31 Ocak 2011 Pazartesi

Tamam duyarsızız ama bari dangalak olmasak

Bugün (saate baktım da, artık dün olmuş) çocukları babaanne-dede ve babalarına emanet edip Migros'a kaçtım. Ne zamandır gördüğüm ama yazmayı hep unuttuğum şeyi yine görünce artık yazayım dedim.

Çıkışta, kapının hemen yanında kocaman bir bağış kutusu vardır. Üzerinde de özellikle "bağış içindir lütfen fiş atmayınız" yazar. Bir gün olsun içinde para görmedim. Aksine, her gördüğümde ağzına kadar fişle dolu olur nedense.

Tamam, genellikle duyarsızız, bizim de dertlerimiz var ya da o toplanan paraların yerine ulaşacağından emin değiliz, bu yüzden para atmıyoruz. Peki güzel kardeşim, fişini niye içine atıyorsun? Kağıtları biriktirip geri dönüşüm için satsınlar da para kazansınlar diye mi? Fiş atmayın diyorlar ya, bizim millet inadına atıyor anlaşılan. Oysa biraz geride geri dönüşüm kutuları var, at oraya elinde tutmak istemiyorsan.

Şu geri dönüşüm işini bir türlü oturtamadık. Kağıt, plastik, cam, metal diye ayırmamız gereken çöpleri toptan aynı yere atıyoruz (buna da şükür aslında). Metal kutusu cam ve kağıt dolu, plastikte metaller var, o orada bu burada. Amerika'da vs. millet uzun ömürlü süt-meyve suyu kartonlarındaki plastik kapakların ayrıca çıkarılıp plastik kutusuna atılmasını tartışırken biz daha nerelerdeyiz. Kaç fırın ekmek yememiz gerek acaba?

28 Ocak 2011 Cuma

Bir aşı gününü daha geçirdik

Dün aşı günümüzdü. Aslında 13'ünde gidecektik ama aile hekimliğindeki hemşiremiz arayıp çok yoğun olduklarını söylemiş ve dün gelmemizi rica etmişti. Verem aşısından sonra bebeklerin 3 gün boyunca yıkanmaması gerektiği için akşamdan bebeklerimizi yıkadık. Hoş, bu soğuklarda bırak 3 günü, 1 hafta yıkamam ben yavrularımı. Sabah tüm aile kahvaltımızı yaptık, bebeklerimizi dışarı çıkacak şekilde giydirdik ve ana kucaklarına oturttuk. Kızım sağolsun oturur oturmaz güzelce kakasını yaptı. İki bebek de giyinmiş, koltuklara oturmuş halde hazır olunca daha fazla gecikmeyelim, işimiz kısa sürecek, olmazsa orada açarız diye kızımdan özür dileyerek dışarı çıktık.

Şansımıza kimseler yoktu, hiç beklemeden içeri alındık. Bebeklerim 5.4 kg olmuşlar, maşallah onlara. Mama sütten daha fazla mı yarıyor artık ya da oğlum daha çok beslenmek istediği için mi nedir aralarındaki fark kapandı. Bir süre sonra nasıl kucağıma alacağım bilmiyorum onları, yataklarına yatırırken ve kaldırırken belim ağrımaya başladı bile.

Önce koldan verem aşıları yapıldı. Biz oğlanın koparacağı yaygarayı bildiğimiz için önce kızı kurban ettik. Koldan aşısı vurulunca biraz ağladı kızım ama bitti mi? Hayır. Bir bacaktan zatürre, diğer bacaktan da karma aşı vuruldu kızım. Biraz da onlar için ağladı ve sustu.

Kızı atlattık, sıra oğlanda bakalım nasıl olacak derken bizimki hemşire ablalarına gülücükler atmaya başladı. Anlaşılan çapkın olacak benim oğlum. O minicik ağzı güldüğü zaman öyle güzel açılıyor ki anlatamam. (Kızım da öyle elbette, bir "kuzguna yavrusu şahin görünür" vakası daha :) ). İğne koluna girince ağlamaya başladı, bacaklarda da devam etti ama giydirmeye başladığımızda sustu. İnanamadık. Öncesinde verdiğimiz ağrı kesicinin etkisi olmuştur sanıyorum, ya da alıştı benim güzel oğlum. Arabaya bindğimizde ikisi de uyumaya başlamıştı bile. Uyumaları evde de devam etti. Arabanın motor gürültüsü mü yoksa ilacın etkisi mi bilemiyorum ama nasıl geçecek diye endişelendiğim aşı günü ve gecesi normal bir gün-gece gibi geçti gitti. Darısı bir sonraki aşılarına.

