
30 Haziran 2008 Pazartesi
Sinameki

kurabiye
Dünkü Milliyet gazetesini ancak bu sabah yolda gelirken okuyabildim. Haberlerden biri Amerika'daki first lady adaylarının verdikleri kurabiye tarifleriyle ilgiliydi. Meğer her yıl adaylar belli olduktan sonra bir dergi (adını unuttum şu anda) first lady adaylarından kurabiye tarifi yayınlarmış. Okurlar tarifi dener ve en beğendikleri kurabiyenin hangisini olduğunu bildirirlermiş. Ve ilginçtir ki her sene kimin kurabiyesi beğenilirse onun eşi Başkan seçilirmiş. Yazıda diyordu ki: "Hillary Clinton 2 kez tarif yarışını kazanmıştı, eğer o aday olsaydı acaba Bill Clinton kurabiye tarifi verecek miydi?" Şu anki kurabiye yarışını önde götüren Michelle Obama imiş. Bakalım Obama seçilecek mi? Haberden sonra aklıma hemen Sevgili İlkay'ın kurabiyesi aklıma geldi. İleride politikada kariyer düşünürse eşin oyum sana bilesin :)
28 Haziran 2008 Cumartesi
Işık huzmeleri



26 Haziran 2008 Perşembe
Sürpriz
Kocamın sürprizlerini yazınca sanmayın ki ben hiç sürpriz yapmadım. Benim tek hatam ağzımdan bir kere bir sürprizimin olduğunu kaçırmak. Aslında tam olarak benim hatam sayılmaz, o da çok ısrar ediyor, ısrar ısrar nereye kadar, gücüm tükeniyor ve ağzımdaki baklayı çıkarıveriyorum. Öyle bir ısrar ediyor ki bana yapacak başka birşey kalmıyor. O sürprizden bahsettiğinde ise ben, meraktan içim içimi yese de, detay sormuyorum. Yani burada makul olan benim davranışım. Karşımdakine sürpriz yapabilme imkanını veriyorum.
İlk defa adam gibi bir sürprizi geçen sene kocam askerdeyken yapabilmiştim. Askerde olduğu için ağzımdaki baklayı görebilme ve çıkarttırabilme fırsatı olmamıştı. Evlilik yıldönümümüz kocamın 3 aylık temel eğitiminden sonra dışarıya çıkabilmeye başladıkları zamana denk geliyordu. Bunun öncesinde askerliği Polatlı'da yaptığı için her haftasonu gidip onu görebilme imkanım oluyordu. İlk dışarı çıkacakları haftasonunu hiç unutamam. Bahçedeki bekleme yerinde gelmesini beklerken nizamiye kapısında gruplar halinde sıralandıklarını gördüm. İlk gruba çıkış izni verdiklerinde o üniversite mezunu gençlerin, hatta aralarındaki kocam gibi doktora sonrası askere giden koca koca adamların depar atarcasına çıkışa doğru koşması görülmeye değerdi. Olimpiyatlarda olsalar rahat 100 m rekorunu kırmışlardı. Benimki tabii ki yaşının verdiği vakurla sakin sakin yürüyerek yanıma gelmişti. Ama o görüntü hala aklımdadır. Hatta o hafta içi Penguen dergisinde benzer bir karikatür yayınlanmıştı da yok artık demiştim, meğer aynen öyleymiş. Neyse, geleyim sürprize. O yılki evlilik yıldönümümüzde kocamın dışarı çıkıp bana gönlünce bir hediye seçme veya internetten araştırma yapıp sipariş verme imkanı yoktu. Bu yüzden o yılı hediyesiz geçirmeye karar vermiştik. Ama daha önce dediğim gibi, ben özel günleri kutlamadan yapamam. Sembolik bile olsa mutlaka bir hediye almalıyım veya vermeliyim. O yüzden bir ay kadar önce internette dolanırken bir reklama denk gelince çok mutlu olmuştum. Cam hediye diye bir sitenin reklamıydı. Cama lazerle resim, logo işleyen bir firmanın reklamıydı. Artık bayağı yaygınlaştı, alışveriş merkezlerinde bile bu işi yapan değişik firmaların köşelerini görmeye başladım. Benim ve kocamın birbirimizin en sevdiğimiz vesikalıklarını bilgisayarda taradım ve anahtarlık hazırlamaları için firmaya gönderdim. 1 hafta içinde anahtarlıklarım elime geçti. Çok güzel görünen değişik, pahalı olmayan ama manevi değeri yüksek bir hediye oldu. Evlilik yıldönümü civarında (haftasonuna denk gelmedi maalesef) hediyeleri ortaya çıkardım. Önce nasıl kızdı bana anlatamam. Sadece ona hediye aldığımı sanmış meğerse ve bana birşey alamadığı için de kendini çok kötü hissetmiş. Bana vermesi için onun adına da bir hediye hazırlattığımı öğrenince çok şaşırmış ve sevinmişti. Hediye pakedini açınca daha da şaşırdı çünkü paketleri karıştırmışım, onunkinin içinden kendi resmini taşıyan anahtarlık çıktı. Sonuç olarak küçük ama anlamlı bir hediye ve değişik bir evlilik yıldönümü kutlaması oldu bizim için. Ben de sürpriz yapabiliyormuşum yani imkan verildiğinde :)
