29 Ekim 2008 Çarşamba

29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız kutlu olsun

29 Ekim, çoğu milletin veremediği ve asla veremeyeceği bir mücadelenin resmi sonu. Vatanları için canlarını hiçe sayan insanların bizlere hediye ettiği ancak çoğu kişinin anlamını veya değerini bilmediği bir gün. Umarım bir gün herkes Atatürk ve silah arkadaşları, milli mücadele için herşeyini ortaya koyan şehitlerimizi ve gazilerimizi saygıyla anar. Bu hafta Eskişehir'deyim demiştim, dün tören provaları vardı. Üzeirmizden vızır vızır uçaklar geçiyordu. Eskişehir'i bu yüzden de çok seviyorum. Şehrin hemen girişinde hava üssü olduğu için uçaklar sürekli eğitim uçuşu yapıyor. Hafta içi pek buralarda olamadığım için çoğunlukla kaçırıyorum ama o uçakların kulakları sağır eden gürültüleri bile bence harika. ne bileyim, içimi büyük bir gurur ve mutlulukla dolduruyor. (Havacı kızı olmamın etkisi vardır mutlaka, ya da Ankara'da askeri uçakların geçişini pek farkedemeyişimizin). O yüzden dünkü provalar sırasında ne zaman uçak sesi duysak kocamla birlikte pencere önüne fırladık. Bazıları o kadar yakından geçiyordu ki inanamadık. Hemen fotoğraf makinemi kapıp fotoğraflarını çekmeye çalıştım ama yakından geçenleri maalesef kaçırdım. Makine bir süre kullanılmayınca kendini otomatik olarak kapatıyor. Aleti açıp hızlı çekim modunu seçene kadar uçaklar çoktan gitmiş oluyor. Böylece 3'lü bir grubu kaçırdım mesela ve makineye ve üreticilerine saygılarımı sunup durdum. Sol tarafa yakalayabildiğim bir kareyi koyuyorum. Apartmanla olan mesafesine bakarsanız ne kadar yakın geçtiklerini fark edebilirsiniz ki bundan daha yakın geçişleri de oldu. Hak etsin etmesin, herkesin, hepimizin 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.

Evi ev yapan şey...

Evi ev yapan pek çok şey var aslında ama bence ilk sırada sayılabilecek şey evde pişen yemeğin kokusudur. Bu hafta izin aldım, Eskişehir'de evimdeyim. 29 Ekim'e kadar olan 1.5 günü zaten almak istiyordum ama annemlerin 30 Ekim'de taşınacak olması nedeniyle sonrasını da almam gerekti. Annemler ben gelmeden toplanma kısmının çoğunu hallettikleri için biz kocamla genelde dışarıda yapılacak işlere koşturduk, bu arada biraz da evde oturma imkanım oldu tabii ki. Otururken de evimle ilgilendim, yemek yaptım. Şu anda da bir yandan yemek yapıyorum zaten. Yemek dediğim de diyetim için öğlen ve akşam yemeklerim ve ayrıca kocam için ıspanak. Ama öyle mutluyum ki anlatamam. 29 Ekim olmasının da etkisi vardır mutlaka. Cumhuriyetimizin 85. yılı bugün, daha nice 85 yıllara ve umarım birlik-beraberlik içinde. Ayrıca hava çok güzel, içimi mutlulukla dolduran bir güneş var ve kocamın yanındayım, evimdeyim. Bunlarla birlikte bu yemek kokusu da birleşince pek güzel oluyor, aynen yeme de yanında yat. Sadece haftasonu evde olduğumuz için genelde çok fazla yemek yapmıyoruz. Cuma zaten geç geliyorum, birşeyler atıştırmış oluyoruz, c.tesi annemlerde besleniyoruz, pazar da artık ne bulursak, canımız ne çekerse. Rutin bir yemek pişirme durumumuz yok yani. Gerçi bu saydıklarım diyetimden önceydi, artık akşamları o haftaki menüde ne varsa yapıp yiyoruz ama bugünkü gibi ocağın her bir gözünde ayrı şeyin piştiği, mutfaktan buram buram kokuların geldiği günlere bayılıyorum.

28 Ekim 2008 Salı

Oh be açıldı

Nihayet blogger'ı açtılar. Cuma günü sitedeki yazıyı görünve gözlerime inanamamıştım. Hatta aklıma hemen yazacağım yazılar, bloguma koymak için çektiğim fotolar gelmişti. Neyseki fazla bekletmediler bizi ve siteyi açtılar. İnternette sansür bu kadar kolay mı? Birinin yaptığı bir hata yüzünden (Lig TV yayınlarını izleten bir blog yüzünden kapatıldığımız yazıyordu gazetelerde) tüm blogcuları mağdur etmenin anlamı ne. Bu böyle kalır mı peki? Yoksa diğer sitelere de sıçrar mı? Haydi hayırlısı. En iyisi tüm blog girdilerini arşivlemeli.