27 Ocak 2011 Perşembe

Yaz tatili gibi

Dün akşam kocam bana döndü ve dedi ki: Aynı yaz tatili gibi değil mi? Anlamadığımı görünce de "sessizlik" dedi "aynı yaz tatili gibi". Gerçekten de öyleydi. Evimizdeki bu sessizlik ancak yaz tatilllerinde, üst kat komşularımızın çocukları yazlıktayken olurdu bizim. Aynen öyle sessizdi işte dün akşam çünkü DÜN ÜST KAT KOMŞULARIMIZ TAŞINDI. Allahım nasıl mutluyuz anlatamam.

Herşey pazartesi sabah başladı. Sabahın köründe bir yerlere birşey çakmaya başladılar önce. Bu saatte yapılacak şey mi diye sinirlendik. Kahvaltı sırasında mutfakta otururken üst kattan takır tukur sesler gelince temizlik anlayışlarının evi süpürürken sağa sola vurmak olduğunu bildiğimizden sağlık olsun dedik. "Taşınıyor olsalar ne güzel olur değil mi hayatım" deyince kocam "yeter ki taşınsınlar, çıkıp yardım bile ederim" dedi bana. İşe gitmek için evden çıkınca da müjdeyi verdi bana. Gerçekten de taşınıyorlarmış, pencereye kiralık yazısı asılmış.

2-3 yıldır hayatımızı kabusa çeviren aile artık yok. 3 çocuğun maalesef upuzun olan koridorumuz boyunca koşuşturması, oturma odamızın üst katında yatana kadar hoplayıp zıplamaları, bas bas bağırarak konuşmaları, son zamanlarda dedelerinin de kalmaya gelmesiyle 3 numara olan ve haliyle bokunda boncuk bulunan oğlan çocuğunun dedesinin ders çalış diye bağırmasına daha yüksek perdeden bağırarak karşılık vermesi, istediği şey olmayınca kapıları vurup böğürerek ağlaması, kocamnın artık dayanamayıp duvara 1-2 kez vurduğunda susup oturmayıp terbiyesizce duvara vurması yok artık. (Şikayet etseydiniz mi dediniz? Düşünmedik değil ama babalarının zaman zaman çocuklara nasıl bağırdığını duysaydınız cesaret edemezdiniz. Adam kesin döverdi çocuğu, o yüzden yapamadık.)

Tamam çocuktur, "bizim de çocuklarımız var, hatta atık senin de var, büyüyünce seninkiler de koşturacak, abartma" diyebilirsiniz ama dediğimi anlamanız için bizimle birlikte yaşamanız gerekir. Üst kattakilerin gürültüsünden sıçrayarak uyanan oğlum da herhalde ne olduğunun pek farkında olmasa da mutludur şu anda. Pazartesinden bu yana yine feci gürültülü halde ev toplamaya başladılar ama gidecekleri için mutlulukla katlandık bu duruma. Ve sonunda dün evi boşalttılar. Nereye gitiklerini bilmiyorum ama Allah alt kat komşularına sabır versin.

Gelen gideni aratır mı dediniz? Sanmam. Bir önceki komşumuzun bir çocuğu vardı, onlar çıkıp bu aile yerleştiğinde gerçekten de gelen gideni aratmıştı ama bu sefer olmaz sanıyorum. Ev tutulana kadar zaten kafadan rahatız, gerisini sonra düşünürüz.

23 Ocak 2011 Pazar

Birşey daha öğrendim

Uzun bir ara oldu kusura bakmayın. Hazır fırsat bulmuşken hemen yazıyorum.

2. ay doktor kontrolümüz için doktorumuzu değiştirmeye karar vermiştik, iyi ki de öyle yapmışız, çok daha içimize sinen bir doktor bulduk böylece. Muayene sırasında kalça çıkığı için ultrason çektirip çektirmediğimizi sordu. Önceki doktorumuzun istemediğini, hastanede yapıldıysa da bize bilgi vermediklerini söyledik. Elle ve gözle muayenenin yeterli olamayabileceğini, ilk 3 ay içinde mutlaka ultrason muayenesini önerdiklerini söyledi. Hemen her iki bebeğim için gün alındı, oğlumun gaz problemi için de belki başka birşey olabilir diye idrar tahlili yaptırmamızı istedi.