İlk defa adam gibi bir sürprizi geçen sene kocam askerdeyken yapabilmiştim. Askerde olduğu için ağzımdaki baklayı görebilme ve çıkarttırabilme fırsatı olmamıştı. Evlilik yıldönümümüz kocamın 3 aylık temel eğitiminden sonra dışarıya çıkabilmeye başladıkları zamana denk geliyordu. Bunun öncesinde askerliği Polatlı'da yaptığı için her haftasonu gidip onu görebilme imkanım oluyordu. İlk dışarı çıkacakları haftasonunu hiç unutamam. Bahçedeki bekleme yerinde gelmesini beklerken nizamiye kapısında gruplar halinde sıralandıklarını gördüm. İlk gruba çıkış izni verdiklerinde o üniversite mezunu gençlerin, hatta aralarındaki kocam gibi doktora sonrası askere giden koca koca adamların depar atarcasına çıkışa doğru koşması görülmeye değerdi. Olimpiyatlarda olsalar rahat 100 m rekorunu kırmışlardı. Benimki tabii ki yaşının verdiği vakurla sakin sakin yürüyerek yanıma gelmişti. Ama o görüntü hala aklımdadır. Hatta o hafta içi Penguen dergisinde benzer bir karikatür yayınlanmıştı da yok artık demiştim, meğer aynen öyleymiş. Neyse, geleyim sürprize. O yılki evlilik yıldönümümüzde kocamın dışarı çıkıp bana gönlünce bir hediye seçme veya internetten araştırma yapıp sipariş verme imkanı yoktu. Bu yüzden o yılı hediyesiz geçirmeye karar vermiştik. Ama daha önce dediğim gibi, ben özel günleri kutlamadan yapamam. Sembolik bile olsa mutlaka bir hediye almalıyım veya vermeliyim. O yüzden bir ay kadar önce internette dolanırken bir reklama denk gelince çok mutlu olmuştum. Cam hediye diye bir sitenin reklamıydı. Cama lazerle resim, logo işleyen bir firmanın reklamıydı. Artık bayağı yaygınlaştı, alışveriş merkezlerinde bile bu işi yapan değişik firmaların köşelerini görmeye başladım. Benim ve kocamın birbirimizin en sevdiğimiz vesikalıklarını bilgisayarda taradım ve anahtarlık hazırlamaları için firmaya gönderdim. 1 hafta içinde anahtarlıklarım elime geçti. Çok güzel görünen değişik, pahalı olmayan ama manevi değeri yüksek bir hediye oldu. Evlilik yıldönümü civarında (haftasonuna denk gelmedi maalesef) hediyeleri ortaya çıkardım. Önce nasıl kızdı bana anlatamam. Sadece ona hediye aldığımı sanmış meğerse ve bana birşey alamadığı için de kendini çok kötü hissetmiş. Bana vermesi için onun adına da bir hediye hazırlattığımı öğrenince çok şaşırmış ve sevinmişti. Hediye pakedini açınca daha da şaşırdı çünkü paketleri karıştırmışım, onunkinin içinden kendi resmini taşıyan anahtarlık çıktı. Sonuç olarak küçük ama anlamlı bir hediye ve değişik bir evlilik yıldönümü kutlaması oldu bizim için. Ben de sürpriz yapabiliyormuşum yani imkan verildiğinde :)
25 Haziran 2008 Çarşamba
Atakule'de güzel bir yemek


Kısa bir İstanbul gezisi


Cumartesi gününü çalışarak geçirdik, normalde pazar günü öğleden sonra işleri tamamlayıp İlkay'ları ziyarete gidecektik ancak pazar günü öğleye doğru Ankara'ya dönmemiz gerektiği için planları biraz değiştirmek zorunda kaldık. İlkay ve Şenol çok kibarlar (cumartesi akşamı için başka planları var mıydı bilmiyorum, umarım yoktur ve bozmamışızdır), hemen planlarını bize göre ayarlayıp bir de üstüne güzel bir yemek hazırlamışlar sağolsunlar. Detaylar az sonra.