23 Ekim 2008 Perşembe

İkimizin şarkısı

Her çiftin bir şarkısı vardır ya, bizim yok. Hiç olmadı. Belki bizim için herşeyin çok hızlı gelişmesinden. Tanıştıktan çok kısa süre sonra evlenmeye karar verdiğimizden ve nişanlılık döneminde de genelde ayrı şehirlerde, bilgisayarın başında olduğumuzdan birlikte oturup müzik dinleme, bir partiye vs. gidip slow şarkılarda romantik romantik dansetme durumumuz olmadı. Herhalde bu yüzden bir şarkımız yok. Bu saatten sonra haydi şu bizim şarkımız olsun da denmiyor, o doğallık yakalanamaz ki artık. Gerçi balayımızdan hatırladığımız bir şarkı var. Ama o da bu kritere uyar mı tartışılır. Uysa olur uymasa da olur, o şarkıyı bizim şarkımız ilan ediyorum ben. Şarkıyı bilmem hatırlar mısınız, 5 yıl önce falan erovizyona katılan O-zone grubunun (romence, tek kelimesini anlamadığım) şarkısıydı, pek varlık gösterememişti. Eğlenceli bir şarkıydı, mp3'ünü indirmiştim. Balayımızın WOW Kremlin'de bitip Kaş-Fethiye öncesi Alanya'da daha düşük yıldızlı bir otelde devam eden kısmında bir akşam dolmuşla Alanya'dan otele dönüyorduk. Sarhoş turistlerden biri bu şarkıyı biliyor musunuz, güzel şarkıdır vs diye şarkının şu kısmını söylemeye başlamıştı: Ma-Ya-Hi Ma-Ya-Hu Ma-Ya-Ho Ma-Ya-Ha Ha. Çok komik bir durumdu, meğer kocam da biliyormuş o şarkıyı. Halen zaman zaman hatırlatırım ona bu şarkıyı.

Videosunu indirmeye çalışıyorum ama çalışmazsa şu adresten de bakabilirsiniz :
http://video.google.com/videoplay?docid=-8897513546988475184

Ne dersin tatlım? Bizim şarkımız olsun mu? :))

Gökkuşağının üzerinde bir yerlerde...

Oz Büyücüsü'ndeki Dorothy'i bilirsiniz. Filmin bir yerinde "Somewhere over the rainbow" şarkısını söyler. Bu şarkıyı şimdiye kadar hep onun yorumuyla hatırlardım ama artık öyle değil. Bir süredir fish reklamlarında çalıyorlar dikkat ettiyseniz. Bu sabah da Mesut Yar'ın programında fon müziği olarak duydum. Reklamda ilk duyduğumda bu versiyonu nerede dinlediğimi düşünüp hemen bulmuştum. 50 First Dates filminin son sahnesi ve kapanış şarkısıydı. Geçenlerde filmi televizyonda gösterdiklerinde sonuna kadar dayanamayıp uyumuş kalmıştım ama dvd'den bakarak kendimi kontrol ettim. Şarkının bu versiyonu o kadar güzel ki. Oz Büyücüsü filminde evine dönmeyi uman ancak bunun olup olamayacağını bilmeyen bir kızın söylediği hüzünlü bir şarkıydı bana göre. Ama bu filmde yeni umutlar, yeni başlangıçlar, gelecek güzel günleri anlatıyor sanki. Her sabah o şarkıyı dinleyerek uyanmak, ya da sabah kalkar kalkmaz dinlemek o günü mutlu geçirmek için mükemmel bir vesile olur sanıyorum.

21 Ekim 2008 Salı

And the award goes to...

Sonunda bana da geldi bu ödül. ilkaycığım sağolsun ama benim blog dünyasında gönderebileceğim çok fazla kişi yok. Ama yine de bu ödülü alabilmek güzel :) meripoint ve ramirezk'ya gönderiyorum ben de. Az ama öz diyerek kendimi avutayım bari.

Kısa bir ara

Geçen hafta bir Ulusal Kongre nedeniyle kocamla birlikte 3 günlük bir İstanbul kaçamağı yaptık. Ne yapalım, az görüşünce her fırsatta birlikte olmaya çalışıyoruz, ben onun kongrelerine gitmeye çalışıyorum, o da benimkilere. Bilgisayarı yanımızda götürmeyince sadece cep telefonundan mail bakmak için kısacık internet ziyaretlerimiz oldu o kadar. İnternet olmadan da yaşanıyormuş bu arada. Hava önceleri çok güzeldi ama cumartesi (18/10/2008) bozdu, soğudu, kocam zaten bir önceki günde bir miktar rüzgar yediği için netameliydi, tam hastalandı. Bütün cumartesi misafirhanede yattı garibim. Pazar sabahı yola çıkarken biraz daha toparlamış haldeydi ama bu sefer de bana geçti. Zaten ağzımda aft çıkmıştı (bağışıklığımın feci düştüğü anlamına gelir bu), pazar günü kocam Eskişehir'de trenden indikten sonra ben de kendimi kapıp koyverdim, pazar akşamdan salı sabaha kadar evde oradan oraya devrile devrile yattım durdum. Grip değil, sadece soğuk algınlığı sanıyorum ama erken müdahale şart. Dün bütün gün dinlenmek iyi geldi. Hala sırtım, belim, başım, oram, buram ağrıyor, biraz halsizim gerçi ama toparladım galiba. Çektiğim İstanbul fotolarını daha bilgisayara aktaramadım bile, benim için farklı ve güzel bir İstanbul gezisinin detaylarıyla birlikte yarına inşallah.

