29 Mayıs 2009 Cuma

Güzel başlayan sıkıntılı bir gün

Bu sabah ne kadar da neşeliydim, içim içime sığmıyordu, fakülteye girer girmez aklımdakileri yazacak, paylaşacaktım ama olmadı. Ben yine de sabahki halime geri dönmeye çalışayım.

Sabah 8'de kalkan otobüsüme binmek için evden biraz daha geç çıktım. İlk durak olunca herkes oturabilmek için erkenden gelip sıraya girmeye çalışır. 5 dakika bile hayati öneme sahiptir, yan koltuklara düşme ya da ayakta kalma ihtimalinizi %50 artırır. İşte ben o 5 dakika eşiğini maalesef geçirmiştim, tüh, bir sürü de yüküm var derken bir de baktım ki durakta sadece 7 kişi var. Dün o 5 dakikada yığılan insanlar bu sabah gelmemiş. Haydi onlar da geç kaldı dedim önce ama durak dünkü ve önceki günlerdekiler gibi kalabalık değildi. İşin ilginç yanı diğer duraklarda da adamakıllı dolmadı, hatta yolcu olmadığı için bazı duraklarda durmadı bile. "Vay canına dedim, galiba bugün güzel bir gün olacak". Elimde kitabım, kulağımda kulaklıklar, içimi açacak fıkır fıkır şarkıları dinleye dinleye ilerledik. Yollarda bayağı ferahtı, otobüs dünküne göre 20 dakika erken varabildi. İçim fıkır fıkır, güzel bir gün olacağı fikrim baki, fakülteye girdim. İşte 20 dakika sonra o telefon geldi. Yapılacak bir sempozyumla ilgili bir iş vardı. Asıl yapması gereken 2 arkadaş sağolsunlar izin almışlar. Kendilerine ulaşmaya çalışıp haber bırakmıştık, bu sabah izin alacakları tutmuş. Ne tesadüf. İş tabii ki bana ve oda arkadaşıma kaldı (Sen eşek olursan semer vuran çok olur. Aldığı işi yarım bırakan ya da savsaklayan tipler değiliz ki, tabii ki her angaryayı bize yüklüyorlar). Sonuç olarak bugün 5.5-6 saatimi o işe harcadım, abartmıyorum. Güzel başlayan günüm içimin kararmasıyla sonlandı. Oysa neler neler yapacaktım, kafamda planladığım bir sürü işim vardı. Hepsi kaldı. Pazartesi bir göreyim o ikisini paralayacağım.

İşte bir günü de böyle yedik. Pazartesi finaller başlıyor. Sonra da yaz okulu açılıyormuş, bağıra çağıra ufka doğru koşmak istiyorum.

Neyse, dün sabaha karşı bir rüya gördüm. Bir sınava giriyordum, herhalde KPDS veya ÜDS çünkü okuldan asistanlar, öğrenciler falan var. Oturacağım yeri arıyorum ama bulamıyorum. Görevliye sormaya da utanıyorum çünkü ben görev alıyorum o sınavlarda, oturacak yerimi nasıl bulamam. En sonunda görevli arkadaş geliyor ama o da bulamıyor. Sınıf doğru ancak oturacağım yer yazmıyor. 1-2 öğrenci geliyor yanıma, "hocam, bizde de aynısı oldu, posta kodu bildirilmemiş o yüzden bizim yerimiz yazılmamış" diyorlar. Ne alakaysa. Sorun çözülsün diye beklerken sınav başlıyor. 45 dakika geçiyor biz hala aynı durumdayız. Yok mu ÖSYM temsilcisi diyorum bu ne saçmalık, bize ek süre mi verecekler? Kocam da dışarıda beni bekliyor, arayamam ki böyle böyle oldu diye, boşa bekliyor derken uyandım. Salak bir rüyaydı. Galiba yarınki AÖF sınavı için bir uyarıydı bana, görev kağıtlarımı yanıma almamı hatırlatıyordu. Angarya işten sonra az kalsın unutuyordum zaten, rüyam biraz değişiklikle birlikte gerçek olacaktı :) Sonuç olarak yarın ve Pazar günü sınavdayım, Ankara'da kalıyorum. Kocam da Eskişehir'de görevli olduğu için gelemeyecek ve biz kutlu yaşgünü haftamızı kutlamaya bir önceki haftasonundan başlayamayacağız. :(

27 Mayıs 2009 Çarşamba

1 yıl oldu vay vay vay

Bugün blog dünyasına katılışımın birinci yılı. Ne yazarım, ne yazabilirim derken bir sürü şey yazmışım bile. İzleyenlerim gelmiş, izleyenlerim gitmiş ama ben hep birşeyler yazmışım. Benim için önemli şeyleri, garipliklerimi, yaşadıklarımı, sevinçlerimi, üzüntülerimi...

Daha yazacak çok şey var...

26 Mayıs 2009 Salı

Domuz gribi mi? Utandım resmen

Sabahın erken bir saatinde haberlere bakayım derken gözüme Sağlık Bakanlığı'nın (sanıyorum) hazırlattığı bir bilgilendirici kısa program çarptı. Ankara Tiyatrosu'ndan ve Bizim Evin Halleri Dizisinden tanıdığım sanatçılar domuz gribinden korunma hakkında bilgiler veriyorlar. Haydi "ellerimizi sık sık yıkayalım vs." kısmı normal ama "hapşururken ağzımızı elimizle kapamayalım, eğer yanımızda mendil yoksa gömleğimizin, giysimizin kolunu kullanarak ağzımızı kapatalım" kısmında dumur oldum ve daha da ziyade utandım. Utandığım kısım bu herkesin bilmesi gereken şeylerin insanlarımıza hatırlatılmasına gerek olması.

Etrafta uluorta hapşuran, hapşururken ağzını kapatmaya gerek duymayan ya da avuçlarına hapşurup sonra da ellerine bulaşan damlacıkları ellerini birbirine ovuşturarak yediren ya da pantalonuna silen ve bunu normal karşılayan o kadar çok insan var ki ondan utandım. Sonra o ellerle çocuklarını seviyorlar, az önce ne yaptığından haberi olmayan insanlarla tokalaşıyorlar ve mikroplar yayılıp duruyor.