Karın ultrasonunda benim bildiğim kadarıyla organların rahat incelenebilmesi için mesanenin dolu olması gerekir. Peki ya bebeklerde nasıl olacak bu iş? Ya da idrar tahlili için örneği nasıl alacağız? Bezi açık tutup işemesini mi bekleyeceğiz, nasıl nasıl diye düşünürken ultrasona girdik. Önce leğen kemiğinin açısını ölçtüler, sonra karın içi tüm organların yerleşimi ve boyutunu gözden geçirdiler. Su falan içmeye gerek olmadı neyse ki bizlerde olduğu gibi. İdrar tahlilini nasıl yaptıracağız diye sorduğumuzda hemşire bize steril bir idrar torbası verdi. Meğer böyle oluyormuş, kız ve erkek bebekler için değişik idrar torbaları varmış. Erkek bebeklerde pipisini torbanın deliğinden geçirip alttaki yapışkanlı kağıdı çıkarıp çıkmasın diye cildine tutturuyorsunuz. Böylece zamanı geldiğinde çiş torbanın içinde toplanıyor. Yarım saat içinde de laboratuara yetiştiriyorsunuz. Ultrasonda doktorumuz mesanenin boş olduğunu söylediği için evde aldık örneği. Yapar yapmaz da sanki 4x4 bayrak yarışındaymışız gibi kocama verdim ve o da hızla evden çıkarak hastaneye yetiştirdi. Biz de böyle birşey daha öğrenmiş olduk. :)

18 Ocak 2011 Salı

Dün önemli bir gündü

Dün önemli bir gündü kocam ve benim (aslında herkes) için. Parmaklara aylar sonra oje sürüldü, saçlar bigudiyle sarıldı, Ankara'daki dolabımdan getirtilen takımın pantalonuna sığılınca sevinildi ancak fermuarın kapanamayacağı anlaşılınca annenin pantalonu giyildi, makyaj yapıldı, sabahın köründe evden çıkılıp 7 trenine yetişildi, zor açılan gözler koltuğa oturunca iyice kapandı ve Ankara'ya doğru yola çıkıldı.

Dün Doçentlik sınavım vardı. Aylardır çalışamadığım ve son 3-5 günde şunu da okuyayım, bunu da çalışayım dediğim için kafam karman çorman oldu. 2 ay 10 günün verdiği uykusuzluk ve yorgunluk da birşeyler anlamama engel oldu. Aslında raporlu olduğum için sınava girmemek için başvuruda bulunabilirdim ama girmek, nasıl birşey olacağını görmek istedim. Sınavın Ankara'daki bir fakültede yapılması büyük şanstı benim için, Eczacılığın olduğu her yerde olabilirdi ne de olsa (birinci yedek jüri üyesinin olduğu yere göre seçiliyor yapılacak yer). Ne değişirdi, bilmediğim bir yere gitmek daha fazla gererdi, bir de daha uzun süre alırdı, başka birşey olmazdı.

Az çalıştığım ve hiçbirşey hatırlamadığım için önceleri girsem mi girmesem mi ikilemi yaşadım. Oda arkadaşımla birlikte başvurmuştuk, bana bir sürü not yollamıştı çalışmam için sağolsun. En azından onun emeğine saygısızlık etmemek için girmeye karar verdim. Kader arkadaşım ayrıca ne de olsa, yalnız bırakmak istemedim. Her ne kadar o inanmasa da sınavı geçip cübbe giydirdiklerinde orada olup mutluluğunu paylaşmak istedim.

Kocamla trene bindik ve önce bizim sonra da diğer fakültenin yolunu tuttuk. Önce arkadaşımı aldılar, 2.5 saatlik bir sınavdan sonra cübbesini giydirerek başarılı olduğunu açıkladılar, öğle yemeğinden sonra da saat 2.30 gibi beni aldılar. 2-2 buçuk saatlik bir sınav sonrası tahmin ettiğim üzere başarılı olamadım. Stres-heyecan ve yorgunlukla bildiğim şeyleri bile tam ifade edemedim, pratik dersinde yıllarca anlattığım konular aklıma gelmedi, bilmediğim bir sürü şey de olunca bir sonraki sınava kaldı işim. Üzüldüm mü? Hayır. Ağladım mı? Evet. Ama asla üzüntüden değil. Sinir boşalması, stresin üzerimden kalkmasıyla ister istemez ağlayıp ferahladım. Çalışıp da kalmış olsaydım çok üzülürdüm gerçekten. Ama çalışmadığımı, bunun için de çok geçerli bahanelerimin olduğunu hem ben hem de jüri üyeleri bildiği için içim rahattı.