14 Ekim 2008 Salı

Ekspres mi? Exspres mi?

Türkçenin yozlaşmasına sinir oluyorum. Cep telefonları, msn vs. sayesinde zaten gelicem, gidicem, olcak, yapılcak gibi bozulmalara zaten gıcığım, kullanmamaya çalışırım. Özellikle yazdığım e-postalarda, yazılarda imlaya çok dikkat etmeye çalışırım. Gözümden kaçan şeyler varsa kusura bakmayın. Gençler arasında çok yaygınlaştığı için de endişeliyim çünkü bu gençler yarınların anne ve babaları olacak ve kendi çocuklarına eğitim verecekler.

Fakültede öğrencilerin laboratuar defterlerini okur not veririz, diğer asistan arkadaşlarla kaşılaştırırsak, en çok yazıyı da ben yazarım. Hatta zamanında öğrencilerden biri "hocam, benim defterime benden bile çok yazı yazıyorsunuz" demişti. Bilimsel içeriğin yanı sıra imla hatalarını düzeltirim, kelimeleri kontrol ederim, ingilizceden türetilen kelimeleri de ısrarla çizerim. Özellikle belli bir eğitim düzeyi üstündeki kişilerin ingilizce bildiklerini göstermek için araya ingilizce kelimeler serpiştirmesine ifrit oluyorum. "Bu konuyu çek edeceğim, telefon ettim ama bana dönmedi", gıcığım bu kullanımlara. Kontrol etmek varken çek etmek de neyin nesi? Beni aramadı demek varken bana geri dönmedi ne demek? Sanki Amerikalıların hayatlarının tercümesini yaşıyoruz. Allaha şükür ben de İngilizce biliyorum, hatta söylemesi ayıp, seyrettiğim dizilerde, filmlerde yapılan çeviri hatalarını fark edebilecek kadar iyi ama gündelik hayatımda kimseye bu şekilde hava atmaya kalkışmıyorum. Gıcık oluyorum işte.

Öğrenci defterleri diyordum konuyu dağıttım. Meslek gereği bir çok latince terim kullanıyoruz. Türkçe de kullanılıyor elbette. Burda da gıcık olduğum şey öğrencilerin ne türkçe ne latince yazması, ortaya karışık birşey yapıyorlar. Mesela kabuk anlamındaki latince "cortex" kelimesi oluyor size "kortex". Ne türkçe ne Latince. Düzeltmelerini istiyorum ama kim öle kim kala durumu. Haydi bunlar öğrenci, sms vs msn bağımlıları, peki bu sabah gördüğüm şeye ne demeli? Sabah fakülteye Kızılay üzerinden gideyim dedim. Yenilenen otobüs duraklarındaki yazılara daha önce dikkatle bakmamıştım. Bugün baktım ve ekspres seferler için bazı duraklarda exspres bazılarında da expres yazıldığını gördüm. EGO gibi bir devlet kurumunun böyle bir hata yapıyor olmasını aklım almadı. Türkçeye sahip çıkacak kimse kalmadı mı? Feyza Hepçilingirler'in kitaplarını ortaokuldan itibaren sadece öğrencilere değil tüm anne babalara ve anne baba olmak isteyenlere okutmalı bence. Haydi bye :P (bu da benim en sık kullandığım, ben de rezilin önde gideniyim aslında)

11 Ekim 2008 Cumartesi

Ne olacak benim bu unutkanlığım?

Bir süredir feci halde unutkanım. Kocam bile sen tanıştığımız zamanlarda böyle değildin, ne oldu sana diyor. Bu son hafta iyice kötüledim. Önce sabah kahvaltım için hazırladığım yumurtayı yaktım. Tavada yakmak kolay, fazla çaba gerektiren bir iş değil, ama ben rafadan hazırladığım yumurtayı yaktım. Cezve içinde tıngır mıngır kaynıyorken hem de. Aslında içeriden takır tukur sesler geldiğinde anlamalıydım, ame ben o sesleri kuşlar kafeste yine birseyler düşürdüler diye pek dikkate almadım. Hatta yanlarına gidip kafesteki her şeyi yerleri yerinde görünce de şaşırdım. Nasıl çıkarıyorsunuz o sesleri diye de sordum hayvanlara. Şaşkın şaşkın bakakaldılar. Şeker kesin demiştir, bu kadın kafayı yedi diye. Neden sonra burnuma bir yanık kokusu gelmeye başlayınca yumurta aklıma geldi. Zavallıcık simsiyah olmuş bir cezve içinde, ortadan kırılmış halde oturuyordu. O sesler ondan geliyormuş demek.

