30 Temmuz 2010 Cuma

Tatildeyim, evimdeyim

Pazartesi aksamdan beri evimde tatildeyim. Bir süredir evime gelememiş olduğumdan ıvır zıvır işler ve dinlenmeden bir türlü yazı yazmaya fırsat bulamadım. Bir de her fırsatta ayaklarımı yukarı dikip yattığım için tabii. Ayaklarım artık mütemadiyen şiş, yaratık gibi oldum resmen. Pazartesiden beri feci sıcak, bunun da etkisi vardır mutlaka. Fakültedeyken hasbelkader yürüyordum, ev içindeyken o kadar olmuyor tabii. Neyse, sağlıklı olduktan sonra hiçbirisi önemli değil.

Tahlil sonuçlarım çıktı. Glukoz yükleme testi korktuğum kadar kötü değildi. Bardağın içine limon sıkmamı öneren arkadaşlarım oldu ama sıkmadım. Sıcak su içinde o kadar da kötü gelmedi bana. İçtikten 1 saat sonra verdiğim sonucum 104'müş. Evden çıkmadan kendi yaptığım testte 66 çıkmıştı zaten. Bunun haricinde idrarda protein yok (ayaklarım şişince korkar olduk), enfeksiyon yok ve en güzeli de hemoglobinim artmış. Bu ayki değeri çok merak ediyordum. Her ay ölçülen hemoglobinim ay ay 0.3-0.4 düşmeye baslamıştı. Gerçi geçen ayki değer doktorumun dediğine göre bırak ikiz bekleyen bir hamileyi, hamile olmayan bir kadın için bile normalmiş, o yüzden endişem yok bu konuda. İyi besleniyorum demek ki diye seviniyordum hep ama ilerleyen aylarda demir hapı-iğnesi kullanmamı gerektirecek kadar düşmesini de bekliyordum. Bu ayki degerim ise 11 küsürden 15'e çıkmış. Ne yaptın da arttı bu kadar derseniz sanıyorum nedeni keçi boynuzu. Geçen ay günde 5-10 tane keçiboynuzu yemeye sardırmıştım nedense. Hem lifli, hem tatlı, her zaman bayılarak yerim. Tatlı ama çikolata gibi de değil, "amannnn onun şekerinden ne olacak" diye yiyip duruyordum. Bir yerlerde kansızlığa karşı etkili olduğunu okumuştum ama açıkçası bitkilerle uğraşmama rağmen böyle bir etkisinin olduğunu bilmiyordum. Demek ki gerçekten varmış. Kocamla beraber 1 haftada 1 kiloyu bitirdik, gidip biraz daha almalıyım.

Bunların dışında, balkonumuzda bir misafirimiz var. Kocamın 15 gün evde olmamasını fırsat bilen bir güvercin ailesi balkona koyduğumuz saksıların içine yerleşip bir güzel de yumurtlamış. Çiçekleri sulayayım (1-2 tanesi maalesef kurumuş) diye çıktığımda bir saksının dibinde 2 yumurta görünce hem şaşırdım hem de sevindim. Balkonu yıkama, çamaşır asma, akşam serinliğinde oturma hayallerim suya düştü maalesef ama balkonda da iki bebek olacağı için bir yandan da çok mutlu oldum. Kocamla birlikte sürekli yumurtalara bakıyoruz. Anne mi yoksa baba mı oturuyor üzerlerinde diye kontrol ediyoruz, fotoğraflarını çekiyoruz. Yarın vakit bulup fotoları eklerim herhalde. Zaten bir an önce eklesem iyi olur çünkü bugün yumurtalardan birinden yavru çıktı. Pek güzel aynı zamanda pek çirkin sarı tüylü pembe bir yumak. Bakalım diğerinden de çıkacak mı yoksa boş mu?

25 Temmuz 2010 Pazar

22+5

Yoğun geçen bir haftayı daha bitirdim. Aslında tam da bitmiş sayılmaz, bugün fakülteye gidip çalışmam lazım. Bugünü de atlatırsam bir süreliğine ferahlayacağım çünkü 15 izin alıp evime gidiyorum. Bu sene kocamla yıllık izinlerimizi Ankara-Eskişehir'de geçiriyoruz daha önce dediğim gibi. Seneye bebeklerle birlikte acısını çıkartırız nasıl olsa.