Lisans eğitimi sırasında Halk Sağlığı dersimiz vardı. Kitaptaki fotoğraflardan biri, birisi hapşururken veya öksürürken ağzından çıkan damlacıklara aitti. Flüge damlacıkları deniyordu bunlara ve bir fıskiye gibi etrafa yayılıyorlardı. O fotoğrafı hiç unutmadım ve etrafta ağzını kapatmadan (mendille kapatmayı kastediyorum) hapşuranları, özellikle de bunu kalabalık otobüslerde yapanlara nefret dolu gözlerle baktım. Ve şimdi de bu program. Çok doğru bir tespit yapmışlar ve işte ben bu tespitten utandım. Anne babaların çocuklarına nasıl davranmalarını öğretmemelerinden utandım. İnsanların ceplerinde, çantalarında kağıt mendil taşıma alışkanlıklarının olmamasından utandım. Ben mikroplarımı saçmamak için her daim kağıt mendil taşırken, hapşuracağımı anlayınca cebimden çıkarmaya çalışırken, mikroplarını fütursuzca bana doğru fışkırtan kişilere ve onları yetiştirenlere ve daha da önemlisi bu mikroplara maruz kaldığım için kendime acıdım.

Daha önceleri de özellikle yaz aylarındaki terlemeye karşı Olacak O Kadar ekibinin hazırladığı mini programlar vardı hatırlarsınız. O konuya hiç girmeyeyim, midem kalkıyor.

Sabahın köründe gördüğüm bu hatırlatma programını kaç kişi gördü bilmiyorum. Televizyon kanalları sağolsunlar yayınlıyorlar ama reklam gelirinin en az, izleyici sayısının çok az olduğu saatlerde. Prime time programlar arasında yayınlanmadığı için halkımızın çoğunluğu görmüyor, sonra gelsin flüge damlacıkları, gitsin mikroplar :(

24 Mayıs 2009 Pazar

Verimli bir pazar sabahı

Sabah sabah bir sürü iş hallettim öyle mutluyum ki. Erken kalkmanın güzel yanı. 6'da kahvaltımı yaptıktan sonra biraz internette gezindim, gazete, blog okudum, mail baktım, sonra da dünden kalan ütüleri bitirdim. Bir süre sonra kocam da kalkıp kahvaltısını yapınca ne zamandır ertelediğimiz yazlık-kışlık ayrımını yapmaya karar verdik. İşe yaramayan, giyilmeyecek giysileri dün ayırmış, yıkamıştık, zaten dünden beri de giyilmeyip birilerine verilecek bir sürü gömleği ütülüyorduk. Bunu da bitirince içim ferahladı. Uzun zamandır ertelenen birşeyi yapıp kurtulmaktan güzel bir şey var mı acaba? Mutlaka vardır, benimki de soru mu. Ama artık kafam rahat, dolabı açtıkça kalın kalın kazaklar gözüme girmeyecek. Gerçi biz işi bitirince havanın kapayıp soğuması hiç hoşuma gitmedi ama tekrar çıkaracak değilim.

Mutfakta kocamla yorgunluk nescafelerimizi içerken pencereden dışarı baktım ve ertelediğim bir işi daha gördüm. Apartmanın giriş kapısının üzerindeki güllerin resmini çekecektim geçen haftadan beri. O kadar güzel açmışlar ki baktıkça içim açılıyor. Aslında tomurcukta olan diğer güllerinde açmasını bekleyecektim ama haftaya bir sınav görevi nedeniyle evime gelemeyeceğim o yüzden artık ertelemenin anlamı yok. Umarım benim kadar sizin de içiniz açılıyor gülleri görünce. Aslında gülü o kadar da sevmem, ama çardak güllerine bayılırım, minik minik olurlar, pıtrak gibi açarlar, ama dedim ya, bunlar da pek güzel.

Sonra da gözüm karşıya takıldı. Geçenlerde yolculuk sırasında görüp size anlattığım Brassica'lar tam karşımda, su kanalının yanında duruyordu. Yollarda ararken, resim çekemedim diye hayıflanırken tam karşımdalarmış meğerse.


Kanal boyunca bakarken kenarlardan çıkmış Papaver'leri gördüm. Brassica'ların arasında tek tük çıkan bu güzel bitkiler kanal kenarında burası bizim alanımız dercesine tek başlarına duruyorlardı.






Resimleri çekerken karşıdaki parka 2 küçük çocuk geldi, ağbi-kardeş oldukları belli, pek şeker çocuklardı. Ama daha da şeker olan yanlarındaki minik beyaz, kendileri gibi minik bir köpek yavrusuydu. Cinsini bilmiyoruz ama hop hop zıplayan pek tatlı bir şeydi. Kum havuzundan çıkana kadar bayağı bir uğraştı, çimlerde koştururken bitkilerin altındaki çukurluklara yuvarlandı, hem sahipleriyle birlikte olduğu hem de çimlerde koşturduğu için pek mutluydu, kuyruğunu bir oraya bir buraya sallayıp durdu.

Ah evimiz uygun olsa kedi, köpek, bilimum hayvan almaz mıyız. Biz de şimdilik kıtırı topuna koyup dışarıda gezdirelim bari, elimizdeki tek seçenek şu anda bu :)

Ben bu satırları yazarken kocam da yanda kendi bilgisayarında birşeylerle uğraşıyor. Yaşgünü hediyemle ilgili bir şeymiş. Bana bir sürprizi varmış fakat yetiştirememe ihtimali büyükmüş. Nasıl olsa yaşgünümde fakültede final sınavlarında olacağım. :( Kutlu yaşgünü haftası halinde kutlayacağımız için belki haftanın son gününe yetişir diye umuyorum ben. Yetişirse sizlerle paylaşırım.

Toparlanmaya başlayayım. Yarın sabahki dersi ben anlatacağım için bu akşamdan dönmek zorundayım. Biraz daha evle ve kocamla ilgileneyim.

21 Mayıs 2009 Perşembe

Yine kısa kısa

Üniversitelerde şenlikler var bu aralar biliyorsunuz. Aslında çoğununki bitti, sanıyorum en sona bizim üniversitenin şenlikleri kaldı. Ve sona kalan dona kalır misali, en kötü havalara denk gelen de bizimki oldu. Geçen hafta sıcaktan bunalırken bu hafta başında hafif yağmurlara maruz kaldık ve şenliklerin başladığı dün Ankara'da da şiddetli yağışlar başlamış oldu. Dün Funda Arar vardı mesela, saat 3 ile 4 arasında feci bir yağmur başladı. Kocam yıllar önce kendi üniversitelerinin şenliklerine her geldiğinde yağmur nedeniyle konserin iptal edildiğini ve bunun bir kaç kez olduğunu söylemişti. Galiba garantili yağmur yağdırma listeme bir de Funda Arar konserini eklemem gerekecek.