Bahçe her gidişimde daha da güzelleşiyor sanki. Bunda dinamik bir bahçe olmasının etkisi büyük. Zaten botanik bahçelerinin misyonu bu, farklı dönemlerde farklı bitkileri halka tanıtabilmeliler. Arkadaşlar bahçedeki bitkileri büyütmek, geliştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Limonluk'ta (sera) çimlendirme, aşılama faaliyetlerinde bulunuyorlar. Başarıyla çimlendirilen bitkiler de bahçede ilgili bölümlere dikiliyor. Bu faaliyetleri hakkındaki detayları zaman zaman NGBB'nin yayını olan Bağbahçe dergisinde bulmak mümkün. Burası biraz reklama giriyor galiba ama yine de yazayım. Dergi 2 ayda bir çıkıyor. Abonelik ücreti 18 YTL ve direkt kapınıza geliyor, ekstra bir kargo veya ulaşım ücreti vermiyorsunuz. Bitkilerle ilgileniyorsanız okumanızı tavsiye ederim. Özellikle İstanbul'da oturanlar bahçenin faaliyetleri hakkında bilgi de alabilirler. http://www.ngbb.gen.tr/bagbahce/
Bahçeye en son Şubat ayında gelmiştim. Havalar soğuk olduğu için ziyaretçi sayısı bu kadar fazla değildi. Bu haftasonu ise nasıl kalabalıktı anlatamam. Gelenlerin çoğunun amacı piknik yapmak. Böyle nezih ve temiz bir ortamı ben de kaçırmak istemezdim doğrusu. Mangal yapmadığınız, kendiniz sandalye, masa veya şemsiye getirmediğiniz sürece rahatlıkla pikniğinizi yapabilirsiniz. Eh, 1-2 bitkiye bakıp da adını öğrenip hakkındaki bilgileri okursanız bu da bizim kazancımız olacaktır. Pazar günü daha da kalabalıktı, hatta idare binasındaki masalara bile göz koyanlar oldu. ÖSS bitip yazlıklara gidildiği için eskisi kadar kalabalık olmadığını söylediler ama biz 12'ye doğru çıkarken ana giriş kapısında araç kuyruğu vardı, gözlerime inanamadım.

Gelelim cumartesi akşamına. İşim biraz geç bittiği için maalesef geciktik, bir de üstüne adres arayınca gecikme biraz da arttı. Elimiz boş gitmeyelim, pasta alalım diye bir yerde taksiden indik. Şoför gideceğimiz yerin yakın olduğunu söylemişti ancak herhalde yanlış tarif etti, hemen şuradaymış, yürüyelim derken kan ter içinde kaldık. Pasta aldığımız yer (adını unuttum ama Divan Pastanesi'nin bir koluymuş galiba) o gün için kampanya yapmış, 1 pasta alana 1 tane daha veriyorlarmış. Almayalım bize bu yeter dedik ama zorla verdiler. Arkadaşlarımın kısmeti, evleri bereket bolluk içinde olsun her zaman. Ellerimizde pastalar, dediğim gibi kan ter içinde biraz yanlış yollara saparak nihayet evi bulduk. 1 saat gecikerek feci halde mahcup olduk ama hazırladıkları muhteşem masayı görünce hemen unutup yiyeceklere yumulduk. Geç haber verdiğimiz için elmalı kurabiye yapamamış İlkay ama diğer şeyleri hangi arada derede hazırlamış anlamadım. Dereotlu, reyhanlı (fesleğen), taze soğanlı kuskus mu, tabağımda yatan harikulade pişmiş balık mı, roka, tere gibi ıtırlı otları sevmememe rağmen bayılarak yediğim salatayı mı, hangi birini anlatayım. Hepsi nefisti. Güzel sohbetleri de cabası. Tatlı kızlarını da nihayet görebildim. Uzakta olmanın dezavantajları işte. Bir türlü İstanbul'a gidip ziyaret edemedim, onlar Ankara'ya geldiklerinde de hep Eskişehir'deydim. Kısmet geçen haftasonunaymış ne yapalım. Yemek sırasında bir ara havai fişek atılmaya başlandı, canım arkadaşlarım herşeyi düşünmüşler bizim için. Yemek sonrasında maç eşliğinde çay içip pastalardan birini yemeye geçtik. Kalmamız için çok ısrar ettiler sağolsunlar ve ben bir dahaki sefere dediğim için çok kızdılar. Ama zaten çok geç gelebildiğim için mahcuptum, daha önce gelmiş olsam tamam ama iş gereği gidip pansiyonda kalır gibi kalmayı da istemedim. Ne bileyim cinslik belki de ama İlkay'ın blogunda yazdığı İstanbul turunda aklım kaldı, ben de ondan istiyorum. O yüzden iş güç olmadan sadece onlar için gelmeye söz verdik. Eee, aradan geçen kaç yıl var, sohbete ancak haftasonu yeter. Aklım hala o kuskusta kaldı bu arada ki kuskus yemekten hiç hoşlanmam, ısıramazsın edemezsin, dişinin kenarından mutlaka kayar ama o kuskus harikaydı, utanmasam daha da yiyecektim. Ellerine sağlık İlkaycığım, yeni tariflerini hasretle bekliyorum bu arada :)