Sonra Eskişehir'e gelirken hazırladığım çantama telefonumun şarjını koymayı unuttum. Zaten Eskişehir'den geri dönerken hazırladığım çantama da diğer telefonun şarjını koymayı unutmuştum. AŞTİ'ye geldiğimde ise bilgisayarın şarjını almayı unuttuğumu farkettim. Neyse ki bunların hepsinin yedekleri var ama ya yedeği olmayan bir şeyi unutursam? Az önce, öğlen öğünüm için hazırladığım sebze yemeğini yaktım. Bir 5 dakika daha pişireyim demiştim ama o 5 dakika dünya saatine göre değil anlaşılan ki aradan bayağı zaman geçmiş ben hatırlayana kadar. Büyük bir kısmını kurtarabildim neyse ki. Ama bu böyle gitmez, benim acilen toparlanmam lazım. Haydi şarj falan neyse de, ocakta birşeyler unutmak tehlikeli. Geçen sene bir ara da sabah sütümü içtikten sonra ocağı kapıyorum diye en kısık aleve getirip bırakmışım. Dışarı gittik, annemlere uğradık, akşam geç saatte eve geldiğimizde ocağın hala yanıyor olduğunu farkettik. Fazla bir doğalgaz masrafı olmadı ama ya birşeyler düşseydi üzerine de yangın çıksaydı? Yok bu benimki iş değil, kafamı toparlamam lazım. Bir ara belki de B12 vitamini eksikliği vardır diye bahane bulmuştum kendime. Tahlil yaptırınca gördüm ki oldukça iyi bir seviyede. Bunama desem, daha bunama yaşına gelmedim, Ginkgo biloba kullanayım desem, yaşım müsait değil.
İşimin gücümün yoğun olmasından bu. İşlerimi öncelik sırasına koymalıyım, eskiden kalan ve halen yapmadığım işlerden kaçış yok. Üstelik kaçmama rağmen yine de kafamın bir köşesinde durup düşüncelerimi meşgul ediyorlar. Kafamı bir düzene koymalıyım, hem de bir an önce. Kafada da bilgisayarlarının masaüstü gibi bir yer olsa da dosyaları alıp direkt çöp kutusuna taşıyıp yenilerine yer açsak :)

10 Ekim 2008 Cuma

Yine yaptı

Kocam yine yaptı yapacağını. Bir takım harcamalarımız nedeniyle bu sefer sürpriz yapmayacaktı bana, benim de yapmamı istememişti. Gerçi yine de birşey bekliyormuş, yazım bitince aşağıya kendi yorumunu ekleyecekmiş, rezil olacağım anlaşılan. Ama beni otogarda karşılayıp çantalarımı koymak için bagajı açtığında şu yandaki muhteşem buketi beni bekler halde buldum. Geç yaşgünü kutlamamdaki gül buketinden beri bana çiçek almamıştı. O yüzden herhalde pek hoşuma gitti. Fotoğrafını çektikten hemen sonra vazoya yerleştirdim, şimdi tüm haşmetleriyle karşımda duruyorlar.
Tatlı meselesi? Elbette yedik. 4 yıla karşılık 4 tane petifür aldık, tepelerine birer mum dikip birlikte üfledik. Nice yıllara tatlım.

Yıldönümüne ek

Dünkü hüzünden bugün eser yok çünkü yoldayım şu anda, Eskişehir'e kocamın yanına gidiyorum. 1 gün rötarlı bir kutlama yapacağız. Diyette olduğum için gitmekten çok hoşlandığımız, tiramisu'ları için öldüğümüz o italyan restoranına gidemeyeceğiz ama pastasız kutlama olmaz. Minik bir pasta veya sütlü, hafif bir tatlı alınacak ve bir çatal/kaşık mutlaka yenecek.