Bugün ise MFÖ konseri var ve hava daha da berbat. Yağmura feci bir rüzgar eşlik ediyordu ben fakülteden çıkarken, akşam konser zamanı ne oldu bilmiyorum. Geçen hafta yapıp bitirselerdi böyle olmayacaktı ama vizeler bitmediği için (en azından bizim fakültede) yapılamadı sanıyorum. 2 vizenin dezavantajlarından biri daha.

Sınav kağıtları oku oku bitmiyor. Kağıt okumaktan, not toplamaktan kusmak üzereyiz. Bir yandan dersler devam ediyor, ayrıca yapılacak olan bir sempozyumun işleri var, anlayacağınız işler feci halde yoğun. Kağıtları bitirip rahatlayacağız derken 1 Haziran'da finaller başlayacak, yine aynı terane. Yıllardır her 1 Haziran'a bizim sınavlardan biri denk gelir, bu sene de farklı olacağını sanmıyorum. Yaşgünümü her zaman sınavla birlikte kutluyorum, nasıl bir kısmetse artık :)

Haftasonu Melekler ve Şeytanlar'ı aldı kocam bana, bir solukta okumaya başladım. Bir yandan kitap-film farklılıklarını gözlüyor diğer yandan da sayfaların arasında kayboluyorum. Öyle ki, sabah otobüste boş yer bulabilmiş kitabımı okurken ineceğim durağımı kaçırdım. Bir ara insanlar kapılara doğru hamle yaptı, ne oldu derken bir baktım ki benim duraktayız ama benim kitabı kapatıp çantaya koyacak, ya da kitap elde çantayı, torbayı vs. toparlayıp, apar topar inecek fırsatım yoktu. Ben de dönüşte inmeye karar verdim. Biraz erken inip yürümektense geç inip kitap okumayı tercih ettim yani. Fakülteye girince de gözden uzak bir yere sakladım kitabı, dalarım giderim işler güçler kalır diye korkumdan :)

Yarın haftasonu gelmiş oluyor benim için. Hızlı trene atlayıp kocama, evime koşacağım. Keşke arada sırada hafta içi 2-3 gün olsa da hafta sonları 4-5 güne çıksa. 2 ya da 3 ayda bir böyle olsa mesela, güzel olmaz mı :)

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Renk renk çiçekler

Bugün Ankara'ya gelirken yolda gördüğüm çiçekleri keşke sizlere de gösterebilseydim. Fotoğraf makinem en olmadık zamanlarda olmadık yerlerde olur hep. Fotoğraf çekmeye hazır halde elimde tuttuğumda ise ya pek çekecek bir şey olmaz, ya da bir kamyon veya başka bir otobüs bizi sollar, ya da otobüs fazla hızlıdır, kısacası bir türlü çekemem. Bu defa da böyle oldu. Bir miktar kestirdikten sonra gözlerimi öyle bir yerde açtım ki fotoğraf makinemi yakınlarda bulundurmadığım için pişman oldum. O nasıl bir güzellik anlatamam size ama fotoğraf olmadığına göre anlatmaya çalışayım. (Aşağıdaki resimler maalesef ben çekemediğim için internetten).

Dağda bayırda sarı renkli çiçekler olduğunu düşünün. Brassica türü, soluk sarı renkli çiçekler. Öyle soluk bir renk ki tek başına gördüğünüzde çok dikkatinizi çekmeyen bitkiler bunlar, ot diyip geçeceğiniz türden. Ama benim gördüklerim toprağın üzerinde sarı bir bulut, sarı bir sis gibiydi. Öylesine büyük bir araziyi kaplıyorlar ki burun kıvırdığınız o soluk sarı rengin içinde kayboluyorsunuz. Aralarda az biraz maviler, eflatunlar, beyazlar, nadiren de pembeler var ama baskın olan o soluk sarı deniz. Haftalardır böyle doğa. Brassica'lar olanca heybetleriyle hüküm sürüyorlar toprak üzerinde. Yandaki fotoğrafa bakıp nesi soluk bu rengin demeyin. Aralarda canlı, parlak sarı renkli Anthemis'ler olunca ne kadar soluk olduğunu kolaylıkla fark ediyorsunuz, burada biraz daha canlı çıkmışlar).

Gerçi bu hafta araya kırmızılar da karışmaya başlamış. Bir sürü kıpkırmızı ve turuncumsu Papaver türleri gördüm yol kenarlarında. Bazen yeşilliklerin içinde, bazen de çıplak toprağın, kayaların üzerinde. Ah fotoğraf makinem ah, neden yanımda değildin ve neden otobüs durmadı da inip fotoğraf çekemedim.

Yeşil otların arasındaki kırmızı Papaver'leri görünce geçenlerde anabilim dalı başkanımızda yaptığımız şu konuşma geldi aklıma. Yeşil çimenlerin, otların arasında en çok sarı çiçekler görünür, böceklerin dikkatini sarı çiçekler daha çok çeker demişti. Ben her zaman için kırmızının daha dikkat çekici olduğunu düşünüp önce şaşırmış sonra da hak vermiştim. Renk körlüğünde en çok karışan renkler yeşil ve kırmızıdır ne de olsa. Oysa sarılar ne de güzel parlar yeşilliklerin üzerinde. Etrafta, çimenlerin üstündeki Taraxacum (Karahindiba) türlerini getirin aklınıza. Hani şu her parkta, bahçede olan, meyve verdiği zaman minik bir tüy yumağı haline gelen ve üflediğiniz zaman tohumlarının o uçtaki minik tüylerle (pappus) uçuştuğu bitkiler. Kocama anlattığım zaman olaya tamamen fizikçi olarak yaklaşarak ana renkler hakkında birşeyler anlatmıştı bana ama bir kenara not etmeyi unuttum. Aşağıya yorum olarak yazarsan çok sevinirim hayatım.
İşte yolculuğumun son kırk beş dakikasını bu güzelliklere baka baka geçirdim. Aralardan çıkan diğer renkli çiçeklerin hangi türler olduğunu çıkarmaya çalıştım, renk renk çiçekler içimi sevinçle doldurdu, kocamdan, evimden uzaklaşmanın verdiği hüznü biraz olsun hafifletti.