Pazar günü tekrar yollara düşerek Ankara'ya döndük. Eşim çok kızacak okuyunca ama yazmak zorundayım: İnsanoğlu kuş misali :)
17 Haziran 2008 Salı
ıhlamurlar altında



15 Haziran 2008 Pazar
teknoloji
Cem Yılmaz'ın görüntülü telefonun reklamını görünce aklıma neler geldi. Yıllar önce biz daha çocukken yayınlanan Jetgiller (Jetsons) çizgi filmi vardı da ilk orada görmüştük bu teknolojiyi. O zaman sadece hayaldi tabii ki. Şu anda çok az insan başvuruda bulunabildi sanıyorum ama birkaç yıl içinde evlerimizin ayrılmaz bir parçası olacağına eminim. Cep telefonlarıyla da böyle olmadı mı? Ya da dial up-sonradan adsl- internet bağlantısıyla? Şundan en fazla 10 sene önce Kızılay'da yürürken takoz gibi ve upuzun antenli cep telefonlarıyla konuşan tek tük adamlar görürdüm. Hava attıklarını düşünerek etrafa bakınmayı da ihmal etmezlerdi. Şimdiyse çantamızda, cebimizde birden fazla cep telefonu taşıyoruz, çift sim kartlıları kullanıyoruz.
Yıllar önce, sanırım ortaokuldayken (20-25 yıl arası bir süre oluyor, tam detay vermeyeyim :P ) evlerimizde telefon yoktu. Sıraya girer yıllarca sıramızın gelmesini beklerdik. O zamanlarda uzun yıllar boyunca Amerika'da yaşamış olan (halen de oradalar) aile dostlarımız bir akşam bizi ziyarete gelmişti. Televizyonda bir film seyrediyorduk, muhtemelen o da o zamanlar için yegane kanal olan TRT 1'de gyayınlanıyordu. Amerika'da geçen filmin bir yerinde başrol oyuncusu kadının arabası akşam saatlerinde yolda bozuluyordu. O da biraz yürüyüp yakında bir ev buluyor (ancak olay şehirde falan geçmiyor, olsa olsa olsa bir kasaba yakınında) ve diyordu ki "Arabam yolda kaldı, acaba telefonunuzu kullanabilir miyim?" Saf saf şunu sormuştum dün gibi hatırlarım: "İyi de o evde telefon olup olmadığını nerden biliyor ki?" Tanıdığımız olan amca da demişti ki: "Amerika'da her evde telefon vardır." Ağzım açık kalmıştı, nasıl olur böyle bir şey diye düşünmüştüm. Şimdiyse cep telefonumuzu almadan evden çıkınca ne yapacağımızı bilemiyoruz, kolumuz kanadımız kırılıyor. Nerden nereye...
Yıllar önce, sanırım ortaokuldayken (20-25 yıl arası bir süre oluyor, tam detay vermeyeyim :P ) evlerimizde telefon yoktu. Sıraya girer yıllarca sıramızın gelmesini beklerdik. O zamanlarda uzun yıllar boyunca Amerika'da yaşamış olan (halen de oradalar) aile dostlarımız bir akşam bizi ziyarete gelmişti. Televizyonda bir film seyrediyorduk, muhtemelen o da o zamanlar için yegane kanal olan TRT 1'de gyayınlanıyordu. Amerika'da geçen filmin bir yerinde başrol oyuncusu kadının arabası akşam saatlerinde yolda bozuluyordu. O da biraz yürüyüp yakında bir ev buluyor (ancak olay şehirde falan geçmiyor, olsa olsa olsa bir kasaba yakınında) ve diyordu ki "Arabam yolda kaldı, acaba telefonunuzu kullanabilir miyim?" Saf saf şunu sormuştum dün gibi hatırlarım: "İyi de o evde telefon olup olmadığını nerden biliyor ki?" Tanıdığımız olan amca da demişti ki: "Amerika'da her evde telefon vardır." Ağzım açık kalmıştı, nasıl olur böyle bir şey diye düşünmüştüm. Şimdiyse cep telefonumuzu almadan evden çıkınca ne yapacağımızı bilemiyoruz, kolumuz kanadımız kırılıyor. Nerden nereye...