Ama bundan sonrakine gayet iyi hazırlanacağım. Bebeklerimle düzenimizi oturtunca çalışmak için daha fazla imkanım olacak. 2. sınava kendimden emin şekilde girecek ve sonunda gülerek (ya da yine sinir boşalması nedeniyle ağlayarak) çıkacağım ama bu sefer üzerimde o cübbe de olacak. :)

Not: Dönüşte 2 . vagondaydı yerlerimiz. 2. vagon engelli koltuklarının bağlanabildiği boşluğu olan vagon. Bu nedenle o vagondaki tuvalet de engelli vatandaşlarımızın tekerlekli sandalyelerinin girebilmesi için özel olarak tasarlanmış, düğmeyle açılan kapısı olan kocaman bir tuvalet. Görünce ağzım açık kaldı. Hamileyken göbek yarım metre önde gezdiğim zamanlarda trendeki tuvaletlere zor sığar, içeri türlü manevralarla kıvrak hareketlerle girer olmuştum. Keşke bu tuvaletlerin varlığını o zaman öğrenseydim :)

13 Ocak 2011 Perşembe

Gitti güzelim sinema

Eskişehir'de bir sinema salonu daha kaybettik. Sinema salonları alışveriş merkezlerindekilere kaptırdı izleyicileri. Önce çarşı içindeki bir tanesi kapandı, adını tam hatırlayamıyorum. Arı mıydı? Kocama sormam lazım, ben çıkaramadım. Tam Doktorlar caddesinin üzerindeydi, bir kez gitmiştik. Stepford Wives filmi oynuyordu, mısır berbattı, salon artık eskimişti. Sonuç olarak kapandı, yerine mağaza açıldı. Tam karşısına yapılan Kanatlı Alışveriş Merkezi'ndeki sinema salonlarının da kapanmasında rolü var elbet. Sonra yine aynı cadde üzerindeki Kılıçoğlu kapandı. Bina yıkılıp yerine birşeyler yapacaklar galiba. O da Espark'taki Cinebonus yüzünden kapandı sanıyorum. Oraya hiç gitmedim gerçi ama yıllar önce, çocukluğumdaki tatillerde Eskişehir'e gidip geldiğim zamanlardan beri bilirim o sinemayı. O da gitti.

Sonra Neo Alışveriş Merkezi'ndeki Cinebonus kapandı. Şehre nispeten uzak olması, ulaşımın Espark'a gidilmesi kadar kolay olmaması yüzünden müşterisi azdı. Daha tenha olduğu için kocamla oraya giderdik zaman zaman. Alışveriş Merkezi'nin yanlış politikasının da etkisi var sanıyorum. Sapa yerdeyse eğer servis sayısını artırmaları gerekmez miydi? Bir kez arabasız gittik oraya kocamla. Çok soğuk ve karlı bir gündü, arabayı çıkarmayalım dedik. Dönüşte servise binmek istediğimizde yaklaşık 2-2.5 saatte bir servis olduğunu gördük. Buraya arabasız gelmeyin demek istiyorlarsa anlarım ama eğer müşteri tutmak istiyorlarsa benzin parasını düşünmeyip yarım saatte bire indirselerdi belki şu anki gibi nispeten boş olup Outlet'e çevirmezlerdi.

Son kapanan sinema beni en çok üzen oldu: AFM Eskişehir. Şehirdeki yegane AFM sinemasıydı ve evimize en yakın olandı. Çok güzel anılarım vardı orada. Kocamla tanıştığımız toplantıya katılmak için gittiğim Eskişehir'de kaldığım Öğretmen Evi'nden dolaşmak için çıkıp sinemayı görüp çok mutlu olduğum ve Ankara'da bir türlü gidemediğim The Last Samurai'yı seyrettiğim sinemaydı o. Kocamla balayı dönüşünde gittiğimiz I Robot filminin son haftası olması nedeniyle salonu kapatmışız gibi filmi 2 kişi izlediğimiz sinemaydı. DaVinci Code, muhtelif Harry Potter'lar gibi filmleri gece 12 seansına izlemeye gidip, sonrasında eve yürüyerek dönerken vay canına, böyleymiş, şöyleymiş diye konuştuğumuz sinemaydı. Bebeklerim büyüyünce ellerinden tutup çocuk filmlerine götürmeyi planladığım sinemaydı. Artık böyle birşey olmayacak maalesef.

