29 Eylül 2009 Salı

Turkcell'in isterik tavuğu ve hedef kitlem

Turkcell'in tavuğu sessizken daha mı sevimliydi acaba? Konuşmaya başlayınca pek bir garip görünmeye başladı gözüme. Attığı isterik kahkalar delirmek üzereyim der gibi. Bu kadar aboneyle uğraşmak kolay olmasa gerek, kafayı yemiş zavallı.

Reklam da bir acayip. En çok kimle konuştuğumu Turkcell'e daha doğrusu tavuğa soracak mışım da o bana söyleyecekmiş, sonra onunla 2 ay mı ne konuşacakmışım. İnsan en çok kimle konuştuğunu nasıl bilemez aklım almadı benim. Bana sorsun kendi top 10 listemi, sıralama ve tahmini dakikalarla bile dökerim ortaya. Saçma.

Bugün bir arkadaşım arabayla giderken öndeki cipteki nispeten daha genç bir çocuğun arabadan inince kendisine bakakaldığından bahsetti. Hala çekici olmak harika birşey. Benim hitap ettiğim kitle ise biraz daha ufak. Geçenlerde bir ilkoulun önünden geçerken öğle tatilinde dışarıda dolaşan çocuklardan biri koşarak yanıma geldi, yanım sıra yürümeye başladı. "Kaç yaşındasın" diye sordu bana. "Bayanların yaşı sorulmaz, ayıp değil mi" diye cevap verdim. Sen bayan değilsin ki, kızsın" dedi. (İltifat olsa gerek, herhalde küçük gösteriyorum diye sevindim). Çocuğa "olduğumdan daha küçük olduğumu düşündüğün için teşekkür ederim" dedim. Galiba biraz kafası karıştı, bu manyakla ne işim var, birşey anlamıyorum diye düşünüp durdu. Ben ilerlerken arkamdan "evli misin?" diye bağırdı. "Evet" dedim, "kocam var benim, peşimde dolaşma". Bana olan aşkı bitti galiba :)

Kocama da yazın bir akrabamızın 3-4 yaşlarında kızı aşık olmuştu. Hedef kitlemiz biraz ufak bizim :)

28 Eylül 2009 Pazartesi

Üşüyorum

Hava mı çok soğudu ben mi çok üşüyorum anlamıyorum. Sabahları ve akşamları feci soğuk, oluyor artık, hele evlerin içi buz gibi. Kalorifer yakmaya başladım bugün itibariyle yoksa şifayı iyice kapacağım. Kendim üşümesem bile burnumun ucu mütemadiyen soğuk. Ellerim, ayaklarım ısınsa da burnumun ucu hep buz gibi. Çok sinir bozucu.

Sabah otobüsten Kızılay'da indim, fakülteye aktarmalı olarak gideyim dedim. Önce yanımdaki kıza sinir oldum. Ben kitap okumaya çalışıyorum kız sürekli sol elini kaşıyor. İçi, dışı, işaret parmağının kenarı, kaşıyor. Biraz ara veriyor, derken yine başlıyor. Göz ucuyla ister istemez görüyorum. Haydi neyse kaşınabilir tabii ama sürekli olunca insana sıkıntı ve kaşıntı basıyor. O kaşındıkça bana da nedense bir kaşıntı geldi. Sol elini kaşıya kaşıya bir haller oldu kıza, para gidecek dedim içimden, hem de bayağı gidecek galiba o kadar kaşınmaya.

Otobüsten inince binbir türlü giyinmiş insanla karşılaştım. Bazıları benim gibiydi, normal kalınlıkta giyinmiş, kapalı ayakkabılı falan. Gördüğüm diğer tipler de şunlar:

- Kazaklı, üstüne de pofuduk yelek giymiş adam.
- Üstte kapşonlu polar ama ayakta parmak arası terlik olan divane kız
- Kısa kollu gömlekle dolaşan cengaver arkadaş
- Sarılar ve beyazlar içinde bir papatya gibi yazlık kılık içinde dolaşan kız.

Otobüste ısınmak için artık özellikle güneş tarafına oturuyorum ben, parmak arası terlik giyersem herhalde donarım. Pes diyorum o kıza.

Yolda insanlara bakarken bir kız dikkatimi çekti. İnce ama uzun kollu bir bluz, dar, uçlara doğru volanlarla hareketlenen gri bir etek (moda tasarımcısı gibi konuştum pehey), külotlu çorap ve arkası açık düz ayakkabı. Aslında ilgimi çeken bir kıyafet değil ama nedense bir yerden tanıdık geldi bana. 1-2 saniye sonra uyandım. Aynı kıyafetli kız az önce benim yanımdan geçip gitmişti. O zaman cep telefonuyla konuşuyordu ve başında kıyafetimi tamamlayan renklerde bir türban vardı. Şimdi ise beline kadar inen saçları vardı ve saçların omuzların altında kalan kısımları gölgeliydi. Bir yere girip türbanını çıkarmış, yola saçlarını savurarak devam ediyordu. Türban benim seçimim değil ama bu kız neden böyle davrandı onu merak ettim. Fakültelerde türban yasağı var biliyorsunuz. Türban üstüne peruk takan ya da peruk takmayıp fakültede türbanını çıkarıp dışarıda tekrar takan öğrencilerimiz var. Ama bunların yanında ailesi istediği için takan ve fakültede başını açmak zorunda kaldığı için mutlu olanlar da. Bu kız da herhalde bu son gruba giriyordu. Yine de sabah sabah şaşırttı beni.

