26 Temmuz 2008 Cumartesi

Tatil sonrası

Bana kısa gelen bir aradan sonra tatil öncesi ve tatil havadisleriyle burada olacağım. Öyle çok fazla havadis yok, bildiğiniz deniz, kum, güneş, bir de mehtap beni sormuş, neredeymişim :)

10 Temmuz 2008 Perşembe

Geçmişe yolculuk

Zaman makinesi henüz icat edilmedi ama aslında bizi geçmişe döndürmesi için bu kadar karmaşık bir alete gerek de yok. Burnumuza gelen bir koku, ağzımızdaki bir tat, duyduğumuz bir şarkı bizi geçmişe götürmek için yeterli. Özellikle koku ve tat hafızamız inanılmaz. mp3 player'ımdaki şarkıları dinlerken böyle bir yolculuk yaptım ben de. Rock ve pop ağırlıklı olmak üzere şarkılar dinliyordum. Rasgele olarak çalan şarkılardan biri Skid Row grubundan 18 and life idi. Grubu bilir misiniz bilmiyorum, bu şarkıları ben lisedeyken piyasaya çıkan Youth Gone Wild albümlerindendi (yaşım ortaya çıkacak ). Televizyonda seyrettiğim klibini an be an hatırlarım. Hatırlamamın en önemli etkeni de elbette ki solistleri Sebastian Bach idi. Yandaki fotoğrafta tam olarak görülemiyor fakat adamın dümdüz, sarı ama çiğ sarı değil, çok hoş bir renkte (boya olmalı fakat çok iyi tutturulmuş bir renk, zaten eğer doğalsa adam kesinlikle bir ilah) uzun ve inanılmaz derecede gür saçları, kalkık bir burnu vardı. Tam bir erkek güzeli diyelim. O saçları az kıskanmadım, keşke benim de öyle olsa diye az hayıflanmadım. Yıllar geçti, başka albümler de yaptılar fakat benim için Youth Gone Wild albümleri her zaman 1 numara oldu. Yıllar sonra onu yine televizyonda gördüm ama bu sefer CNBC-e'nin yayınladığı bir dizide bir bas gitaristi canlandırıyordu, ara ara görüldüğü bir roldü, sürekli kadroda değildi. Belki görmüşsünüzdür, Gilmore Girl dizisinden bahsediyorum. Başrol oyuncuları olan anne-kızın karşısındakini ne zaman dinliyor da cevap verebiliyor acaba diye düşündüğünüz, neredeyse nefes almadan konuştukları "kadın" dizisi. (Ağbim ve kocam nefret ediyordu mesela, dizi bitince en çok onlar sevindi galiba). Dizideki bazı genç karakterlerin bir rock grubu vardı (adı Hep Alien), gruba bas gitarist aramaya başladıklarında 1-2 çocuk babası, orta yaşlı bir gitarist başvuruyordu ve önce yaşı itibariyle çekimser kalsalar da gitar çalışını duyunca gruba dahil ediyorlardı. Adam bana nedense tanıdık geliyordu ama bir türlü çıkaramıyordum. Daha sonra internette dizi hakkında birşeylere bakarken o adamın Skid Row'un solisti Sebastian Bach olduğunu gördüm. Bana biraz değişmiş geldi haliyle. Öncelikle o hayran olduğum dümdüz gür saçları artık yine uzunca ama kat kesimliydi ve keçe gibiydi sanki. Hayalimdeki görüntüsü var mısın yok musunda büyük ikramiyeler açılınca duyulan şangır şungur sesleriyle yıkılmıştı. Yıllar geçti tabii, hepimiz değiştik, Metallica ve Bon Jovi üyeleri bile saçlarını kestirdiler (Jon Bon Jovi'nin röfleli, kabarık uzun saçları da ayrı bir yazı konusu olur tabii ki), onun da değişmesi doğal. Bu aşamada eski vesikalık resimlerime göz attım. Küçüklükten itibaren çekilen resimlerimi ayrı bir yerde saklarım. Her saç değişikliğinde veya yılda bir vesikalık çektirmeye gayret ederim. Böylece zaman içindeki kendi değişimimi kronolojik bir sırayla görebiliyorum. En yakın zamanda bu permalı saçlarımla da bir tane çektirmeliyim. Baktım da ben o kadar değişmemişim sanki, biraz kilolanmışım ama gerisi aynı gibi sanki. Ya da insanoğulunun en kolay yaptığı şeyi yapıyor, kendimi kandırıyorum :)