İlk önce duvardaki afiş panoları söküldü. Bir terslik olduğunu anladım ama internet sitesinde sinemanın adı halen yer aldığı için belki yenilemeyi planlıyorlardır diye avundum. Sonrasında içerideki panolar da gitti, gişedeki herşey söküldü. En son da sinemaya çıkılan merdivenlerin önüne kırmızı beyaz şerit gerip kapattılar. Sinemamı elimden aldılar. 5 salonun olduğu o koskoca alan atıl durumda şimdi. Eskişehir'deki hayatımda kendimi bildim bileli etrafımda olan, Migros'a alışverişe gittiğim zaman diyetim nedeniyle yiyemediğim ama mis gibi kokusunu içime çektiğim mısırları yapan sinema gitti artık. Çok üzüldüm çok.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Doktor mu olsaydım acaba?

Üniversite sınavına gireceğim zaman ne yazsak ne etsek derdine düşmüştük. Fen sınıfında değildiğim matematikteydim ama matematik, fizikten ziyade biyoloji ve kimyayı severdim. Bu durumda Tıpla başlayıp diğer fenle ilgili branşların yazılacağı kesinleşmişti ama içimde doktor olma gibi bir istek yoktu. Bazılarında çok erken yaşta gelişir bu düşünce-istek. Mesela ortaokudaki bir kız arkadaşım belki de anne ve babasının da doktor olmasının etkisiyle çocuk doktoru olacağını söylerdi, kimbilir belki de olmuştur, irtibatı kaybettik. Doktor olan pek çok arkadaşım da var ama bende bir gün olsun doktor olayım, hatta şu branşı seçeyim gibi bir istek olmadı. Zamanı geldiğinde puanlarına göre önce tıplar yazıldı, sonra diş hekimlikleri sonra eczacılıklar, gerisi neydi hatırlamıyorum. Sınava çok çalıştığımı söyleyemem açıkçası, çok çalışsam tıplardan birine girerdim kesin. Ama alerjim oluşmuştu tıbba karşı.

Ailem her Türk ailesinde olduğu gibi ailede bir doktor olsun istiyordu. Yaşlanınca bize bakarsın derledi. Şaka sanırdım ben bunu. Babam asker olduğu için askeri doktor olmamı da isterlerdi hatta. Askerliğin içinde büyümüş bir kız olarak subay olma fikri hoşuma gitse de saçlarımı sürekli toplama gerekliliği, mütemadiyen üniforma giyme, şark hizmeti vs. pek cazip gelmemişti, istemiyordum. Ne istediğimi de bilmiyordum aslında. Ayrıca doktorluğun neden bu kadar büyütüldüğünü de anlamamıştım, hastaneye gittik mi işlerimiz şak diye halloluyordu, ailede doktor olsa ne olurdu olmasa ne olurdu. Ama kazın ayağı öyle değilmiş.

O zamanlarda askeri hastaneler sivillere açılmamıştı daha. Sadece acil hastaları kabul ederlerdi. Öyle randevu sistemleri yoktu ama GATA'ya gittiğimiz zaman işlerimiz kısa sürede hallolurdu. Doktorlar dahil çalışan herkes gayet güzel işini yapardı, herkes birbirine saygılıydı. Nasıl olmasınlar ki, karşındaki herkes rütbeliydi o zaman, hasta yakınları da mutlaka bir subayın yakınlarıydı. İşler askeri disiplin içinde gayet güzel işlerdi. Sivillere açık olmayınca hasta sayısı da daha azdı tabii, röntgen vs için gelecek ay gel falan olmazdı. Tüm hastaneleri böyle sanırdım ben ne bileyim. Meğer değilmiş. Yıllar sonra askeri hastaneler sivillere de açılınca herşey değişti. Doktorlarda afra tafra başladı, saygısızlık, işini umursamama diz boyu oldu, kuyruklar uzadı, o işlerin tıkır tıkır yürüdüğü disiplinli hastane biraz laçkalaştı, bozuldu. Sonrasında gerek üniversite hastanelerini, gerek devlet hastanelerini gördükçe ailemin neden doktorlukta ısrar ettiğini anladım ama geç olmuştu. Üniversite sınavında kendimi hiç zorlamadım, üzmedim, eczacılığı kazanıp derslere girmeye başlayınca da çok sevdim mesleğimi, tekrar sınava girmeyi düşünmedim. Ama şu anki durumu gördükçe keşke diyorum doktor olsaymışım. Keşke ailem bana herşeyin benim gördüğüm, yaşadığım gibi güllük gülistanlık olmadığını iyice anlatsaymış, hatta elimden tutup bir devket hastanesine götürseymiş o zaman. O zaman hastaneye gidiyorsan mutlaka bir tanıdığının olması gerektiğini, doktor olursan eğer çalıştığın hastanenin tüm imkanlarının ayağına serildiğini, aileni rahatlıkla muayene ettirdiğini, olmayacak şeylerin oldurulabildiğini anlardım. Ah keşke böyle yapsalarmış.