Yine dağıttım konuyu. Sonuç olarak fakülteye gittim üşüyorum, eve geldim, kendime sıcak bir çorba yaptım, kaloriferi açtım ama hala üşüyorum.

26 Eylül 2009 Cumartesi

Bu çiçeği gördünüz mü?

Bu bitkiyi görmüşsünüzdür daha önce. Hemen hemen hepimizin evinde bir dönem olmuştur. Galiba fotoğraftan büyüklüğü pek anlaşılmıyor, yanına büyüklüğünü belirtebileceğim birşey koysaydım keşke. Neyse. Sözüme güvenirseniz eğer kocaman bir bitki bu. Fakültenin seraya benzer tavanı sayesinde semirdikçe semirmiş, büyüdükçe büyümüş, yaprak çıkardıkça çıkarmış. O kadar güzel bir bitki ki birisi bir gün alıp gidecek derim hep. Ama şimdiki yerindeki gelişme koşullarını bulur mu onu bilemem.

Geçenlerde yine bitkiye bakıp ne güzel serpilmiş diye konuşurken bir arkadaşım "Çiçeklerini gördün mü? Çiçek açmış"dedi. 37 yıllık yaşantımın bitkilerle ilgilendiğim dönemleri boyunca hiç çiçek açtığını görmedim ben bunun. O yüzden yok artık dedim, bunun çiçeği olur mu? Olurmuş. Ben görmediysem siz de görmemişsinizdir belki diye fotoğrafını çektim. Bakın işte siz de görün, bunun çiçeği oluyor muymuş, olmuyor muymuş.

25 Eylül 2009 Cuma

Aylardır yazmadığım sınav izlenimleri

Yazacak ne çok şey birikmiş meğer. Yenilerini yazmayı düşünürek eskilerine haksızlık ettiğimi farkettim ve ne zamandır yazmak istediğim sınav izlenimlerini yazmaya başladım.

Daha önce bahsetmiştim, AÖF ve ÖSS sınavları vs. bizler için ekstra gelir kaynağıdır, en ihtiyacımız olduğunda hızır gibi yetişirler. Benim için ayrıca farklı okullar gezmek, değişik eğitim sistemlerine aşina olma anlamına geldiğini yazmıştım daha önce. Bu sefer ÖSS sınavında Bizim Fen Fakültesi'nden bir salon çıkmıştı.
ÖSS sınavları haliyle çok önemli. Hatta sınav öncesinde bir arkadaşımla konuşuyorduk da bana ÖSS sınavlarında bir hata yaparsam diye çok gerildiğini, bu yüzden de görev almak istemediğini söylemişti. Ben de şiddetle karşı çıkmıştım. Bizim görevimiz çocuklara yardımcı olmak, onları rahatlatmak, özellikle Akademisyen olduğumuz için ÖSS sınavlarında çocuklarla daha iyi iletişim kurabileceğimize inanıyorum. Görev yerime geldiğimde kendi ÖSS sınavımdaki görevlileri hatırlarım hep. Ben ikili aşama döneminde girmiştim ÖSS ve ÖYS sınavlarına. Stresten bayılmak üzere olan, heyecanı zirve yapan biz öğrencileri asık suratlı salon başkanı ve gözetmenler karşılardı. Zaten gerim gerim gerilirken o insanların negatiflikle yüklü yüzleri, tavırları daha da bir gererdi beni. O yüzden özellikle ÖSS sınavlarında hep güleryüzlü olmaya çalışırım. Sınav başlamadan önce çocuklarla toplu halde sohbet eder, tercihlerini öğrenmeye ve biraz olsun güldürmeye çalışırım. O bir anlık gülümseme bile nasıl rahatlatır biliyorum çünkü.
Kendim sınavlarda görev almaya başladıktan sonra o suratların neden asıldığına dair bir fikrim oldu aslında. Bilirsiniz ÖSS sınavları Haziran ayında ve AÖF sınavlarından sonra yapılır. AÖF'de 4 oturum çıkan bir asistan/hoca/öğretmen eminim ki şunları düşünüyor ÖSS sınavında: Geçen hafta 40 dakikalık bir oturumda 60 lira kazanmıştım, şimdi 3.5 saat burada olacağım, bunun öncesinde de 1 saat var, bu kadar saat için hemen hemen aynı parayı alacağım, reva mı bu şimdi bana? İşte o asık suratların nedeni aynen bu. Beğenmiyorsan görev geldiğinde iade et kardeşim, asık suratınla o çocukların içini karartmanın ne alemi var.

Neyse. Sınav ilerlerken öğrencileri rahatsız etmemeye çalışarak rutin görevlerimi yaparım. Öğrenci giriş belgelerinin toplanması da bunlardan biridir. Bu belgelerde öğrencilerin adresleri de yazar ve ben hep adreslere bakarım. Mamak, Çankaya, Sincan adreslerini gördükçe çok mesafe geldikleri için üzülür, yakınlarda bir okul çıksaymış keşke diye hayıflanır, yakın yerlerden gelenler için de sevinirim. Yine adreslere bakarken bir adres gözüme çarptı. Çankaya'dan bir sokak adı vardır adreste, apartman adından sonra kapıcı dairesi diye devam ediyordu. Belgenin sahibine baktım, sarışın, renkli gözlü, hoş kıyafetli ve ayaklarında converse olan bir kız. Babası kızı kendini dışlanmış hissetmesin diye converse almış, kimbilir durumları nasıldır diye düşünüp kızın istediği yeri kazanmasını diledim, umarım kazanmıştır. Sonuç olarak saatler süren sınav bitti, yerleştirmeler yapıldı ve dersler başladı bile (en azından bizim fakültede).