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Bir sergi

Bu akşamüstü fakülteden biraz erken çıkıp Antares'e gideyim dedim. Yenimahalle otobüslerine binip kafamda şapka, elimde su, kavurucu bir sıcakta kısa bir yürüyüşten sonra ulaştım. İlk olarak Ebruligünler'in kendi blogunda bahsetmiş olduğu banklara oturdum. Daha önce gittiğimde genelde kalabalık olduğu için oturma fırsatı bulamamıştım, bu sefer boştu, oturdum ve kulaklarını bol bol çınlattım. Gerçekten de çok rahatlarmış.

Hemen ilerideki koridorda "Hollywood Antares'te" sergisi vardı. Bazı filmlerde kullanılan orijinal kostüm ve aksesuarların sergilendiği minik bir sergi diyelim. Geleceğini duymuştum ama tamamen aklımdan çıkmış, gelmişken bir göz attım ben de. Ankara'daki sergiyi duymadıysanız belki de İstanbul'da sergilendiği sırada gazetelerde çıkan "Matrix'in gözlüğü çalındı" yazısını hatırlarsınız. Gözlük bulunamamış anlaşılan, sadece Neo'nun giydiği bolero kılıklı kısa bir ceket vardı. Bazı akseuarların yanında da film afişleri, hatta filmin o kısımlarının gösterildiği minik bir LCD ekran vardı. Filmler American Pie, Fight Club, the Godfather, Saw, Minority Report, Rocky, Being John Malkovich vs. Hepsinin yanında da orijinal olduklarını belirten imzalı bir belge var. Bir kaç fotoğraf çektim, sizlerle paylaşayım. Çektiğim fotolar ve ait oldukları filmler:

Being John Malkovich: Çok ilginç bir filmdi. Herşeyden önce bir oyuncu hakkında böyle bir film yapılması eğer biyografisini filme almıyor veya hakkında bir belgesel hazırlamıyorsanız çok ilginç. Bir sahnede Cameron Diaz o korkunç saç modeliyle evrak dolabının arkasındaki tünelden girip John Malkovich'in burnundan çıkıyordu. Bu maske nerede kullanılmıştı hatırlamıyorum ama filmin o sahnesi nedense aklıma kazınmış.

Minority Report: Tom Cruise'un kullandığı uyuşturucu kapları diyeyim. Ne diyeyim bilemedim şimdi. Arkada da Ed Wood filminin bir aksesuarı varmış.

Fight Club: Bu film kocamın çok sevdiği filmlerden biri. O yüzden özellikle çekmek istedim. Tyler Durden'in giydiği kıyafet olarak hatırlarsınız sanıyorum.

Biraz daha fazla aksesuar, kostüm olsa daha iyi olurdu bana göre. Belki de ben işime gücüme bakayım diye fazla hızlı gezdim. Siz de görmek isterseniz 13 Temmuz son gün, bilginiz olsun.