Yıldönümlerinde yaptığım bir şey var ayrıca, onu da yazmak istedim. Her ayın 9, 19 ve 29'u dersem anlaşılır sanıyorum. Evet, milli piyango bileti. Nadiren piyango bileti alırım, yılbaşında mutlaka, o ayrı. Bir de evlilik yıldönümüm 9'unda olduğu için ve bir de kocamın yaşgünü bir diğer 9'da olduğu için onun yaşgününde. Yıldönümünde almaya evlenmeden 2 gün önce aldığım biletle başladım. Eskişehir'de orduevinin karşısındaydı biletçi. Aklımda birden üzerinde düğün tarihimin bulunduğu bir bilet alma fikri geldi, düğün fotoğraflarımla birlikte saklayacaktım. Güzel bir hatıra olur demiştim. Sonra da her sene almaya karar verdim. Tarihin denk gelmesi itibariyle yıllar sonra baktığımızda çok güzel bir anı olacak bence. Peki ya ikramiye çıkarsa? İlk aldığım bilete son 2 rakam çıkmıştı, tabii ki geri verip parasını almadım, olur mu öyle şey. Sonrakilere de birşey çıkmadı zaten. Ama eğer bir yıldönümümde voliyi vurursam, anı silsilem hiç kusura bakmasın bileti aynen geri verip parasını alacağım (tabii önce renkli fotokopiyle bir kopyasını alıp diğer biletlerin yanına koyduktan sonra :) ).

Kapanan kapanana

Kapanan bir iş yeri gördüğümde üzülüyorum. 2 gün önce de Antares'teki Gloria jeans elemanlarını sehpaları falan pıtpıtlı naylonlarla sararken gördüm. Tezgah boşalmış, koltuklar bir yere toplanmış. Yeni tasarım mı olacak diye düşündüm ama tezgah boşalmazdı herhalde, belli ki kapanmış. Sevdiğim bir yerin kapanmasına daha çok üzülüyorum ama genel olarak da hep orada çalışan insanlara ne olduğunu düşünüyorum. Ekmeklerinden oluyorlar sonuçta, bu devirde işsiz kalmak hiç kolay değil. Ama geçenlerde kapandığını gördüğüm bir işyeri beni gülümsetti (acı bir gülüştü gerçi, yanlış anlamayın). Kızılay'da, İş Bankası'ndan Sıhhiye'ye doğru giderken bir dükkan vardı. Ayakkabıcı olabilir, çok net hatırlamıyorum ne olduğunu. Vitrininde biri bizi durdursun yazardı. O yazıyı görünce ister istemez gülümsedim. İstedikleri olmuş, ekonomik durum durdurmuş onları.
Ankamall'de ise yeni bina tarafında alt katta Akvaryum Kafe vardır, köşelerde bayağı büyük akvaryumlar vardı hani. Güzel bir düşünce aslında, balıkları sevmem ama bir sürü değişik balık görmek güzel oluyordu. Geçenlerde gittiğimde örtülerle çepeçevre kapatmışlardı. Belki tadilat yapıyorlardır demiştim ama kapanıyormuş. Açılalı çok da fazla olmamıştı aslında, bir sürü de para harcanmış olmalı. Dün akşam uğradığımda yerinde Şan İskender açılmıştı. En üst katta LCW'nin yanındaki yere ise Galatasaray Store açılmış. Ankamall gibi işlek alışveriş merkezlerindeki mağazalar hemen doluyor tabii.

Herkese bol kazanç dilerim, umarım yurtdışında başlayan bu kriz bizi çok fazla etkilemez ama yabancı finans kaynaklarının yazdığına göre etkilenmek kaçınılmaz.

9 Ekim 2008 Perşembe

Bugün benim evlilik yıldönümüm ama...

Bugün evlilik yıldönümüm. Yandaki ticker'a bakarsanız 4 yıl olduğunu görebilirsiniz. Ben de geç evlenenlerdenim. Önce doktoramın bitmesini sonra da doğru adamı bulmayı bekledim. İyiki de beklemişim. Kocam aklıma hayalime gelmeyecek şekilde karşıma çıktı ve herşey birdenbire gelişti, tanıştıktan sonraki 8. ayda evleniverdik. Daha önce de demiştim, evlilik bir şans. Bazıları bunun bir strateji oyunu olduğunu söyler ama bence öyle değil. Evlilik herşeyden önce sevgi demek, saygı demek, anlayış demek. Ortak müştereklerde buluşmak demek. Ve daha bir çok şey. Evlilik hakkında tek bir şikayetim var ki o da evlilikle ilgili değil, içinde bulunduğum durum nedeniyle evliliğimi olması gerektiği gibi yaşayamamak. Bugün evlilik yıldönümüm ama hafta içine rastlayan diğer yıldönümlerimizde olduğu gibi ben Ankara'da, kocam Eskişehir'de kutlayacağız. Kalplerimiz bir olacak ona ne şüphe ama keşke birlikte kutlayabilseydik. Nice mutlu yıllara canım kocam. Seni ilk günkü gibi değil, daha çok seviyorum.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Kış geliyor mu?