Sınav salonu bizim kampüs içinde olduğu için yer ve bina itibariyle bana çok da ilginç gelmedi. Ama ağzımı açık bırakan bir detay vardı sınav salonunda onu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Sınav öncesi salonda ayarlamalar yaparken duvarların hepsinde sınav kopyalarının yazılı olduğunu gördüm. 1-2 satırlık birşey de değil, destan yazmışlar resmen. O salonda sınav yapan hocalar, asistanlar fark etmiyor mu? Nasıl göz yumuyorlar diye şaştım kaldım. Duvarlar boyansa hemen tekrar yazarlar ondan eminim ama böyle de olmaz ki. Aşağıdaki fotoğraflara bakın da siz de şaşın kalın :)

Bu foto sınıfın genel durumunu gösteriyor. Gördüğünüz gibi tüm duvar kenarlarında yazılar var. Yakından da çektim, yazıların durumunu daha net görebilirsiniz. Ben pes dedim, bakalım siz ne diyeceksiniz. Hatta bu sefer yuh demek istiyorum ekstra olarak. Bu kadar da yazılır mı? Bu fotoğraf da sınıfın pencere kenarı tarafından. Pencere kenarlarında oturanlar daha şanssız kopya açısından. Duvar biraz uzakta olduğundan ve bir de pencereler olduğundan yazacak fazla bir alan yok. Ama bir yer var ki öğrenciler için bir cennet adeta. Önünde minik bir duvar çıkıntısı var, otur blog yaz hatta, öyle bir alan. İşte burada. Duvar kenarlarındaki gibi yamru yumru yazmaya gerek yok, gayet rahat bir şekilde düz yazabiliyorsunuz, üstelik de görüş mesafesinde. Ben bu fotoğrafı biraz uzaktan çektim ama öğrencinin oturduğu yerden görüş mesafesi ve yazılanlar aynen şöyle: Gayet rahat okunuyor gördüğünüz gibi. Yaz tatilinde duvarları boyamış, çeki düzen vermişlerdir herhalde ama ilk sınavda yine aynı hali alacağından hiç şüphem yok.
Bir sonraki sınav görevim gelecek hafta yapılacak olan ÜDS'de olacak ama iade edeceğim, evime, kocamın yanına gitmek istiyorum çünkü.

24 Eylül 2009 Perşembe

Devlet tiyatroları

Devlet Tiyatroları 60. yılını kutluyormuş Çok da güzel bir logo hazırlatmışlar bununla ilgili olarak. Kaç sezondur gidemiyorum maalesef. Opera-baleye gidiyorum ama nedense tiyatroya bir türlü bilet alıp gidemiyorum. Opera-baleyi de zaten kocamın burada olduğu zamana denk getirmeye çalışıyorum, fırsat bulduğumda bunu tiyatro yerine opera-bale yönünde kullanıyorum. Suçlu benim yani, uzakta aramaya gerek yok.

Nereden çıktı peki bu yazı? Kültürel fakirliğimi vurgulamak için mi? Hayır. Sabah otobüsle Sıhhiye'den geçerken Opera binasının otoparkından Devlet Tiyatrolarına ait bir tır çıktı. Önce garibime gitti. Tır şeklindeki gezici kütüphanelere, Kızılay'ın kan verme arabalarına alışığız ama gezici tiyatro biraz saçma olurdu herhalde. Tam kendi kendime kikirderken turnelere giderken kullanabilecekleri aklıma geldi. Kikirdememi keserken bu sefer de tırın üzerindeki logoya takıldı gözlerim. Ona ait bir resim bulamadım ama size tarif edeyim. Yukarıdaki logonun sol tarafına bir gülen surat koyun, sağ tarafına da ağlayan. Klasik tiyatro maskları aklınıza geldi değil mi? Ama bunlar mask değildi, :) ve :( emoticonlarıydı. Devlet Tiyatroları da msn kültürüne ayak uydurmuş anlaşılan.

1 Ekim'de yeni sezon açılıyor, hepinize ve özellikle de kendime bol tiyatro oyunlu, operalı, operetli, baleli, konserli, kültür dolu bir sezon dilerim. Sinemayı da unutmayalım ama :)

23 Eylül 2009 Çarşamba

Ne olacak bu blogların hali ve ne olacak benim halim?

Ne zamandır sorun var, neden hala çözülmüyor, benden mi kaynaklanıyor bilemiyorum. Aslında pek çok kişi sorun yaşadığı için herhalde benden kaynaklanmıyordur ama yine de merak ediyorum işte. Boş vakit bulduğumda blogger çalışmıyor, 2 kelam edeceğim yazamıyorum, sinirden kuduruyorum.

Neyse. Bir bayram daha geçti. Bütün bayram boyunca sabah kalktığımda kapalı hava görmeye alışınca bu sabah karşılaştığım güneşli gün şaşırttı beni. Tam herhalde düzeliyor derken yine kapadı, sonra yine açtı, hava da sinir etti beni. Şimdi de üşüyorum. Evler iyice soğumaya başladı. Gerçi Eskişehir'de evimdeyken üşümüyorum. Acaba yalnızlık daha mı fazla üşütüyor insanı?