8 Temmuz 2008 Salı

Sevdiğim bir ressam

Dün geceki hüzünden sonra biraz neşelenmeye ihtiyacım var. Aklıma İlkay'ın suluboya resimleri geldi. Bende resim yapma konusunda pek yetenek olmadığı için internetten sevdiğim bir ressamın resimlerine bakayım dedim. Raoul Dufy ile ilk olarak Karanfil sokaktaki Dost Kitabevinin alt katında karşılaşmıştım. Fakültedeki odama çerçeveletmek için bir resim arıyordum. Ararken gözüme çarptı. Suluboya fırça darbeleri gelişigüzel koyulmuş gibi bir resimdi. İnsanda bunu ben de yaparım gibi bir düşünce uyandıran (kazın ayağı öyle değil tabi). Bende canlandırdığı hisleri aktarıyorum, herhangi bir sanat tarihçisinin görüşleri değil bunlar. Baktığım anda öylesine basit ama bir o kadar da doğal. Sanki başka türlü anlatılmamalıymış, çizilmemeliymiş gibi. Seçtiği renkler birleşip bir gökkuşağı oluşturuyor gibi, içimi neşeyle dolduruyor her baktığımda. Fauvizm akımının önde gelen ressamlarındanmış, sonra kübizme kaymış galiba, esasen bahsedilen bu akımlar hakkında hele de ilk akım hakkında hiç fikrim yok. Tek bildiğim bu resimlerin kendimi iyi hissettirdiği.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Şu aşk denen şey...

Her derde deva olan, ölümcül hastalıkların bile üstesinden gelen aşk bir tek kendini kurtaramıyor. Bir kez azalmaya başladı mı çaresi olmayan bir yola giriyor, bitiyor gidiyor. Çevremde öyle aşklar gördüm ki asla biteceklerine inanmadım. Form değiştirmesi normal bir süre sonra ama tamamen bitmesi inanılmaz. Aşkı bitiren şey sanki bir virüs, ister bünyede mevcut olsun ister sonradan dışarıdan alınsın tıpkı bağışıklık sisteminde olduğu gibi, ilişki zayıflayınca ortaya çıkıp hızla çoğalıyor, son sevgi liflerini tüketinceye kadar da durmuyor. Antivirallerin pek etkili olduğu söylenemez bu durumda, o büyük aşk yitip gidiyor. Bir arkadaşım "evlilikte çocuk şart" demişti geçen hafta konuştuğumuzda. "Daha doğrusu her türlü ilişkide uğruna emek harcanacak ortak bir gaye, bir amaç lazım". Çok haklı. Bu herhangi bir şey olabilir ama çocuk en güçlüsü. Projeler biter, hobilere vs duyulan heves söner ama annelik ve babalık ömür boyu sürer. Bundan daha güzel bir ortak amaç da olamaz zaten. Her zaman geçerli değil elbette, eğer virüs çok kuvvetliyse, aşk bitmiş, ilişkinin içi koflaşmış sadece dışında ince bir kabuk kalmışsa en ufak bir rüzgarda o da yıkılır gider, neler paylaşılmış ve daha neler paylaşılacak gözünün yaşına bakmaz bile. Hüzünlüyüm bu akşam. Bitme aşamasına tanıklık ettiğim bir aşk için üzülüyorum...

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Yüzüklerin efendisi

Bu elbetteki yeni olan birşey değil, ama yaz tatilinin yaklaşmasıyla aklıma geliverdi, ben de yazayım dedim. Aslında çoğu kişinin bildiği, tecrübe ettiği birşey: evlendikten sonra yüzüğü denizde düşürmek. Bizim de başımıza geldi ama çoğu kişinin hikayesinin aksine mutlu sonla bitti.