Bugün hava o kadar güzeldi ki, bir an kışın geldiğini unuttum. Sabah diyetisyenimle haftalık randevuma gittim. Dönüşte biraz işim olduğu için Tunalı Hilmi'ye uğradım. Fakülteye gitmek için vaktim daralınca yürüyüş düşüncemden vazgeçip Kuğulu Park önünden otobüse bineyim dedim. Durağa gitmek için parkın yanından geçerken hava o kadar güzeldi, park yeşilikler içinde o kadar güzel görünüyordu ki acele gitmek zorunda olmasam da şu banklarda otursam diye düşündüm. Haftaiçi olduğu için banklar çok kalabalık değildi, hazır fırsat işte. Orada oturmak, elimdeki kitabı okumak, ara ara da kendi halinde yüzen kuğuları izlemek istedim. Ama kös kös durağa doğru gidip ilk gelen otobüse atladım. İşte o zaman kışın geldiğini unuttum. Ama yakında tekrar hatırlarım, çıkış saatimde hava soğuyacak çünkü ve biraz da kararacak. İşte o soğuk hava ve daha da kötüsü karanlığın çökmesi kışın yakınlarda olduğunu hatırlatacak. Kış buyursun gelsin tabii, severim kışı ben. Serin günlerde ayaklarım sıcak, üstümde palto olduktan sonra dışarıda dolaşmayı çok severim. Yanaklarıma değen serinlik çok mutlu eder beni. Ama katlanamadığım şey güneşin erkenden batması. Enerjimi emiyor, içimi karartıyor. Hele de saatlerle ilerigeri oynadıklarında daha da erken karar mıyor mu deli oluyorum. Bu kış artık saatleri geri almayacağız diye hatırlıyorum. Umarım yanlış hatırlamıyorumdur. Gerçi yukarıdaki fotoğraftaki gibi bir yerde olursam herhalde ne gam kalır ne de kasavet :)

7 Ekim 2008 Salı

Mısırsız hayat

Mısır benim için muhteşem bir yiyecektir. Haşlanmışına bayılırım, patlamışına ise ölürüm. Sinemayı benim için vazgeçilmez kılan şeylerden biri de kesinlikle mısırdır. Bayram tatili sırasında kocamla Hellboy 2'ye gittik. Benim için mısırsız ikinci sinema deneyimi olacaktı. Mısırın baştan çıkarıcı kokusuna karşı koymak benim için kolay değil ama zorunlu. Kös kös salona doğru ilerlerken farkettim ki burnuma hiç mısır kokusu gelmiyor. Belki yeni patlatmamışlardır diyeceğim ama o buram buram mısır kokusuna engel olmak imkansız. Sonra aklıma başka birşey geldi. Eskişehir'de AFM sinemasının da içinde olduğu bir Migros vardır. Evimize çok yakın olduğu için sık sık giderim. Binanın girişi nasıl mısır kokar anlatamam. Kaç kez kocama "yukarı sinemaya çıkıp mısır alsak acaba izin verirler mi?" diye sormuşumdur hatta. Diyete başladıktan sonra kaç kez gittim sayısını bilmiyorum ama hiç mısır kokusu almadım. Acaba bünye "nasıl olsa yiyemeyecek, o yüzden kokuyu alan reseptörleri duyarsızlaştırayım" mı diyor anlamadım.

Zamane gençleri

Aslında daha önce yazacaktım ama unutmuşum, bu sabah okula giden öğrencileri görünce hatırladım. Şimdiki okul kılık kıyafetlerine akıl sır erdiremiyorum. ne zaman bu kadar değişti anlayamıyorum. (Gerçi ben liseden mezun olalı seneye 20 yıl oluyor, bu arada değişmiştir işte, ne soruyorum). Etekler mini mini (bu kadar minileri ancak japonyada görmüştüm), yaz kış Converse giymeyeni herhalde ya dövüyorlar ya da okula almıyorlar, saçlar her daim açık, kolyeler, küpeler gırla. Hatta okulun ilk günü karşı kaldırımda yürüyen bir erkek öğreni vardı, yaka bağır açık, kravat falan hak getire ama en önemlisi kaşında ve dudağının kenarında parlayan şeyler. Uzaktan pek net göremedim ama bildiğin piercing işte. Pes dedim, işte son nokta budur. Bizim zamanımızda spor ayakkabı giyenler okula alınmazdı, saçları ancak okul bitince açardık, etekler kısa olmayacak, soket çorap ise asla giyilmeyecekti. O yüzden şimdiki gençleri şaşkınlıkla izliyorum. Bizimkiler ortaokul, lise yaşlarına geldiklerinde acaba okullar nasıl olacak çok merak ediyorum.

Fotoğraf Gossip Girl dizisinden bu arada.

5 Ekim 2008 Pazar

Bayram da bitti gitti

9 günlük tatili bitirdik. Başlarda hiç bitmeyecek gibi geliyordu, dile kolay, tam 9 gün. Ama bitti işte, pazar geliverdi. Yarın sabaha yine geri dönüş var benim için.