19 Mayıs 2009 Salı

Öğğrovizyon ve öncesi

Eurovision hakkında 2 kelam da ben edeyim bari, içimde kalmasın. Hadise seçildiğinde çok hoşuma gitmişti, yılbaşı gecesi şarkıyı dinlediğimde ise çok beğenmiştim, bu sefer Sertap'ın çenesi kapanacak demiştim ama yine olmadı. Yılbaşı gecesi cd'den playback yapınca mükemmel görünüyordu hatun ama iş canlı söylemeye gelince olmadı. Kıyafet iyiymiş, kötüymüş, o kadar önemli değil, ses güzelse kıyafet unutulur gider ama ortada pek ses yoktu. Yarı finalde kendi sesinden çok vokalistlerin sesini duyunca herhalde hasta, o yüzden sesini zorlamak istemiyor demiştim. Ama aynısı finalde de olunca Hadise'nin canlı performansının çok kötü olduğunu kesin olarak görmüş olduk. Bari iki vokalisti de kadın olsaydı da erkek olanın sesi kulağımıza, kulağımıza sokulmasaydı. İşte geçene sene Mor ve Ötesi'nin provalarında etraftakilerin "bunlar cd kalitesinde söylüyor" şeklindeki şaşırmalarının anlamı tam olarak anlaşıldı. Seneye Şebnem Ferah gitsin bence. Canlı performansı süperdir, detone olmadan billur gibi sesiyle söyler şarkısını. Çok sevinirim doğrusu.

Gelelim yarışma öncesine. TRT'de gala rogramı vardı, eskilerden gelenler gidenler, şarkılar vs. Sertap gelmemiş, gelse şaşardım zaten. Onun yerine Anne Marie bilmem kim ve Johnny Logan'ı getirmişlerdi. İlk şarkıcıyı ben de tanımıyorum. Türkiye bağlantısı olduğu belli kadında, çok güzel Türkçe konuşuyor, şarkı söylüyordu ama kim olduğunu çıkaramadım. Johnny Logan'ın getirilmesi ise bence tam bir talihsizlikti. Yıllar önce milli enişte diye bağrımıza bastık, ilk birinciliğinden sonra popülerliğini kaybettiğinde kucak açtık, iyi paralar kazandı ülkemizde, sonra 2. yarışmasını kazanınca gitti. Tabii bu dediklerim yaklaşık 20 yıl önce oldu. Şimdi bu yaşlanmış adamı genç kızlarla dolu bir stüdyoya getirmenin ne anlamı var. Jülide Ateş "Johhny Logan bir daha gelsin mi sahneye?" diye çığırdıkça set amirlerinin komutlarıyla o kızlar eveettttt diye bağırıp alkışlıyorlardı ama kim olduğunu pek umursadıklarını sanmam. Yanında annesi olanlar "anne kim bu yaşlı, göbeği kemerinin üstünden pörtleyen adam?" diye sormuştur herhalde. Talihsiz bir seçimdi bence. Bazı şeyler eskisi gibi kalmalı, öyle hatırlanmalı. Bebek yüz Johhny'nin göbeği gözümüze sokulmamalıydı.

Gelelim son yazacaklarıma. Jülide Ateş'i severim, hoş bir kadındır, İngilizcesi de güzel, konuklarla konuştu, denilenleri tercüme etti ama bir hatayla gözümden düştü. Johnny'ye sorduğu sorunun cevabını tercüme ederken "reputation" karşılığı olarak "repütasyon" dedi. Anam, soru senin sorun, o kelimenin anlamını bilmiyorsan neden kullanıyorsun? Repütasyon ne demek. İşte bir yozlaştırma vakası daha.

Bülend Özveren bir Eurovision duayeni oldu çıktı. İlk akla gelen isim o, tarihçesini de biliyor vs, biraz fazla konuşması dışında hiç şikayetim yok. Ama Romanya çıkarken dediği şu laf beni öldürdü (umarım Romen şarkıcı duymamıştır): "Romanya adına yarışan bilmemkim Romen ve Makedon kırması". Kulaklarıma inanamadım, adam kırma dedi kadın için. Sevgili Bülend, köpek değil ki bu kırma olsun, bari melez deseydin, ya da en iyisi hiçbirşey demeseydin.

Norveç'in birinci olmasına şaşırdım, şarkıda bence birşey yoktu. Hatta kocamla yarışmanın başında şimdi bu dangalak şarkılardan biri birinci olur demiştik, olmakla kalmadı bir de rekor kırdı koca ağızlı çocuk.

Böylece jüri sisteminin de pek işe yaramadığı görüldü. Kuzey ülkeleri yine birbirine verdi oylarını. Bence seneye EBU sınırı olan komşuların birbirine oy vermesini yasaklasın. Nasıl olsa Belçika, Almanya, Azerbaycan ile sınırımız yok, biz yine alırız 12 puanları hehe.

Seneye Şebnem Ferah gitsin de birinci olmasak da kaliteli bir ses, güzel bir şarkı dinlesin Avrupa.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Bir haftasonu daha geçti

Bir haftasonu daha geçti gitti. Pazartesi sabahına yola çıkma telaşıyla başlamamak ne kadar güzel oluyomuş, unutmuşum. Sabah kalktım, elime sütlü nescafemi alıp yayıla yayıla bilgisayarın karşısına geçtim gazete vs. okuyorum. (Normalde de yapıyorum gerçi ama yayılmadan). Blogları ve gazeteleri bitirdikten sonra içeri gidip ütü yapacağım. Bu haftasonu yıkadığım, birazı da eskiden kalan dağlar gibi ütü var. Neyse ki ütü yapmayı seviyorum :)

Kocam beni Angels & Demons'a da götürdü. 2.5 saatin nasıl geçtiğini anlamadık yine. İki film arasında karşılaştırma yapmak gerekmez ama yine de yapmaya çalış derseniz eğer yapamıyorum. İkisi de güzeldi, etkileyici, sürükleyiciydi. Gerçi ilk film biraz daha etkileyici olmuştu ilk seyrettiğimizde çünkü filme geceyarısı seansında gitmiştik, çıktığımızda saat 3 gibiydi ve o karanlıkta vay canına diye diye ve yürüyerek eve gitmek daha bir değişikti.

Ben kitabı henüz okumadım, filmden sonra okumayı planlıyordum. Bir kitabı okurken kendin karakter yaratmak çok güzel ama bazen filmdekilerden kopya çekmek de güzel oluyor. Filmdeki karakterini kitaptakine oturtamadığım tek karakter Clive Cussler'ın Dirk Pitt'i. Sahara diye bir film vardı birkaç sene önce, Matthew Mcconaughey ve Penelope Cruz oynuyorlardı. İkisini de severim ancak filme dayanamadım (zaten protesto ederek uyudum bir yarısında-hehe uyumama bir bahane daha buldum). Olmuyor sevgili cast müdürü, sarışın Dirk Pitt olmuyor. Milyonlarca Clive Cussler hayranı da herhalde benim gibi düşündü ki film pek iş yapamadı. Gerisi de çekilmeden aynen kalır böyle. Neyse, asıl konumuza geri dönelim.