Yüzüğe manevi olarak çok anlam yükleyen biri değilim. Belki de nişan yüzüklerimizi aldıktan 15 gün sonra değiştirmemizin bunda etkisi vardır. İlk yüzüğümüzün sarı ve beyaz altın karışımı olmasını istemiştim. Böylelikle altın (sarı ve beyaz) ve gümüş takılarla rahatlıkla takabilecektim. Aldığımız model sarı beyaz çizgili bir modeldi. Sarı kısımlar dışta ortalarında beyazlar olmak üzere 3 sarı-2 beyaz sıralı. Ancak beyazlar mattı. Parlak olmalarını istediğimde parlatabileceklerini döylemişlerdi ama berbat olacağını söylememişlerdi. Parlattığımız yüzükler sarımsı garip bir renk almıştı, daha sonra tekrar yaptırdık ama iyice matlaştı garip bir şey oldu. Sonraki 15 günü elimizde gözlük silme bezi yüzükleri parlatmaya çalışmakla geçirdik, en sonunda da dayanamayıp el yapımı, klasik sarı (yeşil altın yani) yüzüklerle değiştirdik. Bunun problemi de biraz geniş olması nedeniyle çizilmeme ihtimalinin olmamasıydı. Bu yüzüklerle balayına gittik. Otelde bizden başka 75 balayı çiftinin daha olduğunu söylediler. Kimler olduğunu bulmak pek zor değildi, yalnız kaldığı an yüzüğünü incelemeye, parlatmaya başlayan birini görünce (biz asla herkesin ortasında yapmadık) ya da başkasının elindeki yüzüğe dikkatli dikkatli bakan birini görünce hemen anlıyorduk. Balayı ve sonrasındaki tatilimiz boyunca denize, havuza girdik hiçbir şey olmadı. Ama ertesi yıl annemlerin yanına yazlığa gidince olanlar oldu. Kocamın yüzüğü denizde kayboldu, hem de tatilin ilk gününde. Bizi uyarmışlardı yüzüklerinizi çıkarın diye, ama daha önce yüzüklerin çıkmaması, hatta balayındaki açık büfe nedeniyle alınan kiloların hala atılamaması (bu yüzden parmakların dolma gibi oluşu) nedeniyle yüzükler nasıl olsa çıkmaz diye elimizden çıkarmamıştık. Ama deniz kıyısında oturanlara denize girerken çıkarıp veriyorduk yine de ne olur ne olmaz diye. Demek ki kulağımıza küpe olmuş. Dayım-yengem ve iki kızıyla birlikteydik. Denizde eğlendik coştuk, ben hala denizdeydim, kocam ise dışarıda ve karada olmanın verdiği güvenle yüzüğünü takmış haldeydi. Artık çıkalım eve gidelim, dayımı da denizden kıyıya taşıyalım derken kocam denize son bir kez girerek bize yardımcı olmaya çalıştı ve olanlar oldu, yüzük kayboldu. Dizi biraz geçen bir yerde kaybolan yüzüğü bulmak kolay olmalı aslında, özellikle de 6 kişi birden arıyorsanız. Ancak öyle olmadı. Hafif dalganın ve yüzük arayacağız diye etrafta dolaşan bizlerin ayaklarının havalandırdığı kumlar herşeyi gayet güzel örtmüştü. Görüş problemi de var tabii, su altında gözlerinizi açtığınız zaman herşey sarı sarı parlıyor, hah işte bu olmalı diye elinizi attığınızda da güzel parlayan bir taş olduğunu görüyorsunuz. Ara ara bir türlü bulamadık. 