11 Haziran 2008 Çarşamba
NGBB


Benim dediklerimle yetinmeyin, şu adresten bahçenin kendi sitesine de bakın:
http://www.ngbb.gen.tr/
9 Haziran 2008 Pazartesi
Ankara'da sevdiğim yerler
Ankara'nın en sevdiğim caddelerinden biri Turgut Reis cadddesidir. Maltepe'ye (Yani Gazi Mustafa Kemal Bulvarı) paralel olarak eski Maltepe pazarına kadar uzanır. Sağlı sollu büyük ağaçlarla dolu, yemyeşil bir caddedir. Belli bir yerinden sonra yine Maltepe Pazarı'na kadar kocaman bir parkı olması da cabası. Eskiden o parktaki minik havuzlarda ördekler yüzerdi, çimlerin üzerinde dolanırdı. Uzun bir süredir yoklar. Çoluk çocuğun hayvanat bahçesine gitmeden ördek görmesi için bir tek Kuğulu Park kaldı elimizde, o da az kalsın elimizden alınıyordu, zor kurtuldu. Turgut Reis Caddesi trafiğin Maltepe'deki kadar olmamasıyla da sakin, huzurlu bir caddedir. Tandoğan'dan Kızılay'a giderken eğer yürüyecek vaktim varsa mutlaka o güzergahı tercih ederim. Geçen hafta yine oradan yürüyerek geçtim. Eski Maltepe pazarının yerine yapılan alışeriş merkezi inşaatına da baktım. Hemen hemen bitmiş gibi. Yeşil alanlar için de bayağı yer bırakmışlar, bakalım tamamlanınca nasıl olacak. Oradan yine ara sokaklardan önce Necatibey Caddesi'ne, oradan da Kumrular Sokak'a çıktım. Kumrular ayrıca sevdiğim bir sokaktır. Kalabalıktır, heryere araba park etmiştir ama sanıyorum Ankara'nın en yaşlı Çınar ağaçları oradaki kaldırımlardadır. Başınızı yukarıya kaldırıp dalların en son ulaştığı noktayı görmeye çalışmak beyhude bir uğraş, dalların heybeti ve bir nevi sonsuzluğu içinde kaybediyor insan kendini. En kısa zamanda tekrar oradalardan geçmeli ve bu sefer fotoğraflamalı...
7 Haziran 2008 Cumartesi
yaşgünüm
Derler ya, çocuğunun tahtını yaparsın ama bahtını yapamazsın diye. Yaşadığım geç yaşgünü kutlamasından sonra aklıma bu geldi. Ne kadar da doğru bir laf. Ve bu baht kısmının da büyük bir bölümünü bence eş seçimi oluşturuyor. Hayatını paylaşacak doğru kişiyi bulmak (ve ilk seferde bulabilmek) piyango ve sayısal loto kazanmaktan daha zor aslında, olasılık hesaplarını hiç sevmemiştim lisedeyken o yüzden hesabı siz yapın. Doğru eş hayatı sizin için güzelleştirir, yanlışı ise çekilmez kılar. Aynı evde, aynı anne babanın verdiği eğitimle yaşadığınız kardeşinize bile zaman zaman tahammül edemezken tamamen farklı bir ortamda, farklı bir ailede yetişmiş biriyle ortak müştereklerde buluşabilmek en büyük piyango olsa gerek. Özellikle ilk zamanların alevli aşkı sona ermeye başladığında (ki benim için hala devam ediyor, umarım eşim de aynı şeyi hissediyordur) anlaşabilen bir çift olmak, birbirini düşünmek, birbirine ilgi göstermek, özel olduğunu hissettirmek mutlu bir evliliğin altın kuralı. Bunlar olduğunda zaten aşk alevi hiç bitmiyor, mangaldaki korlaşmış kömürler gibi için için yanmaya devam ediyor, hafif bir rüzgarla kıpkırmızı, yanına konan herhangi bir şeyi hemen tutuşturucu...