Profesör Robert Langdon bu sefer de İtalya'da, daha doğrusu Vatikan'da. Kendisine İtalyan bir fizikçi eşlik ediyor. İlk filmde Audrey Tautou oturmamış gibi şikayetler vardı hatırlarsınız, bu sefer böyle bir eleştiri duymadım, kızı beğendim de ayrıca.
Bu arada, Tom Hanks bayağı bir kilo vermiş, çok iyi görünüyordu. Filmin başlangıcında havuzda yüzerken göründüğü bir sahne vardı, o mu diye inanamadan bakakaldık. Merak ediyorum, kitapta bu sahne var mıydı yoksa Tom yönetmene "kardeşine bir güzellik yapıp senaryoya ekleyiver yav, dünya aleme kilo verdiğimi göstereyim mi" dedi. Kitabı alınca bakacağım :)

DVD'si çıkınca bir an önce alınıp tekrar tekrar seyredilecek listemize ekledik bile filmi. Bu arada da kitabı okuyup senaryoda boşluk varsa doldurmalı.
Filme gitmenizi tavsiye ederim. Ankara'daki salonları bilmiyorum ama filmi gördüğümüz salon bir süredir gördüğümüz en kalabalık salondu, yaklaşık 20 kişi vardık. Dükkanların mağazaların kapanmasına çok üzülüyorum ama sinema salonları kapanınca üzüntüm daha da artıyor. Herkes sinemaya gitsin (en azından ayda bir), salonlar kapanmasın.

16 Mayıs 2009 Cumartesi

Bloglarda gevşeklik

Bu aralar takip ettiğim bloglarda biraz gevşeklik görüyorum. Eskisi kadar sık yazı yazılmıyor. (Aslında düşündüm de galiba bu aralar ben de öyleyim). Havalar güzelleşince herhalde hepimiz güzel popolarımızı bilgisayar başından kaldırıp kendimizi dışarıya atıyoruz. Sonra yazılar biriktikçe birikiyor, biriktikçe yazması zorlaşıyor, biriktikçe ara uzuyor. Tahminimce feci sıcaklar başlayınca herhalde herkes yine dışarıda güneş altında gezmek yerine evlerinde oturup bilgisayarlarının başına geçer. Az önce balkonu yıkarken fark ettiğim üezere feci sıcaklara az kaldmış.

Dün yine hızlı trenle evime geldim. 19 Mayıs'ın tatil olması nedeniyle 18'inde de izin aldım. 4 gün evimde olacağım, değmeyin keyfime.

Kendimi dışarı atıp gezmek de istiyorum, evimde oturup kitap okumak da, gözüme batan işleri, ütüleri, çamaşırları vs. halletmeyi de, kocamla birlikte "Angels and Demons"a gitmeyi de. Dün akşam beni "Star Trek"e götürdü sağolsun. Bu haftasonu da sinemaya doyacağım galiba. Akşam gelince de Hadise'yi seyrederiz.

Sertap'ın birinci olduğu Eurovision'u kaçırmıştım, keşke bu sene de olsak da o heyecanı ben de canlı canlı yaşayabilsem.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Kısa kısa

Bu sabah yine diyetisyen randevum vardı ama kilo vermiş olduğuma dair hiç ümidim yoktu. Çünkü geçen hafta ne adam gibi su içebildim ne de diyetime tam olarak uyabildim. Sınav dönemi olunca ve cumartesi-pazar da sınava gidince yemek saatlerim biraz oynadı. Kocamın gelişi, ağbimle buluşulması ve birşeyler yenmesi neticesinde 1-2 akşam yemeğimde de standart dışına çıkmak zorunda kaldım. Yaptığım yegane olumlu şey bol bol yürümek idi.

Tahminim doğru çıktı, 1 gram bile verememiş olduğumu gördük. Ben karalar bağlarken yağ-kas ölçümlerim çıktı ve rahat bir nefes alabildim. 700 g yağ kaybetmişim, 400 g kas ve 300 g su kazanmışım. Suyun ödemden dolayı olduğunu düşünüyoruz gerçi, o kadar su içmeye (daha doğrusu içmemeye) böyle bir artış olamaz. Haftaya tartıya yansır yağ kaybı endişe etmeyin dedi Banu Hanım. Çok sevindi, o sevinince ben de sevindim. Haftaya diyetime sadık kalıp su içersem yaparım bu işi ben.

Yarın Eczacılık Bayramı. Bu yılki törenler bizim Fakültede kutlanacak. Haftalar önce hazırlık toplantılarının ilkinde sunucunun ben olacağımı öğrenmiş hemen akabinde hocamla görüşüp bana bu görevi vermemelerini istemiştim. "4 aylık hamile olacağım, 2-2.5 saat ayağa dikmeyin beni hocam, hem giyecek birşey de bulamam" demiştim. Neyse.

Dün heyecanla Eurovision yarı finalini seyrettim. Hadise'nin sesini pek duyamadım maalesef. Özellikle nakarat kısımlarını tamamen vokalistlere bırakmıştı. Ya hastalığı atamamıştı, ya da sesini zorlamak istemiyordu, karar veremedim (Umarım canlı performansı her zaman böyle değildir). Ama final için umutluyum özellikle de yarışan bir sürü dandik şarkıyı dinledikten sonra. İnsan utanır da yollamaz bazı şarkıları, pes derken 2-3 tanesi bir de finale kaldı, katmerli pes. Siyasi oyunlar, al gülüm ver gülümler olmazsa iyi bir sırada bitiririz (bunlar olmasaydı geçen sene de birinci olmamız gerekirdi ya neyse).

Akşamüstü eve gelirken yanımdan bir seyyar satıcı geçti. Arabasında bir sürü güveç taşıyordu ama işin ilginç yanı arabanın üstüne bir paket çekirdek koymuş, mutluluk içinde çitleye çitleye itiyordu arabasını. Baktığımı görünce çekirdek çitlemeye hiç ara vermeden "güveç lazım mı abla" diye sordu. Adamın mutluluğu benim de yüzümü güldürdü nedense.

Karşı kaldırıma geçince yere yatmış pür dikkat önüne bakan bir kedi gördüm. "Neye bakıyorsun böyle" diye sorunca başını kaldırıp kısa bir süre baktı, sonra tekrar önüne indirdi kafasını. Önünde kocaman bir böcek, belki de uçamayan bir kara sinek vardı ve kedi ona bakıyordu. Sanki dünyanın sonu o böceği izlemesine bağlıymış, kıpırdarsa herşey yerle bir olacakmış gibi. Kediye de bayıldım.