Neyse. Kutulara bakıyordum az önce uyur uyanık. Ghost Whisperer'ı seyredip haftalık klasik ağlamamı gerçekleştirdikten sonra başka seyredecek birşey bulamadım, bakayım dedim. Belki birisi 500.000'ini alır bugün. Bana ne gerçi, sanki bana para verecekler. Arada yeni yarışmanın reklamını verdiler. "Yetenek Sizsiniz Türkiye". Her türlü yeteneği, yaş grubunu kabul ediyorlarmış. Düşündüm de, başvurayım desem başvuracak bir yeteneğim yok. Müzik kulağım vardır ama sesim pek iyi değildir. Dans etmeyi severim ama sahnelere çıkabilecek bir dansçı değilim, müzik aleti çalayım desem ilkokulda mandolin, ortaokulda flüt çalardım (flütten nefret ederdim), ağbim yıllar önce gitar çalmayı öğretmeye çalıştığında sol elimdeki tırnakların kısa olması gerektiğini yoksa notalara basamayacağımı söylediğinde kavga çıkardığım için sadece Portofino'yu çalmayı öğrenebilmiştim, onu da unuttum gitti. El işi, örgü desen çok fazla birşey çıkmaz. Eee? Ne kaldı? Dile karşı ilgim ve yeteneğim var diye sahnede bilgisayar başına geçip İngilizce-Türkçe çeviri yapacak değilim herhalde. Zaten yapayım desem de herhalde güler geçerler.

Sonuç olarak bu yarışma benim için "Yeteneksizsiniz" Türkiye şekline dönüştü. Düşünüyorum da acı birşey aslında. Kendime en kısa sürede bir yetenek bulmalıyım.

19 Eylül 2009 Cumartesi

Rüzgar gibi geçti

Dünü kastediyorum. Yine koşturmacayla dolu bir gündü. Projeyle ilgili yapılması gerekenlerin son günüydü ve yine türlü türlü aksilik çıktı. Yaşarken bayıldığım için yazmayı düşünmüyorum ama olmaması gereken herşey oldu diyebilirim kısaca. İşin kötüsü 3'te trene yetişmek zorundaydım, bileti 6 veya 8 treniyle değiştirmeyi düşündüğüm zaman bilet kalmadığını gördüm. Neyse ki son anda öğlene kadar yetiştirebildim herşeyi. Zaten bizim projeyle ilgilenen memur arkadaş öğleden sonra izinliymiş, bizim işi yaparken bir başkasına söylerken duydum. O sırada saat 12'ye 10 vardı ve bizim evrakların işi bitmiş, imzalanmak üzere bana verilmişlerdi. İçimden öyle bir oh çektim, öyle bir rahatladım ki anlatamam.

Sonuç olarak haftalardır süren ve son 3-4 gündür ömrümün 5-10 yılını rahat tüketen işler bitti.

Trenime yetiştim, kocamla buluştum, evime geldim ve dinlendim. Bugün temizlik günü. Birazdan işe başlayacağım. Bir daha fırsatım olmayabilir diye şimdiden yazayım istedim. Hepinize sevdiklerinizle, ailenizle, evcil hayvanlarınızla, umutlarınızla, hayallerinizle mutlu ve huzurlu bir bayram diliyorum. Şeker bayramınız şeker gibi geçsin :)

17 Eylül 2009 Perşembe

Akılsız başın cezasını sadece ayaklar mı çeker?

Birkaç günden beri feci halde yoğunum, sürekli sağa sola koşturuyorum. Mecazi anlamda değil bahsettiğim koşuşturma, gerçekten bir aşağıya bir yukarıya, bir oraya bir buraya koşturuyorum. Dün mesela başımın ağrısı bir az hafifleyince bacaklarımın, ayaklarımın da feci halde ağrıdığını farkettim. Günlerdir feci halde yorgunum ve bu yorgunluğun ve yoğunluğun bitmeyeceğini bilmek sinirimi bozuyor.

Günlerdir bir projenin hesaplarıyla uğraşıyoruz. Firmalarla görüş, alım yap, fatura iste, koş faksı al, yazı hazırla hocaya götür, hocayı bulama okulda dört dön, BAP'a git, tam bitti derken eksik-hatalı evrak olduğunu öğren, okula geri koş, tekrar hocayı ara, hocayı bekle, aşağıya saymanlığa in, yukarı odaya çık, fotokopiye git derken bayılıyorum günlerdir. Dün akşam yine yetişmeyince işler baş ağrım iyice arttı. Eve girince bir de üşüme gelince hah dedim, tam da bayram öncesi hastalanıyorum, ne güzel. Neyse, dünü atlattım bir şekilde, geldik bugüne.

Sabah erkenden başladı koşuşturmam. Haa, bu arada dün bir yandan da başkalarının işlerine de yardım ettim o ayrı. Neyse, bugün işleri öğlene kadar tamamlabilirsem eve erken giderim dinlenirim biraz diye hayaller kurarken acı gerçekle karşılaştım. Maalesef işler yine yetişmedi. Bir sürü aksaklık oldu yine ama asıl tüy diken şey kargoya gittiğimde sistemlerinin bozuk olmasıydı 45 dakika kadar kargo yollayıp faturaya almaya çalıştım. Yine hocayı bekledim, yine olmadı, olamadı derken 17:30 gibi dışarı attım kendimi. Akşam yemeği için ufak bir alışveriş yapayım derken 40 dakikada bir geçen otobüsüm ben daha durağa gelemeden geçti gitti. Ben de alternatif bir yol çizerek kendime metro+ankaray+otobüs üçlüsüyle daha kısa sürede eve gideyim dedim. 3. aşamadaki otobüse binmeyi beklerken anahtarlarımı fakültede unuttuğumu farkettim. Saat 18:23'tü ve muhtemelen okuldaki herkes çıkmıştı. Bir umutla oda arkadaşımı aradım ve şansıma çıkmadığını görünce çok sevindim. Eve gidip dinleneyim diye heveslenirken tekrar okula döndüm. Anahtarıma kavuştuktan sonra yine aynı yerden geçerken otobüsüm yine önümden geçti gitti, ben de Kızılay üzerinden gelmek zorunda kaldım. Sonuç olarak 17:30'da yola çıktım ve eve geldiğimde saat 19:50 idi ve ben İstanbul'da değil Ankara'da yaşıyordum. Ayaklarımın ve başımın nasıl ağrıdığını anlatamam size. Akılsız başın cezasını sadece ayaklar çekmiyormuş, bunu öğrendim.

