bitmiyor, mangaldaki korlaşmış kömürler gibi için için yanmaya devam ediyor, hafif bir rüzgarla kıpkırmızı, yanına konan herhangi bir şeyi hemen tutuşturucu...

Nerden mi aklıma geldi bütün bunlar ve başlıkla ne ilgisi mi var? Dün gece eşimle birlikte geç yaşgünü kutlaması yaptık. Hafta içi ayrı olduğumuz için yaşgünlerimizi yıllardır yaşgünü haftası etkinlikleri şeklinde kutluyoruz. Özellikle de benimkileri. Yaşgünü benim için en kutlamaya değer günlerden biri. O yüzden çok özen gösteririm. Sadece eşimin, kendimin değil, annemin babamın, (x2), ağbimin, ablamın... Pasta olmadan da asla kutlamam. Tabii ayrıca mumlar da olacak ve maytaplar. Mutlaka mum üflenip dilek dilenecek veya dilenip de olanlar için şükredilip yenisi dilenecek. Eşim (aman nazar değmesin) de yaşgünlerini önemser. Özellikle benimkini kutlarken sürprizler yapmaya bayılır. Gece saat 12'yi 1 geçe mutlaka cep telefonuma mesaj atar, onun yüzünden 4 yıldır yaşgünümün ilk dakikasını ağlayarak geçiriyorum. Bununla da kalmaz sürprizler yapar durur. İlk kutlamamızda Eskişehir'deydik, akşam annemleri ziyarete gidecektik. Ve ortada kutlamaya dair herhangi bir şey yoktu. Ben herhalde kutlamaya yapmayacağız sağlık olsun derken beni bir bahaneyle çarşıya indirip çok sevdiğimiz bir İtalyan restoranı olan Sempre'ye yemeğe götürmüştü, meğer önceden rezervasyon yaptırıp herşeyi ayarlamış. Garson yemeği getirdiğinde ben ağlıyordum, ağlamam geçince yüzümdeki salak, mütebessüm ifade hiç geçmedi.

Bir sonraki yılı ikimiz de bir türlü hatırlayamadık, evde kutlamış olabiliriz ama geçen sene benim için yine çok güzeldi. Bu sefer Ankara'daydık ve Piano diye bir restoran-bar'a gitmek üzere rezervasyon yaptırmıştık. Daha önce gidip çok beğendiğimiz bir yerdi, çalışanlar kibar, yemekler harika, bazı geceler farklı temalarda canlı müzik... Nezih bir ortam anlayacağınız. İnternet sitelerine girmemem konusunda söz almıştı benden, ben de cidden hiç bakmamıştım. Akşam yemeğe gittiğimizde bir de baktım ki asansörde Grup Gündoğarken'in afişi. Meğer o gece onlar çalıyorlarmış. Güzel bir yemek, güzel bir şarap ve romantik şarkılar. Ben yine mutluluk içinde yüzerken müşteri ilişkileriyle ilgilenen tatlı kız kocaman bir buket getirmez mi... Eşim herşeyi düşünmüş. Bir süre çiçeklerin arkasına saklanarak ağladım tabii ki. Daha önce kaç kez "yemeğe gideceğiz, hediye bekleme" demişti bana ama istediğim bir kitap ve 2-3 dvd'den oluşan bir hediye paketi görünce yine ağlamaya başladım. Çok sulu bir yaşgünüydü benim için.

Dün gece de geç yaşgünü kutlaması için yemeğe gideceğimiz talimatını aldım. Ama geçen seneler gibi sürpriz beklememem gerektiğini, bu sefer yapamayacağını da ekledi. Olsun dedim ama ağzından zorla laf alarak Sempre'nin bahçe kısmında rezervasyon yaptırdığını öğrendim. (Meğer daha neler varmış da ben nereye gideceğimizi öğrendim diye kendimce seviniyormuşum). Süslendik püslendik, giyindik kuşandık akşam yemeğe gittik. Bahçe kısmındaki yeri pek beğenmedik, zaten hava da kapalı olunca içeri girmeye karar verdik, iyi ki öyle yapmışız, biz içeri girdikten sonra yağmur başladı. Güzel bir yemek, nefis bir şarap, kahve derken eşim yakında Shakespeare's diye bir yer var (Haller Gençlik Merkezi'nin orada, geceleri ışıl ışıl olur, bayılırım) oraya gidecim birşeyler içeriz dedi. Eve de oradan gideriz dedi. Ben hemen gözlerim ışıldayarak yoksa faytona mı bineceğiz diye sordum". Tam oranın önünde birkaç fayton durur, aklıma hemen onlar geldi. Meğer sürpriz buymuş, eşim biraz bozuldu tabii hemen bulduğum için. Kahvelerimizi bitirip yürümeye başladık. Gideceğimiz yeri biraz anlatmam lazım. Haller Gençlik Merkezi'nin hemen önünden tren yolu geçer. Biz tren yolunun arkasındayız, Shakepeare's karşı tarafta ve o sırada tren geçiyor, bariyer kapalı. Hemen sol tarafımızda da İbis Otel var. Karşıya geçmeden önce madem faytona bineceğiz, İbis oteli'de merak ediyoruz, bar kımında birşeyler içelim dedim. İbis Otel ilginç bir otel. Dünya çapındaki Accor Otellerinin bir üyesi, 2007'de açıldı. Otelin en önemli özelliği eskiden Silo olmasıydı. Bildiğiniz, içinde buğday saklanan silo. Ne zamandır kullanılmıyordu, yıpranmaya başlamıştı. Silo halini de bildiğimiz için otele dönüştürülmesi bizi çok şaşırtmıştı. O yüzden görmek isterdim hep. Eşim de benim bu isteğimi bildiği için hemen kabul etti, otele doğru yürümeye başladık. Bar kısmı aşağıdadır, trenle gelip giderken hep görürdüm, o yüzden "barın manzarası iyi değil, 6. katta 606 numara'lı odadan bakalım manzaraya deyince ağzım açık kaldı. Meğer günler öncesinden rezervasyon yaptırmış, hatta 2 gün önce gelip parasını ödemiş, son hazırlıklarını yapmış bile. Ben hala şaşkınlık içindeyken odamıza çıktık, daha ağzımı kapamaya fırsat bulamadan yatağın üzerinde kırmızı-beyaz güllerden oluşan koca bir buket görünce ağzım bir daha hiç kapanmamak üzere açıldı. Hiç bu kadar şaşırdığımı ve mutlu olduğumu zhatırlamıyorum. Özellikle silodan dönüştürülen odalardan olmasını istemiş, kendimi bir buğday tanesi gibi hissettim, ama sevdiğinin yanında mutlu bir buğday tanesi. Dedim ya, eş seçimi bir kumar, doğru eşi bulmak ise "jackpot". Herkesin ömrünü sevdiği adamla (ve kadınla) geçirmesi dileğiyle...