Bugün, rapor almak için gittiğim hastanede bunu bir kez daha anladım. Paran yoksa normal bir hastanede nitelikli hizmet alman çok zor. Doktorlara bok atmıyorum kesinlikle, atılacak olanlar var gerçi ama kastettiğim şey hasta sayısı. 1-2 dakikalık muayene süreleriyle hastalıkların yakalanabilmesi bile büyük başarı. Bunları yaşadıkça, gördükçe anladım neden doktor olunmasının gerektiğini. Muayenehanelerin durumunu gördükçe daha da hayıflandım. Hekimlere mesai sonrasında muayenede çalışma izin verilirken neden benim de aynısını yapamadığımı görünce sinirlendim. Ben de 4'ten sonra gidip eczanemi açamaz mıydım? Neden olmasındı? Neyse, konumuz bu değil.

Maalesef hastanelerimizde hastabakıcı, hademe bile olsa mutlaka bir tanıdığın olması gerekiyor. Tanıdığın doktor olursa daha da iyi tabii ki. Üstelik doktorların değişik branşlarda pek çok doktor arkadaşı oluyor, gittikleri hemen her yerde bir tanıdık bulabiliyorlar, işler benim çocukluğumda olduğu gibi şak diye halloluyor.

Ben treni kaçırdım çoktan. Ama belki bebeklerimden birisi doktor olmayı seçer. İyice anlatacağım çocuklarıma tüm bunları, doktor olursanız yaşlanınca bize bakarsınız diyeceğim :)

8 Ocak 2011 Cumartesi

Hamilelikten kalanlar-2 ve burun tıkanıklığı

Dün yazmayı unutmuşum, hamilelikten bana kalan en büyük şey yatış şeklim oldu. Eskiden sol tarafıma yatmayıp sağa dönmeyi tercih eden ben artık mütemadiyen sol tarafa dönmüş halde yatıyorum. Hamileyken sola yatmayı önerirler ya (sağa yatınca şu damara baskı yapar, bebeklere kan gitmez, sırt üstü yatınca şöyle olur vs.), 9 ayın alışkanlığı, yatınca direkt olarak sola dönüyorum.

Şu anda aklıma gelen başka birşey de yok.

Gelelim burun tıkanıklığına. Geçenlerde bebeklerimin burun tıkanıklığı için soğuk buhar makinesi aldığımızdan bahsetmiştim. Kullanmaya başladıktan sonra etrafın çok feci toz olduğunu farkettik. Televizyonların üstü bembeyaz, imza atmalık, un gibi toz olmaya başladı. Hatta kocam bir gün bana "bir yerleri mi deldiniz ben yokken, inşaat tozu gibi bu" dedi. Ne olduğunu anlamadık önce ama sonra yine kocam buldu. Galiba buhar makinesi havadaki tozları aşağıya indiriyor. Böyle bir faydasının olması gayet hoşuma gitti ama bebeklerimin burun tıkanıklığı geçmedi. Manüel aspiratör vardı evde ama bir türlü kullanamamıştık. Uçları bebeklerin burnu için ya çok ince ya çok kalın ve en önemlisi de elle yapılan vakum burnu temizlemek için şu aşamada yeterli olmuyordu (belki biraz daha büyüyünce). Ben de Pratik Anne'nin blogunda gördüğüm Otribebe nazal aspiratör almaya karar verdim. Akşam kocam gelince hemen kullandık. Önce serum fizyolojik damlatıp tıkanıklığı yapan pislikleri yumuşattık sonra da hüüüpppp diye çekerek çıkardık. Çıkan pisliklere inanamadık. Çok faydalı bir ürünmüş doğrusu, üretenler sağolsun. Tek dezavantajı kullanılan uçlarının her kullanımda değiştirilmesinin gerekmesiymiş. Aletin içinden 3 tane uç çıkıyor. Her kullanımdan sonra atıp yenisi takın diyorlar. Bunu maalesef aleti alınca öğrendiğim için eczaneden yedek uç getirtmelerini isteyememiştim. Şimdilik idare edip sonra alırız diye düşünüyordum ama paketi açınca gerek kalmadığını gördüm. Hemen açıklayayım:

Uçlarda filtre olduğu yazıyordu. Özellikle bebekler büyüdükçe ya da hastalanıp burun akıntısı miktarı artınca pisliklerin, sıvıların hortuma kaçıp kontamine etmemesi için filtre koymuşlar. O yüzden her kullanımdan sonra değiştirmenizi istiyorlar. Ben bu filtreli sistemin sigaraların ucuna takılan, katranı bir miktar süzmeye çalışan ağızlıklardaki gibi birşey olduğunu sanmıştım. Meğer bildiğin süngermiş. Plastik ucun hortuma bağlandığı yerde bulunan ve çok kolaylıkla çıkarılabilen ve tekrar takılabilen yuvarlak kesilmiş bir sünger parçası. İster sünger al kes koy, ister kirlenince bunları yıka. Zaten bebeklerimin burun delikleri minicik, oradan çıkan pislik-sıvı sünger kısmına ulaşamadı bile. Biz de süngeri çıkarıp plastik ucu yıkadık, tekrar kullanacağız. Bu vesileyle üretici-dağıtıcı firmalardan özür dilerim, yedek uçlarınızı şimdilik almayacağım. Ama çok faydalı bir ürün yapmışsınız, sağolun :)

7 Ocak 2011 Cuma

Hamilelikten kalanlar

Hamilelik sonrasında ne oldu ne bitti yazdım ama bendeki değişikliklerden veya oluşumlardan fazla bahsetmedim sanırım. Çok fazla şey yok aslında ama yazayım dedim yine de.

- Shrek'e benzettiğim ayaklarımın hastanede yatarken inmeye başladığından bahsetmiştim. Ellerimin inmesi biraz daha uzun sürdü. Hatta sizlere başparmaklarımı tam kullanamadığımdan, ağrıdıklarından bahsetmiştim. O ağrı hala devam ediyor ve özellikle sol başparmağımı artık geriye doğru tam açamamaya başladım. Danıştığımız bir ortopedist hamilelikteki ödem toplanması nedeniyle sinirlerde sıkışma olduğunu, normal olduğunu söyledi. 3 ay bitince de geçmezse göreyim dedi. Bakalım geçecek mi?

- Tırnaklarımın kısa olmasına iyice alıştım. Yere düşen bozuk paraları alamıyorum, o ayrı mesele. Ne de olsa yılların uzun tırnak alışkanlığı var, buna da alışacağım. Ancak bende "kısa tırnak kısa kalsın" alışkanlığı başladı. Tırnaklar biraz uzamaya başlayıp uç kısımlarındaki beyazlar görülmeye başladı mı gıcık olup kesiyorum. Kocam "yine mi tırnaklarını kestin" diyerek (içinden manyak diye ekleme de yapıyordur herhalde) bana garip garip bakıyor.

- Bir diğer değişiklik de oje sürmemeye alışmış olmam. Hamileliğim sırasında kokusuna dayanamadığım için sürmüyordum, ama ayaklarıma sürmek çok rahatsız etmediğinden (burna uzaklar tabii) ancak ben ayaklarıma ulaşamadığım için sağolsun kocam sürüyordu. Yazın ojesiz ayaklarla açık ayakkabı, terlik giymekten hiç hoşlanmıyorum da. Ellerime dediğim gibi hala sürmedim. Aslında bir ara sürüp kısa tırnakta nasıl duracaklarını görmek istiyorum ama ya aklıma geldiğinde fırsatım olmuyor, ya da üşenip boşveriyorum. Eskisi gibi oje sür, kururken bozulursa tekrarla, rengi beğenmedin sil, kıyafete uymadı değiştir vs. için fazla vaktim yok. Bir ara denemeli ama önce tırnaklarımı keseyim yine :)

- Herkes doğumdan sonra bebeklerin karnındaki kıpırtılarını özleyeceksin demişti. Bana böyle birşey olmadı. Çocukların yerleri dar olduğu için aşırı tekme falan yemedim, belki onun etkisidir. Ama şu var, eskiden elimi karnıma koyar bebeklerim diye sever konuşurdum. Şimdi ise hala hafif şiş olan karnıma elimi koyduğumda altta yağların olduğunu biliyorum, hiç de hoşuma gitmiyor. Artık yavaş yavaş hareketlere başlasam iyi olacak galiba. Yine de ikiz doğuma göre gayet makul bir karnım var (ya da bana öyle geliyor) :)

- Hamilelikte saçlar güzelleşir ama doğum sonrası dökülür de demişlerdi. Hatta araştırmıştım, hamilelikte anafaz devresi uzuyormuş da o yüzden dökülmeden kalma süresi uzuyormuş, sonrasında dökülme başlıyormuş. Ne zaman başlayacak bilmiyorum, hatta hiç başlamasın istiyorum. Gür saçlı bir arkadaşım "doğumdan sonra saçlarım çok döküldü, böyle değillerdi" dediğinde bir onun gür, kalın telli saçlarına bir de kendimin o kadar gür olmasa da gayet iyi olan fakat ince telli saçlarıma bakmıştım. Şimdilik dökülmediler, mümkünse dökülmesinler.