Sabahın köründe uyandım, çok yoruldum, sınav kağıdı okumaktan gözlerim pörtledi ama yine akşam eve geldiğimde çok mutluydum. Lütfen yarın ve sonraki günler de hep böyle olsun.

12 Mayıs 2009 Salı

Anlamsız bir diyalog

Otobüs durağında beklerken anlamsız bir diyaloga kulak misafiri oldum. Arkamda duran iki genç şöyle konuştular:

- Saat kaç?
- Yedi buçuk.
- Nasıl bir saat seninki, saat daha 7:20.
-Geç kalmayayım diye ileri alıyorum ben.

Konuşmadaki mantıksızlığa bakın. 1. tip, madem saatin var, neden diğer tipe soruyorsun? Ve sen 2. tip, madem ileriye aldın saatin, kaç dakika ileri aldıysan ona göre çıkartıp doğrusunu söylesene.

Sabah sabah asabımı bozdular :)

Durakta altında beklediğimiz ıhlamur ağacından şurada bahsetmiştim sizlere. Çiçekleri tomurcuklanmış, bu yakınlarda açarlar. Ben de bir daha böyle anlamsız diyaloglarla karşılaşırsam çiçekleri koklayarak sakinleşirim.

Bu demektir ki blogum da bir yaşına girecek bu yakınlarda. Bakayım kaç gün kalmış.

11 Mayıs 2009 Pazartesi

Çok keyifli şeyler

Haftasonu yorgunluğunu henüz üzerimden atamadım. Pazar günü sınavda fazla yorulmam derken bu sefer de feci halde üşüdüm. Hastalanmasam bari bir de bu yoğunluk arasında. Zaten kafamın altına koyacak bir yastık bulduğum her an ve her yerde uyuyorum, bir de hastalıkla perişan olurum iyice.

Akşam bir ara uyur uyanık televizyon seyretmeye çalışırken bir program gözüme çarptı. Sarışın, postişli bir hatun program yapıyordu. Yemek kursları, şarkıcı sohbetleri, yeni mekanlar, vs üzerine bir program. Kadın herşeyden keyif alıyordu. Ben anında gıcık oldum. Kendini olduğundan farklı göstermeye çalışan insanlara sinir olurum, bu da bana onlardan biri geldi. Öncelikle kadın sarışın (boya mı gerçek mi bilmiyorum) bu yüzden herhalde aptal sarışınlardan değilim, güzelim ama şöyle de akıllıyım, böyle kültürlüyüm bakın bunları bunları biliyorum dercesine: "Şu Tayland yemeğini biliyorum harikadır, çok keyifli bir masa hazırlamışsınız, çok keyifliydi, keyif keyif " dedi durdu. Bir ara seyretmiştim yine, konuklarıyla sohbette sanki konuk olan o gibi de konuşup duruyordu. Dün yine aynısını yapınca dayanamadım çevirdim. Sonra da uyumuşum zaten.

Haydi ondan bundan keyif alıyor, diyeceğim yok. Benim de çok keyifli şeyler yaşayan, keyifli yerlere giden, keyifli yemekler yiyen arkadaşlarım var, ama herhalde onları sevdiğim için bununki kadar batmadı bana. Ama bu kadın son noktayı "tredisyon, tredisyonel" kelimeleriyle koydu. Neymiş efendim, sofradaki bu Tayland çayı tredisyonu ne harika bir şeymiş, tredisyonel Tayland yemeklerini sunduğu için konuğuna minnettarmış.

Hanım hanım, gelenek, geleneksel diye karşılığı var bu kelimelerin dilimizde. Anladık İngilizce biliyorsun ama bizim dilimizi yozlaştırma bari, senin İngilizce bilip bilmemen benim umrumda değil, garip kelimeler türeterek bunu belli etmeye çalışınca hayran hayran bakmıyorum sana, bilakis kınıyorum.

Nolur Türkçemize sahip çıkalım, çocuklarımız eğitirken buna özellikle dikkat edelim. Geri iade etmeyelim ödünç aldıklarımızı, biri telefonda bizi aradığında sonra geri dönmeyelim.

Feyza Hepçilingerler'in Türkçemiz üzerine güzel yazıları, kitapları var, onları okuyalım okutalım. Mesela o kitabı okuyana kadar ben de hep "haremlik-selamlık" derdim. Meğer onun doğrusu harem-selamlıkmış. Şimdi düşünüyorum da beynimize öyle bir işlenmiş, herkes kullandığı için öyle doğal hale gelmiş ki haremlik-selamlık demeye başlamışız. İşte geri iade de bunlara sadece bir örnek. İşin kötüsü televizyonlara da girdi bu bir sürü hatalı kelime, ifade. Yakında Türkçe tamamen "off" olacak.

Not: Türkçe "off" - Feyza Hepçilingirler. Okumak isteyen için kitabın devamı da var.

10 Mayıs 2009 Pazar

Anneler günü ve son zamanlardaki yoğunluk

Bu aralar yine ortadan kayboldum biliyorum. Öyle yoğun ki işler bırakın kendi bloguma yazmayı, takip ettiğim bloglara girecek vakti bile bulamıyorum. Dersler zaten bitmedi , bir de 2. arasınav zamanı gelince, sınav hazırlığı, öğrenci işi, dersler, okunacak defterler, kağıt hazırla derken vakit feci halde geçiyor. Dün pratik sınavımız vardı mesela (hayır, günleri karıştırmadım, sınav cumartesi oldu). Teorik-pratik olarak 2 kısmı olan ve toplam (2 grup için) 3.5 saat süren bir sınav. Hazırlığı vs nedeniyle (ki cuma günü hazırlığın büyük kısmını halletmiştik) sabah 7:30'da girdiğim fakülteden 14:00'de çıkabildim mesela. Sürekli ayakta kalıp koşturmaktan ayaklarım daha ilk sınavın ortalarında feci halde ağrıyordu, sonrasında perişanlık diz boyu. Maalesef bunun aynısını bir de final sınavı olarak yaşayacağız. Şu anda düşünmek bile istemiyorum. O kadar yorgunum ki uyumak istiyorum. Sabahları zaten erken kalkıyordum ama bu sınav yüzünden cumartesi sabahı da erken kalkmak zorunda kaldım (zaten 6-6:30 gibi kalkan biriyim, varın daha erkenini siz düşünün). Bu sabah da ALES sınavında görevliyim, yine erken kalktım. Yarın da ders var, onun için erken kalkacağım. Salı günü herhalde uyanamam, fakulteye de kaçta gidebilirim bilemiyorum.