16 Eylül 2009 Çarşamba

Neden ki?

Bu resimler pazar gününden. Evden çıkmış park yerine giderken duvarda gördüm bunları. Ayrıca yerler ve çimlerin üzerleri de bunlarla doluydu. Sonra biraz daha yakından bakıp fotoğraflarını çekeyim dedim.
Evet, bunlar bildiğiniz salyangoz nam-ı diğer sümüklü böcek. İlk defa böyle topluluk halinde duvara tırmandıklarını gördüm ve çok şaşırdım. Kocamla kafamızı yukarı kaldırıp nereye kadar gittiklerine baktık. İlk fotoğraftaki sokak tabelası yaklaşık 1.70-1.80 metre yükseklikte. Varın ne kadar tırmandıklarını aşağıdaki fotoğraftan siz hesaplayın.


Neden tırmandılar ve neden apartmanın sadece o tarafındalar bilmiyorum. Kocamla birbirimize bakıp galiba "çok kötü yağmur yağacak, herhalde onun için yukarılara kaçıyorlar" dedik ama neyse ki öyle kötü yağmadı. :)



15 Eylül 2009 Salı

Bir yıldız daha kaydı

Bu sabah erkenden Patrick Swayze'nin öldüğünü öğrendim. Pankreas kanseriyle savaştığını biliyordum. Geçen aylarda ne kadar zayıfladığını gösteren fotoğrafları yayınlanmıştı. Dirty Dancing'de yakışıklılığına bayıldığımız, Ghost'ta romantizmine hayran olduğumuz Patrick kötü durumdaydı. 57 yaş artık ölmek için çok erken bir yaş. 20'li yaşlarımda bana çok yaşlı gibi gelirdi oysa, insanın algıları zamanla değişiyor ama sadece bu değil. Günümüzde tıp alanındaki gelişmelerle insan ömrü hergün biraz daha uzuyor, bu nedenle 57 erken bir yaş bana göre.

Patrick'e gelirsek. Başka bir yazımda (Jennifer Grey'den bahsetmiştim) onun da adı geçmişti. İkinci baskı olacak ama tekrar yazmak istiyorum.

Ben Patrick Swayze'yi ilk Kuzey ve Güney dizisinde görmüştüm. Dizinin sadece Amerikan iç savaşını anlattığını hatırlıyorum, neler oldu, nasıl bitti aklımda kalmamış açıkçası (yaşlıyım ama o kadar da değil demeye çalışıyorum). Sonra değişik filmlerini izledim, Dirty Dancing ise lise yıllarıma denk gelmesi itibariyle daha bir ilgimi çekti. Akün sineması'nda (Şu anda Devlet Tiyatroları'nın bir sahnesi biliyorsunuz) oynarken hemen her haftasonu önünden geçerdim. Film yaklaşık 2.5 ay vizyonda kalmıştı yanlış hatırlamıyorsam. Şimdilerde en sabırsızlıkla beklenen yabancı film bile ancak 3-4 hafta vizyonda kalabiliyor. O zamanlar bu kadar fazla film gelmiyordu tabii, salon sayısı azdı, Türk sineması da atakta değildi. 2-3 hafta üst üste sinemaya gittiğimizde gidecek film bulamamaya başlardık, DVD falan da neydi, hey gidi günler. İşte o zamanlarda o afişi görmeyi o kadar kanıksamıştım ki indirdiklerinde çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Sanki o film ilelebet vizyonda kalacak, hep o sinemada oynayacak gibi gelirdi. Soundtrack albümümün kaset formatına sahip olduğumu da ifade edeyim bu arada, hala da beğenerek dinlerim. She's like the wind şarkısını da seslendirmişti. Mükemmel bir ses değildi belki ama o filmle birlikte gayet güzel gitmişti.

Sonra Ghost geldi ama her zaman için Dirty Dancing'deki yakışıklı, biraz asi ama delikanlı dans hocasını Ghost'taki romantiğe tercih ettim.

En son bildiğim bir dizi çekmekte olduğuydu. Hastaydı, çok zayıflamıştı ama yine de ekranlardan kopmamıştı. İnternette tarama yaparsanız son hallerini gösteren fotolar da görebilirsiniz. Ben o resimleri buraya eklemek, onu o şekilde hatırlamak istemiyorum. Onu hep böyle sağlıklı ve mutlu bir şekilde, karısının elini tutmuş gülümserken hatırlayalım bence. Ben de bu akşam Dirty Dancing'in DVD'sini izleyeyim. Rest in peace Patrick.