Dün kontrolümüz vardı. Bebeklerimizi gördük, kilo aldığım için hafif yollu fırça yedim yine. Doktorum gebelik zehirlenmesinden korkuyor. İlle olacak diye birşey yok elbette ama tedbirli olmakta fayda var. Demek ki kahvaltı için birşeyler ayarlamayınca yediğim poğaçaları da acilen bırakmak gerekiyor. Atladığım şeyleri de gözden geçirmeliyim.

Neyse. Bebeklerimizi gördük, mutlu olduk. Hala minik ekrandaki kalp atışlarını görene kadar rahatlayamıyoruz. Kötü birşey olmayacağımı biliyorum, bebeklerim sağlıklı bir şekilde doğacaklar ama önceki kötü tecrübenin eseri olarak ister istemez hala geriliyoruz. Ama artık geçecek çünkü bebeklerimin hareketlerini hissetmeye başladım. Ben bir süredir hissediyordum zaten ama hep bağırsak hareketidir, bilmemnedir, hissedemezsin, daha erken diyorlardı. Bense ısrarla hissettiğimi söylüyordum. Dün yine böyle hareketlerin birinde elimi hareketi hissetiğim yere götürdüm ve minik bir darbe yedim. Kocam inanamadı. O da eline koydu ve aynı darbeyi o da yedi. İkimizin de yüzündeki şaşkınlık ifadesini görmeliydiniz. Hele umduğumuzdan kuvvetli bir darbeyle karşılaşınca ikimiz de yerimizden sıçradık diyebilirim. Bebeklerim dışarıdan gelen seslere tepki vermeye başladılar artık. Bizim için hem şaşırtıcı, hem mutluluk verici, mucizevi bir andı. Gerisini de artarak bekliyoruz :)

Pazartesi yola çıkmadan önce tahlillerimi yaptıracağım. Bu sefer ek olarak şeker yüklemesi de yapılacak. Normalde şerbet vs. gibi çok şekerli birşey içtiğinde bile midesi bulanan ben bakalım aç karnına bir bardak suda 50 g şeker içtiğimde ne hale geleceğim. Iyhhh.

20 Temmuz 2010 Salı

Yazın mı kışın mı?

Bebek sahibi olmaya karar verdiğimiz zaman kocama yaz aylarını hamile geçirmek istemediğimi, sonbaharda bebek sahibi olmamızın daha iyi olacağını söylemiştim. O zaman 10-12 kilo fazlalığım vardı ve sıcaklarda hem kendimi hem de bebeği taşımanın çok zor olacağını tahmin ediyordum. Bırakın sıcağı, yürürken, merdiven çıkarken nefes nefes kalmaya başlamıştım, bir de sıcakların etkisiyle şişince iyice kötüleşecektim. Biz sonbaharda gelsin bebeğimiz deyince ne oldu? Gelmedi tabii ki. Bebekler kendi istedikleri zaman geliyorlar sonuç olarak. Önceki hamileliğim de yaza denk gelecekti (fazla ilerleyemedik) şimdiki de öyle oldu. Son bilmem kaç yılın en sıcak yazını yaşıyormuşuz, daha da Ağustos sıcakları yoldaymış ama umrumda değil. Üstelik tek değil iki bebek taşıyorum, bu sıcakta nasıl dayanıyorsun diye bana acıyanlara sorun değil diyorum hep. Bebeklerim bu zamanda gelmek istediler ne de olsa.

Aslında düşünüyorum da yazın hamile olmanın avantajları daha fazlaymış. Mesela:

1) Yaz veya kış farketmez, son aylara doğru nasıl olsa anne şişiyor iyice, ayaklar hiçbir şeye sığmaz oluyor. Yazın sıcakların etkisiyle şişme biraz daha fazla olsa da iş daha kolay. Ayaklar mı şişti, al büyük numaralı bir ayakkabı, rahat et. Göbek şişince ayakkabı bağcığı bağlamak, bot-çizme fermuarı çekmek zor mu geldi, giy bir şıpıdık terlik, ne bağcık ne fermuar derdi var, hop diye geçir ayağına.