1 saatin sonunda eşim umudunu kaybedip kıyıya çıktı. Yavaş yavaş herkes bulunamayacak bir yüzüğü aramayı bırakıp denizi terketmeye başladı. Sadece ben ve kuzenim Pınar kaldık. Kızlar sağolsun, yakındaki bir marketten 2 tane yüzücü gözlüğü kapıp geldiler, aramaya onlarla devam ettik. Ancak yüzücü gözlükleri adı üstünde yüzücü gözlüğü, dalmaya uygun değil. Suya daldıkça elbette ki su almaya başladı. Halim çok komikti, tek göz iyi oturmuş, geç su alıyor, diğeri hemen doluyor. Tek gözle dalıp aramaya devam ettim, diğeri de dolunca çıkıp boşalttım ve aynen devam. Bu arada kıyıda oturanlarda bir ümitsizlik ifadesi. Kocam feci üzgün. Hem ilk faciadan sonra çok severek aldığımız bir yüzük olması hem de söylemesi ayıp ama bayağı kalın ve ağır olması nedeniyle suratını asmış oturuyor. Aramaya devam de edemiyor çünkü çok açık tenli, omuzları kavruldu bile. Zaten Pınar ve benden başka herkes aynı durumdaydı. Kocamın tabiriyle "mum ışığında bile hemen yanıp karardığım" için ben biraz geç etkilendim. Neyse, aramaya devam ettim. Suda iki büklüm olmuş, kafalar su içinde, fazla kum havalandırmamaya gayret ederek arıyoruz. Artık boşver diyor kocam, bulamayacağız, gitti o. Ama ben sudan çıkamıyorum. Yüzündeki mutsuz ifadeyi gördükçe nasıl çıkayım. Önemli değil, alırız yenisini diyoruz ama tatilimizin ilk günü bu, canımız sağolsun ama yüzüğün kaybolması tatilin gerisine de damga vuracak, üzecek kocamı, o yüzden sabah uyanmaya çalışırken "5 dakika daha uyuyayım anne" diyen çocuk misali aramaya biraz daha devam ediyorum. 2. saatin sonuna doğru biraz derinlere gitmiş ararken bir an gözüme sarı bir şey çarptı. İşte bizim yüzük. Yüzüğün yarısından çoğu tamamen kuma batmış sadece kenarının bir kısmı görülüyordu. Buldum diye bağırdığımı hatırlıyorum. Tekrar baktığımda tam olarak göremedim ama dalıp elimi kumlara attım ve işte yüzük avcumdaydı. 1-2 dakika daha geciksem üstü tamamen kumlarla örtülecekmiş demek ki. Yüzük o an avcumdayken LOTR filmindeki Gollum kadar mutluydum (my precioussssssss). Kocamın yüzündeki inanmazlıkla karışık mutluluk ifadesini hiçbir şeye değişmem. Bu 2 saatin sonunda benim bile omuzlarım kıpkırmızı olmuştu, ben 1-2 günde atlattım gerçi ama geri kalan fellowship of the ring üyeleri benim kadar şanslı değildi. Sonrasında eşim bu hikayeyi "yüzüğü denize fırlattım ama gidip buldu, ondan kurtuluşum yok" diye anlattı, hepimiz güldük. Tatil dönüşü anlattığımız arkadaşlarımızın çoğunun da bu şekilde bir yüzük kaybetme hikayesi varmış. Ama nedeni azim midir yoksa şans mı bilmem, hikayesi mutlu sonla biten bir tek biz vardık. O yüzüklere ne mi oldu? Mordor'da lavlara attık erittik ikisini de, şu anda başka bir çifti takıyoruz.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Quantum of Solace