13 Eylül 2009 Pazar

Hayvan barınaklarına yardım edelim

Önce Salıncakta 2 kişi'nin blogunda gördüm, sonra da Nora'nın blogunda. Linke tıklayarak İdil Hanım'ın blogundaki resimlere de ulaştım. Bahçeşehir hayvan barınağı da bu selden nasibini almış. Fotoğraflar insanın içini parçalıyor. Çamurun içinde korku içinde öylece yatan ve maalesef çamurun altında kalmış, hayatını kaybetmiş hayvanlar, küçük bir alanda korkuyla, belki de şaşkınlıkla bekleyenler. Çok kötü. Bakmak isterseniz link yukarıda. Migros'un kangurum sitesi aracılığıyla kuru mama ihtiyaçlarının bir kısmını karşılayabilirsiniz. Kargo falan ödemiyormuşsunuz, sadece mama parası çekiliyor kredi kartınızdan. Eğer internet üzerinden alışveriş yapmaya alışıksanız buraya mutlaka bir bakın. 3-5 liraya düşük gramajlı mamalar da var, 50-75 liralık 15-20 kilogramlık mamalar da. Bütçeniz neye el verirse artık, ya da gönlünüzden ne koparsa.

Ben kanguru sayfasına hem verdikleri linkten girdim, hem de sitenin kendisinden. Aslında sadece Yedikule Hayvan Barınağı için değil, daha pek çok barınak için de ihtiyaç listesi bulunuyormuş meğer. Kangurum'un böyle bir hizmeti olduğundan haberdar değildim. Hem şaşırdım, hem sevindim hem de neden daha önceden haberim olmadı diye üzüldüm. Kocamla birlikte baktık ve siparişimizi verdik bile.

Eğer mama katkısı yapacak imkanınız yoksa en azından bloglarınızda bu bilgiye yer verin. Böylece benim gibi haberi olmayanlara ulaşabilirler.

"Hayvanlardan bana ne, bir sürü insan canını, malını kaybetti orada, onlar varken hayvanlara yardım etmek de neymiş" diyorsanız eğer demeyin. Hayvanları küçükken alıp sonra bakamıyoruz diye sokağa salan, o barınakların dolmasına neden olan da bizleriz, sele karşı önlem almayıp o zavallı hayvanların ölmesine neden olan da. İyilik sadece insanlara yapılması gereken birşey değil. Bir hayvanın bile kurtulabilmesi inanın size daha büyük bir mutluluk ve sevap verecektir. Yine de "benim düşüncem bu, değiştiremezsin" diyen varsa yukarıdaki linklerden o zavallıların fotoğrafına bir daha baksın derim ben.

9 Eylül 2009 Çarşamba

İnsanlık ölmüş

İnanılır gibi değil. Bir sürü insan can verdi İstanbul'da ama bazılarının tek düşündüğü şey ceplerini doldurmak. Polis ceset ararken millet tırların, dükkanların etrafa dağılan mallarını yağmalıyor. İnsanlar canının derdinde, kayıplarını arıyor, yaralılarını tedavi ettirmeye çalışıyor, bu insan bile diyemeyeceğim reziller ise aşağıdan çıkardığı malları köprünün üstünde satmaya çalışıyor. Yazıklar olsun sizlere. Ekonomik kriz, fakirlik fukaralık bahane değil, bu düpedüz şerefsizlik, hırsızlık.

Bu nasıl bir felaket böyle

Sel felaketinin boyutlarından haberdar değildim. Dün yine sağa sola koşturup duruyordum, gazete okuyup radyoda haber dinleyecek vaktim olmamıştı. Akşam ajansı seyredince felaketin büyüklüğünü gördüm şaşırdım. O nasıl bir sel öyle. Sokaklarda yüzen insanlar, evlerinin tepesine çıkıp kurtarılmayı bekleyen insanlar, askeri helikoptere çekilen hamile bir kadın, bellerine kadar suya gömülmüş halde (herhalde caddede) yürümeye çalışırken bir yandan da ellerinde kutusu içinde kedilerini taşıyan orta yaşlı bir çift, oraya buraya savrulmuş, batmış arabalar, çöken köprüler, yollar. İnanılır gibi değil. Hele o ölenler, sabah arabanızla işe gitmek üzere evden çıkıyorsunuz ve sizden kötü durumdayım diye bir telefon geliyor, sonra da cesedinizi buluyorlar. İnsan hayatı bir anlık ama bizim hiç mi ihmalimiz yok? Küresel ısınma dediler durdular hep. Sadece havaların ısınması, kuraklık olmuyor işte, iklimler tamamen değişiyor. Geçenlerde Japonya'da tayfun sırasında toprak kayması sonucu yollarda oluşan çöküşleri, kaymaları görüp şaşırmıştım ama buralar şehir. İnsanlar çamur içinde kalmış, çamur içinde cesetlere ulaşmaya çalışıyorlar. Hayvanlar telef olmuş. Bizim hatamız nedeniyle zavallı hayvanlara da olan olmuş. Doğanın intikamı işte böyle birşey. Biz bozmaya devam ettikçe daha çok seller, felaketler göreceğiz maalesef. Ölenlere rahmet diliyorum, yaralananlara şifa, canını kurtarıp malını kaybedenlere de bu kriz zamanında para.

Giden canların yanında paradan söz edilmez gerçi ama sel suları 1 metre yükselince eve giren suların tüm eşyalarını tahrip ettiği aileler ne yapacak? O evlerde nasıl yaşanır, tüm bir evin eşyası tekrar nasıl alınır? Mal canın yongası derler. Herkese sabır diliyorum.