Nerden mi aklıma geldi bütün bunlar ve başlıkla ne ilgisi mi var? Dün gece eşimle birlikte geç yaşgünü kutlaması yaptık. Hafta içi ayrı olduğumuz için yaşgünlerimizi yıllardır yaşgünü haftası etkinlikleri şeklinde kutluyoruz. Özellikle de benimkileri. Yaşgünü benim için en kutlamaya değer günlerden biri. O yüzden çok özen gösteririm. Sadece eşimin, kendimin değil, annemin babamın, (x2), ağbimin, ablamın... Pasta olmadan da asla kutlamam. Tabii ayrıca mumlar da olacak ve maytaplar. Mutlaka mum üflenip dilek dilenecek veya dilenip de olanlar için şükredilip yenisi dilenecek. Eşim (aman nazar değmesin) de yaşgünlerini önemser. Özellikle benimkini kutlarken sürprizler yapmaya bayılır. Gece saat 12'yi 1 geçe mutlaka cep telefonuma mesaj atar, onun yüzünden 4 yıldır yaşgünümün ilk dakikasını ağlayarak geçiriyorum. Bununla da kalmaz sürprizler yapar durur. İlk kutlamamızda Eskişehir'deydik, akşam annemleri ziyarete gidecektik. Ve ortada kutlamaya dair herhangi bir şey yoktu. Ben herhalde kutlamaya yapmayacağız sağlık olsun derken beni bir bahaneyle çarşıya indirip çok sevdiğimiz bir İtalyan restoranı olan Sempre'ye yemeğe götürmüştü, meğer önceden rezervasyon yaptırıp herşeyi ayarlamış. Garson yemeği getirdiğinde ben ağlıyordum, ağlamam geçince yüzümdeki salak, mütebessüm ifade hiç geçmedi.
Bir sonraki yılı ikimiz de bir türlü hatırlayamadık, evde kutlamış olabiliriz ama geçen sene benim için yine çok güzeldi. Bu sefer Ankara'daydık ve Piano diye bir restoran-bar'a gitmek üzere rezervasyon yaptırmıştık. Daha önce gidip çok beğendiğimiz bir yerdi, çalışanlar kibar, yemekler harika, bazı geceler farklı temalarda canlı müzik... Nezih bir ortam anlayacağınız. İnternet sitelerine girmemem konusunda söz almıştı benden, ben de cidden hiç bakmamıştım. Akşam yemeğe gittiğimizde bir de baktım ki asansörde Grup Gündoğarken'in afişi. Meğer o gece onlar çalıyorlarmış. Güzel bir yemek, güzel bir şarap ve romantik şarkılar. Ben yine mutluluk içinde yüzerken müşteri ilişkileriyle ilgilenen tatlı kız kocaman bir buket getirmez mi... Eşim herşeyi düşünmüş. Bir süre çiçeklerin arkasına saklanarak ağladım tabii ki. Daha önce kaç kez "yemeğe gideceğiz, hediye bekleme" demişti bana ama istediğim bir kitap ve 2-3 dvd'den oluşan bir hediye paketi görünce yine ağlamaya başladım. Çok sulu bir yaşgünüydü benim için.