- Sulu gözlülük, aynen devam. Hatta artık daha da arttı. Televizyonda bebekli, çocuklu birşey görünce gözlerim akmaya başlıyor. Hele bebeklere yapılan eziyetleri görünce, ay ay ay, hiç aklıma getirmeyeyim.

Gidip tırnak keseyim, koskoca 4 gün olmuş kesmeyeli :)

4 Ocak 2011 Salı

İznim bitti

Zaman ne çabuk geçiyor. Bebeklerim doğalı neredeyse 2 ay olacak. Bu aynı zamanda iznimin de bitmiş olduğu anlamına geliyor maalesef.

İkiz beklediğim ve doktorum bebeklerimin iyiliği için doğum öncesi iznimi tam kullanmamı istediği için (yine de 1 haftasında fakültedeki işlerimi toparlamıştım) hamileliği sorunsuz geçen diğer tüm hamilelerin yaptığı gibi son 3 haftaya kadar çalışıp 5 haftamı (benim durumumda 7 hafta) doğum sonrasına aktaramayınca 8 haftalık doğum sonrası iznim bitiverdi. Bugün fakültede olmam gerekiyordu mesela ama rapor alıp bir süre daha bebeklerimin yanında kalmayı seçtim.

Tüm çalışma hayatım boyunca nadiren rapor aldım ben. 94'ten bu yana hesaplarsak toplamda 1 ayı birkaç gün anca geçmiştir, çoğunluğunu da düşük sonrası aldığım rapor oluşturur. Evliliğim boyunca da evimde, kocamın yanında olmak için rapor almadım ama bu sefer almam lazım. Bebeklerim o kadar küçük, o kadar anneye muhtaçlar ki, ayrılamam yanlarından. Ayrıca ayrılmak da istemiyorum.

Yapacağım şey yine herkesin yaptığı gibi alabildiğim kadar raporla idare etmek olacak. Sonrasında yıllık izinlerimi devreye sokacağım, en son olarak da ücretsiz izin almaya çalışacağım.
Bu kadar uğraşmak niye, direkt olarak al iznini rahat rahat otur evinde diyebilirsiniz. Almanya'da falan çalışıyor olsaydık aynen böyle yapardım emin olun ama ülkemizin şartları malum. Çocuk yardımının aylık 20 TL olduğu, fiyatların sürekli arttığı bir ülkede, ikiz bebeklerimle 1 yıl boyunca tek maaşla nasıl geçinebileceğimi söylerseniz hemen alayım iznimi. Ama şartlar malum, beni buna şartlar mecbur ediyor.

Doğum sonrası ücretli iznin 8 hafta olması çok az. 2 aylık bebeğini bakıcıya, annesine bırakıp işe gitmek zorunda olan bir sürü kadın var. Bebeklere bir şekilde bakılır elbet ama annenin ilgisine, sevgisine muhtaç olan yavrular ne yapacak? Bu kadar küçükken sadece akşamları görmek yetecek mi? Yetmesi mümkün değil. Ücretsiz izin 1 yıl olabilir, bu süre sonunda bebekler oldukça toparlamış olur ama karşılayabilen var karşılayamayan var. Bir de 24 aya çıkarılma düşüncesi var bu aralar, yapabiliyorlarsa 12 ayını ücretli yapsınlar bunun, gerisi ücretsiz olsun. Bunu yapabiliyorsanız çıkartın 24 aya. Çiftlere 3 çocuk yapmalarını önermek kolay, layığıyla bakabilmek için gerekli şartları da sağlayıverin bir zahmet. Bebekleri annelerinden ayırmayın olabildiğince, "maaşını buyur al, üstüne her ay şu kadar da ekstra para vereyim, ne de olsa masraflarınız artmıştır" deyin mesela. Hiçbirimiz karun değiliz 24 ay tek maaşla aile geçindirmeye çalışalım. O yüzden rapor alacağım arkadaş, kimse kusuruma bakmasın.

Coştum akşam akşam, neyse, bir süre daha bebeklerimle birlikteyim kısacası.