Gelelim günün anlam ve önemine. Hepinizin bildiği gibi anneler günü bugün. Bu seferkinin benim için daha farklı bir anlamı olacaktı ama olmadı, seneye inşallah.

Anneme yaptığım kolyeyi hatırlarsınız. Kargoyla yolladım anneme, eline geçince de pazar gününü beklemeden açması için ısrar ettim. Telefonda konuştuğumuzda fazla bir sevinç, hıçkırıklarla dolu ağlama falan olmadı. Biraz hayal kırıklığına uğradım açıkçası. Kocamın geçen sene annemin yaşgünü için yolladığı ve hatta benim de haberimin olmadığı çiçek telefonda hüngür hüngür ağlatmıştı oysa. Ne yalan söyleyeyim kıskandım. Ertesi gün babama "annem kolyesini takıyor mu?" diye sorduğumda "ben de sana onun için kızacaktım, neden ağlatıyorsun bu kadını?" dedi. Meğer kargo geldiğinde babam evde yokmuş. Bana telefonda cool takılarak teşekkür eden kadın, babam eve geldiğinde olayı anlatırken hüngür hüngür ağlamış. Kolyeyi boynundan sadece iş yaparken çıkarıyormuş, o da bir yerlere takılır da kopar diye korkusundan. Bunları duyunca içimin yağları eridi açıkçası.

Tüm annelerin anneler günü kutlu olsun ve darısı seneye benim başıma olsun :)

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Pembe panter gibisin zarif ve ince

2 gündür pembe panter gibi hissediyorum kendimi. Fakülteden dışarı adımımı atar atmaz yağmur yağıyor çünkü. Akşam 19:30'da çıkıyorum, yağmur çiselemeye başlıyor, 17:30'da çıkıyorum, yine yağmur yağmaya başlıyor. Otobüse binip uzaklaşmaya çalışıyorum, kaçtığım bulut otobüsten iner inmez yine buluyor beni, yağmur başlıyor. Bana özel bir bulutla birlikte dolaşıyorum sanki, aynen pembe panter gibi.

Sabah diyetisyenimle olan randevuma giderken hava çok güzeldi. Pırıl pırıl bir gökyüzü vardı. Herhalde bugün yağmur yağmaz artık dedim ama saat daha 10 olmadan ortalık kararmıştı bile. Biliyorum, çıkmamı bekliyor fakülteden. Kafamı çıkarır çıkarmaz yağmaya başlayacak.

Barajlar dolsun, etraf toprak koksun, varsın yağsın. Yağmur toprağa düşerken çıkan kokuya bayılırım, herhalde pek çoğunuz da bayılıyordur. Dün akşam etrafı koklarken başka hangi kokular var bizi mutlu eden diye düşündüm.

İşte benim sıralamam:

1) Yeni biçilen çimenlerin kokusu (bitkide bulunan kumarin denen bir madde verir bu kokuyu, kumarinler özel ilgi alanımdır bu arada).
2) Yeni başlayan yağmurun ıslattığı toprak kokusu.
3) Yeni açılan nescafe kavanozundan buram buram gelen kahve kokusu.
4) Pastanede yeni çıkan kuru pasta, poğaça, ekmek vs kokusu.
5) Arabanın deposunu doldururken duyulan benzin kokusu.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Anneler mutlaka akıllarından bebek kokusunu da geçirmiş, hatta birinci sıraya da koymuşlardır. Maalesef bunu şimdilik bilemeyeceğim, daha sonra sıralamayı değiştiririm umarım.

Diyetisyen demişken, tekrar eski diyetime döndüm. Bir süredir hamileliğe uygun bir beslenmeye geçmiştim, maalesef istemediğim şekilde sonlanınca eski diyetime geri döndük. Şu anda yağ oranım biraz yükselmiş, kilom hafif artmış (63) durumda ama toparlayacağım. Hamileyken prensesler gibiydim, yorulmamam için her yere arabayla götürülüyordum, o yüzden biraz da hareketsiz kalmıştım. Şimdi eski düzenime döndüm, pantalonumun kenarına pedometremi taktım, her fırsatta yürüyorum. Amacım tekrar hamile kalmadan önce 60 kilonun altına düşmek. Bir an önce toparlamam, diyetime harfi harfine uymam lazım.

Hava hafif açtı gibi, acaba çıksam mı, yoksa bulut beni kandırmak için bir kenara mı saklandı?

:)

5 Mayıs 2009 Salı

Nihayet kolyemi tamamladım

Hayır, hayır, takı tasarımına başlamadım. Bahsettiğim kolye anaokulundayken yapıp da anneme son anda vermekten vazgeçtiğim yıldız şehriye kolyesi. Kolyenin hikayesini şurada anlatmıştım, isterseniz bakıverin, ben de tekrar yazmayayım. Yazıyı yazdıktan sonra çeşitli bahaneler nedeniyle bir türlü yapamamıştım. Bu akşam vakit ayırdım ve anneler günü için hazırladım. Minik minik şehriyeleri boyamak çok vakit alıcı bir işmiş, küçücükken nasıl yaptık acaba çok merak ettim. Sonuç olarak çok da kötü olmadı galiba. Yaklaşık 33 yıl önce vermediğim kolyeyi biraz gecikmeli olarak vereceğim anneme (biraz mı, pes). Annem de benim gibi sulugözdür, herhalde bu yılki anneler günümüz çok sulu geçecek :)

3 Mayıs 2009 Pazar

Bu cuma-cumartesi sinemaya doydum oh be

Cuma-cumartesi kocam beni o sinema senin, bu sinema benim dolaştırdı sağolsun. Kocamın beni iki gün üst üste sinemaya götürmesi mucizevi bir olaydır, hatta filmlerden bir tanesi kesinlikle alakası olmayan bir konser olunca daha da mucizevi.

Cuma günü U2-3D'ye gittik. Ankara'da oynadığı zaman gidememiştim, sadece Panora ve Arcadium'da oynuyordu ve oralar bana çok uzaktı, kendi başıma gidemedim. O sıralarda Eskişehir'de oynamıyordu, Neo'daki Cinebonus'a sorduğumuzda Nisan ayı içinde geleceğini söylemişlerdi. Çok üzüldüğümü gören kocam Eskişehir'e geldiği zaman beni götürmeye söz verdi. Filmin 1 Mayıs'ta geleceği kesinleşince de cuma günü gitmek üzere planlarımızı yaptık.