Dün gece de geç yaşgünü kutlaması için yemeğe gideceğimiz talimatını aldım. Ama geçen seneler gibi sürpriz beklememem gerektiğini, bu sefer yapamayacağını da ekledi. Olsun dedim ama ağzından zorla laf alarak Sempre'nin bahçe kısmında rezervasyon yaptırdığını öğrendim. (Meğer daha neler varmış da ben nereye gideceğimizi öğrendim diye kendimce seviniyormuşum). Süslendik püslendik, giyindik kuşandık akşam yemeğe gittik. Bahçe kısmındaki yeri pek beğenmedik, zaten hava da kapalı olunca içeri girmeye karar verdik, iyi ki öyle yapmışız, biz içeri girdikten sonra yağmur başladı. Güzel bir yemek, nefis bir şarap, kahve derken eşim yakında Shakespeare's diye bir yer var (Haller Gençlik Merkezi'nin orada, geceleri ışıl ışıl olur, bayılırım) oraya gidecim birşeyler içeriz dedi. Eve de oradan gideriz dedi. Ben hemen gözlerim ışıldayarak yoksa faytona mı bineceğiz diye sordum". Tam oranın önünde birkaç fayton durur, aklıma hemen onlar geldi. Meğer sürpriz buymuş, eşim biraz bozuldu tabii hemen bulduğum için. Kahvelerimizi bitirip yürümeye başladık. Gideceğimiz yeri biraz anlatmam lazım. Haller Gençlik Merkezi'nin hemen önünden tren yolu geçer. Biz tren yolunun arkasındayız, Shakepeare's karşı tarafta ve o sırada tren geçiyor, bariyer kapalı. Hemen sol tarafımızda da İbis Otel var. Karşıya geçmeden önce madem faytona bineceğiz, İbis oteli'de merak ediyoruz, bar kımında birşeyler içelim dedim. İbis Otel ilginç bir otel. Dünya çapındaki Accor Otellerinin bir üyesi, 2007'de açıldı. Otelin en önemli özelliği eskiden Silo olmasıydı. Bildiğiniz, içinde buğday saklanan silo. Ne zamandır kullanılmıyordu, yıpranmaya başlamıştı. Silo halini de bildiğimiz için otele dönüştürülmesi bizi çok şaşırtmıştı. O yüzden görmek isterdim hep. Eşim de benim bu isteğimi bildiği için hemen kabul etti, otele doğru yürümeye başladık. Bar kısmı aşağıdadır, trenle gelip giderken hep görürdüm, o yüzden "barın manzarası iyi değil, 6. katta 606 numara'lı odadan bakalım manzaraya deyince ağzım açık kaldı. Meğer günler öncesinden rezervasyon yaptırmış, hatta 2 gün önce gelip parasını ödemiş, son hazırlıklarını yapmış bile. Ben hala şaşkınlık içindeyken odamıza çıktık, daha ağzımı kapamaya fırsat bulamadan yatağın üzerinde kırmızı-beyaz güllerden oluşan koca bir buket görünce ağzım bir daha hiç kapanmamak üzere açıldı. Hiç bu kadar şaşırdığımı ve mutlu olduğumu zhatırlamıyorum. Özellikle silodan dönüştürülen odalardan olmasını istemiş, kendimi bir buğday tanesi gibi hissettim, ama sevdiğinin yanında mutlu bir buğday tanesi. Dedim ya, eş seçimi bir kumar, doğru eşi bulmak ise "jackpot". Herkesin ömrünü sevdiği adamla (ve kadınla) geçirmesi dileğiyle...
Nerden mi aklıma geldi bütün bunlar ve başlıkla ne ilgisi mi var? Dün gece eşimle birlikte geç yaşgünü kutlaması yaptık. Hafta içi ayrı olduğumuz için yaşgünlerimizi yıllardır yaşgünü haftası etkinlikleri şeklinde kutluyoruz. Özellikle de benimkileri. Yaşgünü benim için en kutlamaya değer günlerden biri. O yüzden çok özen gösteririm. Sadece eşimin, kendimin değil, annemin babamın, (x2), ağbimin, ablamın... Pasta olmadan da asla kutlamam. Tabii ayrıca mumlar da olacak ve maytaplar. Mutlaka mum üflenip dilek dilenecek veya dilenip de olanlar için şükredilip yenisi dilenecek. Eşim (aman nazar değmesin) de yaşgünlerini önemser. Özellikle benimkini kutlarken sürprizler yapmaya bayılır. Gece saat 12'yi 1 geçe mutlaka cep telefonuma mesaj atar, onun yüzünden 4 yıldır yaşgünümün ilk dakikasını ağlayarak geçiriyorum. Bununla da kalmaz sürprizler yapar durur. İlk kutlamamızda Eskişehir'deydik, akşam annemleri ziyarete gidecektik. Ve ortada kutlamaya dair herhangi bir şey yoktu. Ben herhalde kutlamaya yapmayacağız sağlık olsun derken beni bir bahaneyle çarşıya indirip çok sevdiğimiz bir İtalyan restoranı olan Sempre'ye yemeğe götürmüştü, meğer önceden rezervasyon yaptırıp herşeyi ayarlamış. Garson yemeği getirdiğinde ben ağlıyordum, ağlamam geçince yüzümdeki salak, mütebessüm ifade hiç geçmedi.