Bu yeni Bond filminin adı. Aynı zamanda yeni ve sarışın Bond Daniel Craig'in de ikinci Bond filmi. İlk Bond'ları filmlerin çekildiği zamanlarda seyretmeye yaşım tutmuyor, daha sonraları televizyonda seyrettiğimde, filmlerin ve sinema teknolojisinin eskiliğiyle bana pek tat vermemişlerdi. Bir de zamanın Bond'u Pierce Brosnan varken genç ve tüysüz bir Sean Connery veya Roger Moore elbette ki bana pek çekici gelmemişti. (Sean Connery yaşlandıkça güzelleşen bir insan zaten). Aradaki 1-2 önemsiz Bond'u dikkate almıyorum bile. Babam için en iyi Bond her zaman Roger Moore olmuştur. Sonrakileri pek takip ettiğini sanmıyorum, televizyonda gösterildiyse veya dvd'sini alırsak seyreder, özellikle sinemaya gitmez. Konuya bir türlü girmediğimin farkındayım ama şu anımı da yazmama izin verin. Yıllar önce, herhalde ilkokulda falandım zamanı pek kestiremiyorum, babamla sinemaya gitmiştik. O zamanlar Yenimahalle'de oturuyorduk ve Yenimahalle 5. durakta bir sinema vardı: Seyran Sineması. Şimdi ve uzun yıllardan beridir yerinde yeller esiyor. Bir haftasonu gitmiştik, kıştı, dışarısı bayağı soğuktu, sinema da pek sıcak değildi hatta, paltolarla oturmuştuk. Şimdi yazdığımı yanlış anlayacak hatta güleceksiniz biliyorum, ama inanın sandığınız gibi değil. Sinemada 2 film birden gösteriliyordu. Şimdiki "3 film birden"lerle lütfen karıştırmayalım, küçük bir kız olduğum ve babamla gittiğim düşünülürse herhalde bu 2 filmlerin seks filmi olmadığına kanaat getirirsiniz. Sinemada bir kung-fu filmiyle Roger Moore'un "For Your Eyes Only"si oynuyordu. Film hakkında en ufak şey hatırlamıyorum şu anda. Tekrar seyretmem lazım demek ki. Biz Kung-Fu filminin sonunda girmiştik. O film bitince Bond filmi başlamıştı. Salon o kadar soğuktu ki çok üşüdüğümü hatırlıyorum. 2. filme kalmayıp eve gitmiştik sonrasında (zaten son 10 dakikasını da görmüştük).
Neyse, konuya döneyim. Timothy'nin canlandırdığı Bond'u nedense hiç sevemedim. Pierce'e ise hayran oldum. Zaten kendisini Remington Steele zamanlarından bilir ve severim, muzip gülüşüyle, gerektiğinde şahin bakışlarıyla bence çok başarılı bir Bond olmuştu. Bir daha Bond filmi çekmeyeceğini açıkladığında üzülmüştüm. Sonra yeni Bond arayışları başlamıştı. Adaylar arasında bir zenci (adını unuttum) ve Daniel Craig vardı. Zenci Bond olur mu, sarışın Bond nasıl olur diye bir sürü şey yazılıp çizilmişti. Sonunda sarışında karar kılınınca ben de Sarışın Bond olurmu, Pierce'in üzerine gül koklamam asla tribine girmiştim. Sanki film şirketi benim fikrimi soracaktı. İlk filmin çekim haberlerini takip ettim, fragmanını izledim falan ama yok dedim, ben Casino Royale'e gitmeyeceğim, Pierce'in hayalimdeki görüntüsüne ihanet edemem. Sinemaya gelince gerçekten de gitmedim. Ama kaderde gitmek varmış. (Bu kader var ya, nelere kadir, eşimle tanışma hikayemi yazsam şaşar kalırsınız :) ) Bir haftasonu Ankara'da kalmam gerekmişti. Ben de pazar günü sinemaya gideyim demiştim. Tek başına sinemaya gitmeye bayılırım. Hangi filme gidelim, hangi seans olsun derdi olmaz, karar verir direkt gider filmini izlersin. Filmleri sinemada izlemeyi severim, eve istediğin kadar iyi bir ses sistemi kur, orada izlemenin keyfi başka. Kocam sinemaya gitme sebebimin mısır yemek olduğunu söyler hep. Aldığım kilolara bakarsak gerçeklik payı var galiba ama hayır, sinemada film izlemeyi seviyorum ben. Tek başıma gülüyorum, ağlıyorum, gayet iyi vakit geçiriyorum. Yine dağıttım konuyu. Neyse, sabah ilk seansa hazırlandım gittim. Gidecek filmlere baktım, filmlerin bazılarına gitmiştim zaten, diğerleri de ilgimi çekmiyordu. Gidebileceğim sadece 2 film vardı "Sınav" ve "Casino Royale". Yeni Bond'a gıcığım ya, Sınav'a gideyim bari dedim ve gişedeki kıza "Sınav" a bir öğretmen" dedim. Biletimi aldım, içeri girdim, mısırımı aldım ve hemen yemeye başladım, salonumu ve koltuğumu buldum ve mutluluk içinde yerime yerleştim. Reklamlar başladı bitti, gelecek filmlerin fragmanları başladı. O, bu derken Casino Royale'in fragmanı başladı. Bir yerde terslik var diyorum, diğer salonda oynayan filmin fragmanı gösterilmez ki, ama herhalde adet değişti diye mısır yiyerek istemeden de olsa Craig'e bakıyorum. Fragman bu arada bir türlü bitmiyor, bariz film başlamış, işte jeneriği gösteriyorlar. O zaman yanlış filmde olduğum dank etti. Mısır yerken dalgınlıkla yanlış salona girdim herhalde, sabah erken olduğu için kimse yerimden kaldırmadı demek ki, tüh derken bilete baktım, salon no benim girdiğim salon. Ee, bu nasıl oluyor peki derken bir de filmin adına baktım ki ne göreyim, gişedeki kız bana Casino Royale filmi için bilet vermiş. "Sınav" ile "Casino Royale" in fonetik açıdan benzerliği yok, kelime sayısı bile farklı, nasıl hata yaptı anlamadım. Artık dışarı çıkıp hatayı düzelttirecek halim de yok, 10 dakika geçmiş, diğer film de çoktan başlamış, Pierce kusura bakacak belki ama oturup seyredeyim bari ne yapayım dedim. Seyrettikçe hem film hem de Craig beni sarmaya başladı, filmin sonunda adama aylarca süren önyargıma rağmen "en iyi Bond Craig Daniels" diyecek kadar hayran olarak salondan çıktım.