Salonda sadece 8-10 kişi vardık. U2'nun Buenos Aires, Arjantin konserinin 3 boyutlu filmiydi. O nasıl bir stad, o nasıl bir kalabalık, o nasıl bir ses düzeni, aklım almadı. Konser benim için harikaydı, yerimde duramadım, ben de eşlik ettim, sahnenin önünde duran şanslı insanlara imrendim. 3D olayını güzel yapmışlar, zaman zaman elimi uzatsam dokunacak gibiydim, bir ara ön sıralarda oturan çocuklar ellerini kaldırmışlar, indirseler ya diye sinirlenirken bir de baktım ki o eller seyircilerin elleriymiş, görüntü o kadar yakın ve canlı idi yani. Kocam U2'yu pek sevmemesine, şarkılarını bilmemesine rağmen dayandı, karıcığını mutlu etti sağolsun.

İkinci sinema filmimiz ikimizin de gitmek istediği bir filmdi, X-men origins: Wolverine. Hugh Jackman'in hastasıyız, X-Men serisine bayılıyoruz ve zaman zaman tekrar seyrediyoruz. O yüzden Wolverine karakterinin ayrı bir sinema filminin olacağını öğrenince pek sevinmiştik. Geldiğinin ertesi günü gittik. Salondaki tek dişi kişi bendim. Kızlar bilim-kurgu, çizgi roman işiyle pek ilgilenmiyorlar sanırım (çok şey kaçırıyorlar bana göre). DVD'si çıksa da alsak, bir kez daha seyretsek diye şimdiden heyecanla beklemeye başladık.
Sinemalar artık eskisi gibi değil. Ya salon sayısı arttığı için ya da Türk filmlerine rağbet çok olduğu için yabancı filmler artık tıklım tıkış olmuyor. Oysa eskiden kuyrukta sıra beklerdik, hatta bilet bulamaz, bir sonraki seansa almak zorunda kalırdık. Şimdiyse dediğim gibi koskoca salonlarda 8-10 kişiye film oynatıyorlar. Gerçi benim şikayetim yok ama yine de üzülüyor insan. Sinema salonları kapanmasın istiyorum. Hatta dün şunu merak ettim, Yüzüklerin Efendisi üçlemesi şimdi oynasaydı ne olurdu acaba, salonlar eskisi gibi tıklım tıklım olur muydu? Olurdu sanıyorum, en azından ilk günlerde.
Şimdi bunu okuyunca kocası götürmeden sinemaya gidemeyen bir zavallı gibi göründüm herhalde ama öyle değil. Tek başına sinemaya gitmeye bayılırım ama Eskişehir'de kocamla geçireceğim vakti tek başına sinemaya giderek harcayamam. O yüzden birlikte gitmek için çaba gösteriyorum, ortak beğendiğimiz filmleri seçmeye çalışıyorum. Gerisine ise Ankara'da vaktim olduğunda tek başıma gidiyorum.
Tek başına gitmenin avantajı (belki daha önce yazmışımdır, hatırlamıyorum) hangi filme gidelim derdinin olmaması. İstediğin filme gidersin, oysa kalabalık olunca ona mı gidelim, buna mı gidelim diye için kurur.
Bir keresinde 2 filme arka arkaya girmiştim (2 film birden sinemalarında değildi, merak etmeyin). Doktora dönemimdi, haftasonları sürekli laboratuarda çalışıyordum, vaktim olmadığı için bir türlü sinemaya gidemiyordum. (Benim gibi bir sinema manyağı için büyük bir eksiklik). Bir cumartesi öğleden sonra işlerimi ayarladım ve beğendiğim iki film için bilet aldım. Seansları birbirine çok yakındı, öyle ki, sinema salonundan çıkarken şeritlerle kapatırlar ya içeri girilmesin tekrar diye, orada duran görevliye biletimi gösterip direkt olarak salona geçivermiştim. Nasıl mutluydum anlatamam. Yüzümde gülümseme, elimde mısır. Ertesi gün laboratuarda işe devam tabii.
Mayıs 2009 çok verimli bir ay, tam 3 tane beklediğim film vizyona giriyor (3D haricinde). İlki yukarıda bahsettiğim Wolverine. İkincisi haftaya girecek olan Star Trek ve üçüncüsü de 15 Mayıs'taki Angels and Demons. Kocam Star Trek için pek hevesli değil ama gitmeyi kabul etti. Hatta haftaya Ankara'da olacak ve orada gideceğiz filme. Angels and Demons'a o da gitmek istiyor neyse ki :)
Bu arada sinemaya gitmek harika, ama ortak zevklerinizin olduğu kişilerle, hatta hayatta en sevdiğiniz kişiyle birlikte gitmek, o görsel ziyafeti birlikte yaşamak daha da harika :)

1 Mayıs 2009 Cuma

Şikayetim var

Hızlı trenden şikayetim var. Hem de tam 2 tane. Özetleyeyim:

Dün eve gelirken hızlı trene, ekonomi sınıfına bindim. Business sınıfı yazmıştım size daha önce. Ekonominin özelliği normal trenlerde veya business sınıfta olan tekli koltukların olmayışı. Mutlaka ikili koltuğa oturmak zorundasınız. Benim yanım boştu gerçi ama Sincan'dan yaşlı bir teyze bindi, ilk boş olan koltuğa kendini atıp (benim yanım oluyor) kendi yerine geçmek istemediği için yayıla yayıla gelemedim. Bunlarda koltukların arkasında ekran yok. Tepede bulunan ekranlara bakmak zorundasınız, yani orada ne varsa onu izleyeceksiniz. Müzik yayını mevcut. Tepedeki ekranda yolculuk başlayana kadar tren, alınan yol vs gösteriliyordu, sonra filme geçtiler. (Daha önce kocam geldiğinde film falan göstermemişler, değiştirdiler demek ki.

İşte bunlar da şikayetlerim:

1) Filmi bitirmek mümkün değil. Yol o kadar kısa sürüyor ki dünkü filmin yarısını ancak görebildik. Film de Dark Knight'tı, biraz uzun tabii. Haydi ben seyrettim ama seyretmeyenler mağdur oldu. Yol çok kısa ehehehehe

2) Uyuyamıyorum. Eskiden 3 saat yolda fosur fosur uyurdum, şimdi trene bin, gazete dergiye bak derken tam uykuya dalayım dediğimde yolun az bir kısmı kalmış oluyor, uyumaya değmiyor
eheheheheheh

Şaka bir yana 1.5 saatte evime, kocama kavuştum, daha ne isterim ben :)