Bir sonraki yılı ikimiz de bir türlü hatırlayamadık, evde kutlamış olabiliriz ama geçen sene benim için yine çok güzeldi. Bu sefer Ankara'daydık ve Piano diye bir restoran-bar'a gitmek üzere rezervasyon yaptırmıştık. Daha önce gidip çok beğendiğimiz bir yerdi, çalışanlar kibar, yemekler harika, bazı geceler farklı temalarda canlı müzik... Nezih bir ortam anlayacağınız. İnternet sitelerine girmemem konusunda söz almıştı benden, ben de cidden hiç bakmamıştım. Akşam yemeğe gittiğimizde bir de baktım ki asansörde Grup Gündoğarken'in afişi. Meğer o gece onlar çalıyorlarmış. Güzel bir yemek, güzel bir şarap ve romantik şarkılar. Ben yine mutluluk içinde yüzerken müşteri ilişkileriyle ilgilenen tatlı kız kocaman bir buket getirmez mi... Eşim herşeyi düşünmüş. Bir süre çiçeklerin arkasına saklanarak ağladım tabii ki. Daha önce kaç kez "yemeğe gideceğiz, hediye bekleme" demişti bana ama istediğim bir kitap ve 2-3 dvd'den oluşan bir hediye paketi görünce yine ağlamaya başladım. Çok sulu bir yaşgünüydü benim için.
Dün gece de geç yaşgünü kutlaması için yemeğe gideceğimiz talimatını aldım. Ama geçen seneler gibi sürpriz beklememem gerektiğini, bu sefer yapamayacağını da ekledi. Olsun dedim ama ağzından zorla laf alarak Sempre'nin bahçe kısmında rezervasyon yaptırdığını öğrendim. (Meğer daha neler varmış da ben nereye gideceğimizi öğrendim diye kendimce seviniyormuşum). Süslendik püslendik, giyindik kuşandık akşam yemeğe gittik. Bahçe kısmındaki yeri pek beğenmedik, zaten hava da kapalı olunca içeri girmeye karar verdik, iyi ki öyle yapmışız, biz içeri girdikten sonra yağmur başladı. Güzel bir yemek, nefis bir şarap, kahve derken eşim yakında Shakespeare's diye bir yer var (Haller Gençlik Merkezi'nin orada, geceleri ışıl ışıl olur, bayılırım) oraya gidecim birşeyler içeriz dedi. Eve de oradan gideriz dedi. Ben hemen gözlerim ışıldayarak yoksa faytona mı bineceğiz diye sordum". Tam oranın önünde birkaç fayton durur, aklıma hemen onlar geldi. Meğer sürpriz buymuş, eşim biraz bozuldu tabii hemen bulduğum için. Kahvelerimizi bitirip yürümeye başladık. Gideceğimiz yeri biraz anlatmam lazım. Haller Gençlik Merkezi'nin hemen önünden tren yolu geçer. Biz tren yolunun arkasındayız, Shakepeare's karşı tarafta ve o sırada tren geçiyor, bariyer kapalı. Hemen sol tarafımızda da İbis Otel var. Karşıya geçmeden önce madem faytona bineceğiz, İbis oteli'de merak ediyoruz, bar kımında birşeyler içelim dedim. İbis Otel ilginç bir otel. Dünya çapındaki Accor Otellerinin bir üyesi, 2007'de açıldı. Otelin en önemli özelliği eskiden Silo olmasıydı. Bildiğiniz, içinde buğday saklanan silo. Ne zamandır kullanılmıyordu, yıpranmaya başlamıştı. Silo halini de bildiğimiz için otele dönüştürülmesi bizi çok şaşırtmıştı. O yüzden görmek isterdim hep. Eşim de benim bu isteğimi bildiği için hemen kabul etti, otele doğru yürümeye başladık. Bar kısmı aşağıdadır, trenle gelip giderken hep görürdüm, o yüzden "barın manzarası iyi değil, 6. katta 606 numara'lı odadan bakalım manzaraya deyince ağzım açık kaldı. Meğer günler öncesinden rezervasyon yaptırmış, hatta 2 gün önce gelip parasını ödemiş, son hazırlıklarını yapmış bile. Ben hala şaşkınlık içindeyken odamıza çıktık, daha ağzımı kapamaya fırsat bulamadan yatağın üzerinde kırmızı-beyaz güllerden oluşan koca bir buket görünce ağzım bir daha hiç kapanmamak üzere açıldı. Hiç bu kadar şaşırdığımı ve mutlu olduğumu zhatırlamıyorum. Özellikle silodan dönüştürülen odalardan olmasını istemiş, kendimi bir buğday tanesi gibi hissettim, ama sevdiğinin yanında mutlu bir buğday tanesi. Dedim ya, eş seçimi bir kumar, doğru eşi bulmak ise "jackpot". Herkesin ömrünü sevdiği adamla (ve kadınla) geçirmesi dileğiyle...
.bmp)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)