Bol bol dinlendiğim bir tatil oldu bu. akademik açıdan pek verimli değildi maalesef, hazırlanacak bir poster, düzeltilecek bir makale ve ekstra işler hala tam olarak bitmedi. Tatil modundan çıkamıyorum ama bu kadar da olsun. Tam 9 gün boyunca evimde oturmak, kocamla birlikte vakit geçirmek benim için paha biçilemez bir lüks. Ankara'ya dönünce hız veririm çalışmaya.

Bu tatil akademik açıdan sönük olsa da ev açısından çok parlak geçti. Kocamın ellerine sağlık tabii. Ne zamandır mutfağı boyamak istiyorduk. Boyayı almıştık bile. Aslında Mutfak, antre ve oturma odası üçlüsünü boyayacaktık, yaz tatilinde diğer ikiliyi halletmişti becerikli kocam, bunu da bayram tatilinde yaparız demiştik. (Yaparız, ederiz yazdığıma bakmayın, ben sadece getir, götür, onu sil, bunu kaldır yapıyorum, çırak kadar bile faydam yok, ustabaşı götürüyor tüm işi). Geçen cuma kocam bana sürpriz yapmaya karar vermiş, mutfağı boyamış. Eski su yeşili, soğuk görünümlü mutfaktan şimdiki sıcak pembe mutfağa dönüşmüş. Perdeler, duvardaki tablolar bile farklı görünüyor sanki. Bir renk bu kadar mı değiştirir yaşanan yeri. Ve bir insan sırf karısı mutlu olsun diye sabahtan akşama durmadan çalışıp tüm boya badana işini halleder mi. Helal olsun ona.

Kocamın ev bakımı bununla da bitmedi. Muhtelif zamanlarda banyonun kabaran tavanını kazıdı ve boyadı, bilimum musluk contasını değiştirdi, hatta duşakabini komple söktü, temizledi ve tekrar monte etti. Duşakabin yeni alınmış gibi oldu. Üşenmeden yaptı valla helal olsun.

Evde becerikli bir erkeğin olması harika birşey. Bir arkadaşımın kocası korniş taktırmak için adam çağırıyordu, onlarla kıyasladığımda benimki süpermen gibi birşey oluyor. Bir de şu var, benim babam da ev işleriyle pek alakadar olmaz. Bizim evin ustabaşı hep annem olmuştur. Kah orayı burayı boyar, kah elektrik tesisatıyla uğraşır, matkapla duvar deler vs, inanılmaz bir kadındır. Bir nevi MacGyver. Ben de herhalde annemin etkisi olacak Praktiker, Koçtaş gibi mağazaları gezmeye bayılırım. Kocam da becerikli olunca buralarla daha bir ilgilenir oldum. Geçenlerde yine Koçtaş'tayken toz maskelerinin olduğu kısımda maskenin birini elime almış, bir türlü bırakamamıştım. Kocam da istiyorsan alalım demişti. Almayı çok istiyordum ama nerede kullanacağımı bir türlü uyduramamıştım. Fakültede lab.da kullanayım desem ne alaka, evde nerde kullanacağım peki? Normal doktor maskeleri gibi değil bu, sert, belli bir kalıbı olan ve ucunda toz filtresi bulunanlardan. Hızarla kereste keseceksem tamam ama kesme tahtası üzerinde marul keserken kullanamayacağım bir şey. Makul bir neden bulamadığım için yerine bırakmıştım, ama hala aklımda anlaşılan. Fakültede de bir tornavida takımım vardır. Geçenlerde printer kağıt sıkıştırıyordu, aleti neredeyse komple sökmüştüm ama sorun silindirleri kaplayan, herhalde sıcağa karşı yalıtım yapan naylon kılıklı bir kılıfın parçalanmasıymış, elimden gelen bir şey olmadı yani.

Neyse, bu yazı kocamın meziyetleri üstüneydi, benim değil. Aman nazar değmesin, elleri dert görmesin onun. Sizlerin evlerinizde de birer MacGyver olması dileğiyle, ama erkek ama kadın...

4 Ekim 2008 Cumartesi

Kısa kısa

- Dün kocamla biraz gezdik dolaştık. Evden 12'de çıkmak, 10 gibi dönmek ne kadar biraz oluyorsa artık. Bir kısmında ablamla olan bir işimizi halletmeye çalıştık, gerisi saf alışveriş merkezi.

- İlk durağımız Eskişehir Neo alışveriş merkeziydi. Açılmasını dört gözle beklediğimiz, sırf inşaat ne durumda diye zaman zaman gidip baktığımız bir yer. İlk günlerinde iğne atsan yere düşmüyordu. Şimdiyse mağazalar tek tek kapanmaya başladı. Espark'ın açılışı büyük etken tabii. Ulaşımı biraz daha zor olduğu için insanlar daha kolay ulaşabilecekleri yerleri tercih ediyor. Her gittiğimizde yeni bir dükkanın kapandığını görmek nedense içimi acıtıyor ama. Son olarak D&R kapanmış. Her gidişimde mutlaka uğradığım bir yerdi oysa. Gloria Jeans'de bir kahve içer, mutlaka oraya da girer, dergi, dvd, birşeyler alırdık. Dünkü planım da buydu ama olmadı.