Maalesef ülkemizde herşey olabiliyor, herşeye hazırlıklı olmak lazım. Evlenmeden önce televizyonda bir sel haberi daha vardı. Bu kadar dramatik değildi gerçi, şiddetli yağmur sonucu birinci katları, bodrum katları basan olağan sular hakkındaydı. Artık olağan gelmesi ne acı bir durum aslında. Yeni evli bir çiftin evini çekiyordu kameralar. Evlerini su basmış, yeni alıp daha taksitlerini ödeyemedikleri tüm eşyaları çamur içinde kalmış, ne yapacağız biz diye şaşkın şaşkın bakıyorlardı etrafa. O zamandan beri eşya sigortası yaptırırız evimize. Ev bizim değil ama eşyalar bizim ve 5 yıllık evliliğimizde aldığımız, alıştığımız o eşyaları bir daha almak zorunda kalmak hem çok kötü hem de çok maliyetli. Sizlere de öneriyorum, küçük bir maliyetle büyük bir hasardan kurtulmak mümkün. En azından insanın içinde bir umut olur geleceğe dair.

Oralarda yaşayanlara sabır ve herşeye yeniden başlamak için güç kuvvet diliyorum. Yağmurlar daha sürecekmiş, tüm ülke olarak tehlike altındayız aslında, umarım bundan sonra bu kadar kötüsüyle karşılaşmayız da insanlarımız pisi pisine ölmez.

Ekleme: Az önce starın sabah haberlerini izliyordum. İkiye bölünen kuru yük gemisi hakkındaki haberi veriyorlardı yine. Bölünme anını tekrar gösteriyorlar, bir yandan da azgın dalgaların etkisiyle canlarını kurtarmaya çalışan 12 personelin mücadelesinden bahsediyorlar ve inanamıyorum ya, fonda Titanic filminden My heart will go on çalıyor. Celine Dion o çoğu zaman gıcık olduğum sesiyle "We'll stay, forever this way" derken azgın dalgalar geminin bir bölümünü karaya vuruyor. Dalga mı geçiyorlar ben anlamadım. Pes diyorum.

7 Eylül 2009 Pazartesi

Haberlerden inciler

Akşam eve geldim, biraz ajansa bakayım dedim (kocam böyle dememe gıcık oluyor, ben de bayılıyorum yetmişlik pinpon dedeler gibi).

Varan -1: Mehmet Ali Birand İstanbul'da fırtına nedeniyle ikiye bölünen bir kuru yük gemisinin haberini veriyordu. 13 mürettabatın 9'unu sahil güvenlik denizden çıkarmış, geri kalan kişileri arıyorlarmış. Sonra Sahil Güvenlik'ten biriyle temasa geçtiler. Adam şöyle birşey dedi, "biz geminin kaptanını da kurtardık, mürettabatın 13 değil 12 kişi olduğunu söyledi, biz de 12 kişiyi kurtardık zaten". MAB o dakikada rejiye seslenerek aşağıdaki yazıyı düzeltmelerini istedi (aşağıda 9 kişi kurtarıldı yazıyordu), adamlar zaten düzeltiyormuş, onun cümlesi bitmeden yazı değişti. Bu arada MAB adama şöyle bir soru sordu? Peki diğerleri ne durumda? Telefonun ucunda bir sessizlik oldu, adamcağız "Efendim?" dedi. MAB tekrarladı, "Peki diğerleri için bir ümit var mı?" Adam yazık, 12 mürettebatın hepsini kurtardık deyince bizimki uyandı, "pardon ben 9 kişide kalmışım, o yüzden sordum size" dedi. Yılların anchorman'i olacak bir de, heyecandan herhalde.

Varan 2: Başka bir kanalda (hangisi unuttum) spiker Tayland'da aç maymunların bir şehre inip dükkanlara falan saldırdığından, muz, kuruyemiş, su çaldığından bahsediyordu. Haberi "sevimli maymunlar" şeklinde verirken altyazı olarak "maymunlar cehennemi gibi" yazıyordu. Biraz tutarlı olun kardeşim. Bir de bu sevimli maymunlardan elleri boş kalanlar insanlara saldırıyormuş, ayyy, üstüne atlayan bir maymun ne sevimlidir kimbilir, o spikerin üstüne salmalı :)

Varan 3: Uğur Dündar Star Haber'de şöyle diyordu. "Bu sezon daha sade bir dekor, ekran hazırladık ama bu kadar da değil. Yönetmen masasındaki bir arıza nedeniyle konuklarımızın göğüslerine adlarını yazamıyoruz, altyazı giremiyoruz, grafik gösteremiyoruz. Kısa zamanda düzelteceklerini umuyorum." Sonra da izleyicilerden özür diledi. "Ama bu kadar da değil" deyişine bayıldım ben.

Bunların hepsi yaklaşık 3-4 dakika içinde oldu, bloguma yazacak malzeme verdiler sağolsunlar.

3 Eylül 2009 Perşembe

Abbaaaoooovvvvvv

3 Eylül olmuş bile. Bu demektir ki 5. evlilik yıldönümümüze 1 aydan biraz fazla zaman kalmış. 5. yıl için tekrar gelinlik fotoğrafı çektirmek gibi planlarım vardı ama biraz daha kilo vermek istiyordum. Yetişmeme ihtimalim var. Peki hediye faslı ne olacak? Ya kocam bana yine ağzımı açık bırakacak bir sürpriz yaparsa? Ne almalı, ne yapmalı? Zaman çok hızlı geçiyor, ben güzel bir şey düşünüp bulana kadar 9 Ekim olacak bile. Bir ara bir organizasyon şirketiyle konuşayım da evin önündeki boşlukta havai fişek atsınlar diye düşünüyordum ama özellikle yazın sokaklarda yapılan düğünlerde vs. çok atıldığı için Valilik havai fişek gösterilerini yasakladı. Malum, hava üssü var Eskişehir'de, uçakların gece uçuşları için tehlikeli oluyormuş. Şimdi ben gidip Valiliğe dilekçe mi vereyim peki? Aklıma gelen yegane sürprizi elimden aldınız, o zaman siz birşey bulun mu diyeyim?