Adam gerçekten de çok iyiydi bence. İlk bakışta oldukça soğuk ve donuk. Pierce gibi sevimli bir çekiciliği yok, resmen haşin. Ama düşününce böyle olması daha doğal geliyor. Sonuçta kötü adamlara karşı savaşıyor olsa da Bond bir katil. İnsani duygularını arka plana atmazsa görevini yapamaz. Zaman zaman su yüzüne çıkıyor elbette ama gereğince. Yeri geldiğinde sevimli, yeri geldiğinde korkutucu. Çıkışta hemen eşime en baştan filme girişimden başlayarak ballandırarak anlattım. O kadar şevkle anlatmışım ki, detaylarını burada verdiğim yaşgünü kutlamamda bana dvd'sini almıştı.

Yeni filmini sabırsızlıkla bekliyorum. Bu da böylece bir diğer "never say never" hikayem oluyor :).




1 Temmuz 2008 Salı

Never say never

Bugün, bir öncekinden yaklaşık 10 yıl kadar sonra perma yaptırdım. Hem de bir daha asla yaptırmam derken. Saçlarım dümdüz, saç uzamaya başlayıp da kıvırcık permalı kısımla yeni çıkan, bir kağıt kadar düz olan saçların görünüşü arasında iflah olmaz bir fark olunca ve ilacın etkisiyle zaten normalde de güneşi görünce rengi açılmaya başlayan saçlarım iyice sararmaya başlayınca "bir daha perma mı, asla!" demiştim. Ama 10 yıllık düz saçın verdiği değişiklik arzusu ve yaz sıcağının feci bastırmasıyla kurutma, hafif kabartma için saç kurutma makinesinin sıcağına tahammül edememe nedeniyle tükürdüğümü yalamış oldum ve bugün gidip su dalgası denen daha az kıvırcık türünden yaptırdım. Saçlarım uzamaya başlayınca arada eskisi kadar büyük bir tezat olmayacağı hakkında kuaförümden teminat aldıktan sonra tabii. Sağolsun, beni ve saçlarımı çok iyi tanıdığı için dediği herşeye kayıtsız şartsız inanabiliyorum, büyük bir rahatlık. Şu anda hala alışma devresindeyim, dalgaları da henüz yeni olduğu için biraz daha sıklar, ama zamanla açılıp istediğim hale geleceklermiş, o yüzden hala aynada kendime garip garip bakıyorum. 2 yıl kadar önce de yine asla yaptırmam diyerek gölge yaptırmıştım. Saçlar uzayıp da alttan daha koyu renkli yerler çıkınca (Demet Akalın'a, hatta benden başka herkese çok yakışıyor nedense ama kendimde bir türlü alışamadım), yeni çıkan yerleri bir kez daha gölgeleteyim de kötü durmasın derken yazın gelmesiyle daha koyu olması gereken yerler de sarı kısımlara uyup renklerini açınca sarı kafa olup çıkmış ve bir cinnet anında kendi rengine boyatıvermiştim. O zaman da demiştim ki "gölge mi, bir daha asla!". Bakalım bir sonraki gölge ne zamana, 10 yıl sonraya mı yoksa daha erken bir zamana mı? :)