- Ara öğünüm olarak Gloria Jeans'de kahve içerken diğer müşterilerin içtiklerine bakmadan edemedim. Ben az kalorili bir Kenya AA filtre kahve aldım, kocam klasik Columbia. Yan masada bayağı etli butlu bir teyze ise bol kremalı bir kahve. Amanın dedim, işte sıvı kalori - boş kalori dedikleri şey bu. Ölümcül bir kombinasyon. O içtiği şeyde en az 500 kalori vardır. Birkaç ay öncesine kadar ben de o teyze gibiydim. Hatta kocamla içtiğimiz soğuk karışımların içine bir top da dondurma attırırdık, bir keresinde marshmallow bile koydurmuştuk. Kilo almama şaşmamalı yani. Ama doğru yolu buldum galiba.

- Kocama bol gelen kotları ben giyiyorum. Benim için fevkalade hesaplı oluyor, hem de kendimi denemiş oluyorum. Şu anda giydiğim kot Levi's 501, 32 beden. 33 bedenlerden 32'ye düşmek benim için mutluluk verici. Kocamın kotuna el koyunca ona da yenisini almak gerekti tabii ki. 31 beden aldık, ben de vay canına, nasıl oluyor da oluyor diye bakakaldım. Ama işin güzel yanı, eve geldiğimizde şu kotu ben de giymeye çalışayım da, bakalım ne zaman giyebilecek duruma gelirim diye denediğimde içine girebildim. Düğmeler gayet güzel kapandı. Hafif sıkıyor tabii ama yeni kot olduğu için giydikçe esner diye avuttum kendimi. Kocam da ben de inanmaz gözlerle aynaya bakakaldık. Galiba yakında 31'i pas geçip 30'a girebileceğim. Kendimle nasıl gurur duydum anlatamam.

- Akşam Espark'ta Hellboy 2'ye gittik. Espark'taki Cinebonus'a hiç gitmemiştim, böylece vesile oldu. Bir üçüncüsü olabilir mi diye düşünmeden edemedim. Olabilir gibi geldi bana, ne de olsa bir açık kapı var sanki. Sinema hakkındaki bir radyo programında yönetmenin (Guillermo Del Toro) bilmem kaça kadar tamamen dolu olduğunu duymuştum, absurd bir tarihti, vay canına demiştim. Bu piyasada on yıllarca dolu olmak müthiş bir başarı olsa gerek.

3 Ekim 2008 Cuma

Diyetimi neden bozdum

Evet bozdum, ama çok tatlı bir nedenle. Dün 2 ay önce doğum yapmış bir arkadaşımızı ziyarete gittik. Asıl amacımız bebeği görmek, bayram ziyareti ikinci planda. Orada ikram ettikleri erkek bebek şekerlerinden yemesek olmaz tabii. Maksat darısı bize olsun. Bebek (minik Arda) pek tatlı maşallah, Allah anne ve babasıyla birlikte sağlıklı, mutlu, başarılı ve uzun bir ömür versin. Herşeyden önce de kaderi güzel olsun, hep iyilerle, iyiliklerle karşılaşsın. Anne ise benim gözümde tam bir ilahe. Hamilelikte fazla kilo almayan ve doğum sonrasında da hepsini veren üstün bir varlık. Hamilelik kilolarının kalıcı olabileceği yönündeki endişelerim onu görünce ortadan kalktı sağolsun. Arda'nın en son 3D ultrason görüntüsünü görmüştüm, aynen babasının kopyasıydı. Şu teknoloji ne müthiş birşey. Eskiden bebeğin cinsiyetini ancak doğumda öğrenirken şimdi daha doğmadan yüzünü bile görebiliyorsunuz. Allah her isteyene çocuk verir inşallah, hayatınızı tamamen değiştiren varlıklar. Doktora yapan bir arkadaşım henüz bitirmeden hamile kalmıştı. Doğumdan sonra demişti ki, "ne doktora ne başka birşey, hayattaki en önemli eser çocuktur". Çok haklı. Ve biliyorum ki, biz kariyer veya değişik nedenlerden dolayı geç doğum yapanlar (biz diye kendimi de ekledim, Allah söyletti herhalde haydi hayırlısı) keşke daha önce çocuk sahibi olsaydık diyeceğiz. Ama ben herşeyin zamanı olduğuna inanıyorum. Eğer bir bebeğin doğması gerekiyorsa sen ne yap et doğuyor, ya da tam tersi, daha zamanı gelmemişse sen ne kadar istersen iste olmuyor. Hayırlısını dilemek en iyisi.

Tekrar hoşgeldin Arda, yüzün hep gülsün.

E, bebek şekeri de yedik, darısı bize artık :)