Neyse, birşey bulurum ben :)

2 Eylül 2009 Çarşamba

Özlü sözler

Dünden beri üstümde bir kırıklık, bir halsizlik var. Geleceğini tahmin ettiğim nezleden kaçmak için eve erken döndüm, belki beni fakültede bulamaz da başka yere gider diye ama olmadı. Eve kadar takip etti beni. Ben de uyur gibi yapayım belki bekler bekler gider dedim. Dünden beri kah oraya kah buraya devrile devrile yatıyorum. Kah televizyon seyrediyorum, kah uyukluyorum. Nezleyi hala püskürtmeye çalışıyorum o yüzden bu gün de fakülteye gitmedim. Daha doğrusu sabah bir türlü gözlerimi açamadığım için gidemedim. Bugün de dinlenirsem zımba gibi olurum umarım.

Televizyon karşısında oraya zapla, buraya bak derken iyice içim sıkıldı. Gündüz programları benim için kabus gibi. Evkadınları ne yapıyor, nasıl vakit geçiriyor bilemiyorum ve helal diyorum onlara. Ben de bu arada yatmaktan sıkıldığım zamanlarda ne zamandır elden geçirmem gereken torbaları ve içlerine tıktığım dağınıklığı toparlayayım dedim ve dinlene dinlene koca bir torba çöp çıkardım. Şimdi yine dinlenme vakti.

Televizyonlarda denk geldiğim 1-2 özlü söz var, sizlerde de paylaşayım istedim. İlki dün akşam seyrettiğim National Geographic kanalından. Avustralya'daki cankurtaranlar hakkında bir programdı. Zap yaparken takıldım, kısa süre sonra başka kanallara doğru yola çıkmıştım bile ama bir sahne ve söylenen bir cümle beni çok etkiledi.

Sahnede cankurtaranlar bir anaokulunu ziyaret ediyorlar. Kış döneminde okulları ziyaret eder ve çocukları bilgilendirirlermiş hep zaten. Cankurtaranlardan biri eğitim sonrası şöyle diyor (eğitim dediğim de maskot cankurtaranla birlikte yaptıkları eğlenceli bir faaliyet): "Çocuklarınızı eğitirseniz onlar da 20 yıl sonra kendi çocuklarını eğitirler". Ne kadar doğru bir söz ve bizim ülkemizde ne kadar da ihmal edilmiş. Yine herkes anne-baba olmamalı konulu yazılarıma geliyoruz. Neyse.

İkinci özlü söz sabah haberlerinden. Hangi kanal hatırlamıyorum, aynı haberi tüm kanallar verdiği için karıştırdım hangisinde duyduğumu. Konu balık avlama yasağının bitişi ve teknelerin ilk kez balığa çıkışı hakkında. Balık verimi, fiyatı, haldeki, balıkçıdaki fiyatlar derken iş balığın nasıl seçileceğine geliyor. Balıkçı diyor ki gözü şöyle olacak solungaçları böyle vs. Muhabir bu sefer de vatandaş balığı tanımıyorsa ne yapacak diye soruyor. Balıkçının cevabı: "Vatandaş balığı tanımıyorsa ne yapacak? Balıkçıyı tanıyacak".

Çok hoş :)

1 Eylül 2009 Salı

Şaşırıyorum

Bu aralar pek şaşırıyorum.

Sabah haberleri izlerken iki otobüsün arasından geçmeye çalışan kardeşlerin yaralandığı haberini duyunca şaşırıyorum. Duran arabanın arkasından geçilmez, iki aracın arasından ise, ki bu arabalar koskoca otobüslerse ve siz de şoförün göremeyeceği kadar küçükseniz asla geçilmez, bunu bilmeyenlerin olmasına ama daha da fazla bunu öğretmeyen anne-babaların olmasına şaşırıyorum.

Kızılay hala kumsal gibi, artık durum vahimleşmeye başladı çünkü havalar soğuyor. Dün rüzgar vardı, caddenin kenarlarını kazıp henüz asfalt dökmedikleri için rüzgarın savurduğu topraklar insanların ağzına yüzüne girdi iyice. Yarın yağmur varmış Ankara'da, her yer çamur olacak iyice. Kaldırım ve kazı çalışmalarını doğru dürüst planlamayan Belediye'ye şaşırıyorum.

Haberleri sunan spikerlerin doğru konuşamamasına ve başlarındaki haber editörlerinin, yönetmenlerin vs. buna laf etmemesine şaşırıyorum. Geçenlerde yeni televizyona çıkmaya başlayan bir hanım kızımız hava durumunu sunarken "tabii ki de" diyip durdu. Türkçemizin kolayca harcanmasına şaşırıyorum.

Ramazanda çoğu televizyon kanalının, gazetenin, muhtelif yiyecek içecek şirketinin dini sömürmesine şaşırıyorum ve her sene buna şaşırdığım için de kendime şaşırıyorum.

"Alın verin, ekonomiye can verin" reklamlarında oyuncakçıyı canlandıran Yaman Törüner'in parayı aldıktan sonra fiş vermemesine, reklam metni yazarının bir nevi vergi kaçakçılığına yataklık etmiş olmasına şaşırıyorum (Bakkal da vermedi galiba, sakız satıyor gerçi ama önemli olan doğru mesajın verilmesi).

Bugün nedense hiç enerjim yok, sabah fakülteye zor gittim, keşke evden çıkmasaydım dedim durdum. Buna rağmen bilgisayar başına oturup yazı yazabilmeme şaşırıyorum.