2) Kışın kar yağdı, hava soğudu, yerler buz oldu derken yürümek nasıl da zorlaşıyor. Kayıp düşmemek için normalden de daha fazla dikkatli olmak gerekiyor. Yazın böyle bir dert yok.

3) Yazın bol tişörtler, elbiseler pek rahat oluyor. Kışın hava soğuk, en azından üste bir kaban, palto giymek lazım. Şiş göbekten palto kapanmıyorsa ne yapılacak? Yeni palto mu alınacak? Yeni paltoya vereceğim parayla 15-20 tişört alırım hahhayt.

Aklıma şimdilik bunlar geldi ama yazın hamilelik pek güzelmiş. En ağır olduğum dönemlerde havalar serinlemiş olacak ama yine de palto giymeye gerek olmayacak. Ya bebekler derseniz, bebekler için ideal oda sıcaklığı 22-24 derece arasıymış. Hava soğursa açarız kaloriferi olur biter ama sıcakta ne yapacağım? Yeni doğmuş yavrularımı vantilatör veya klimayla serinletemem ki. Yazın pişik oluşumu riski de daha fazla hem.

Sonuç olarak, yazın hamile kalmaktan pek memnunum. Bir kaç yıl öncesine dönüp kocamla yaptığım o konuşmaya katılma imkanım olsaydı kendime "halt etmişsin sen" derdim.
:)

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Vahşete devam

Sabah sabah işlere girişmeden önce gazeteye bakayım dedim. Keşke bakmaz olsaydım. Bu sefer de bir sokak köpeğinin yavrularını zehirlemişler. 4 yavru doğurmuş Karabaş adı verilen köpek, yanlarından ayrılmış bir süreliğine (herhalde yemek bulmak için ayrılmıştır garibim), geri döndüğünde yavrularının öldürüldüğünü görmüş. Başlarında yatıp yas tutmaya ağlamaya başlamış. Haberin video çekimi de vardı, seyretmeye dayanamadım. İçim almıyor artık. Geçenlerde karşı apartmana yavrularını saklayan bir kediden bahsetmiştim size. O kediyi caddede karşıdan karşıya geçerken gördüğümde bile "dikkatli geç, bakman gereken yavruların var" diyorum. Hamilelik iyice duygusallaştırdı galiba bu açıdan beni. O yüzden o zavallı anne köpeğin haline bakamadım bir türlü. Minicik yavrulardan ne istersiniz be adam. O şirin şeyleri zehirlerken hiç mi vicdanınız sızlamadı. Bir de sokak hayvanları için su kapları koyun diyorlar. Bu zihniyetteki insanlar su kabı koyar mı hiç. Annemlerin yazlığında yol kenarına koyduğu su kabını alıp götürenlerden, devirenlerden bahsetmiştim daha önce. Bizim milletimize hayvan sevgisi aşılamak çok zor, çok.

16 Temmuz 2010 Cuma

Vahşet

Dün akşam kocamla sinirlerimizi çok bozan bir haber seyrettik. Nerede olduğunu kaçırdım ama ülkemizdeki bir yerlerde geçen bir haber bu. Bir öğretmen bir yerlerde yavru kedi miyavlaması duyuyor, ne olduğuna bakıyor ve 1 haftalık yavruların gözlerinde bir sorun olduğunu görüyor. Sorun da bir takım çocukların bu yavruların göz kapaklarını japon yapıştırıcı ya da bali gibi bir yapıştırıcıyla yapıştırmış olması. Hemen yavruları bir veterinere götürüyor da yavruların gözlerini temizliyorlar.

Minicik, titreye titreye yürümeye çalışan, gözleri yeni açılmış, sesleri bile neredeyse çıkmayan bu savunmasız yavrulara hangi vicdansız, hangi ... çocuğu bu derece bir vahşeti reva görür anlamıyorum. Bugün bunu yapan çocuk ileride bırak hayvanları, insanlara neler yapar kimbilir. Çocuklarımızı iyi yetiştiremiyoruz, hayvan sevgisini aşılamayamıyoruz, bakabileceğimizden fazla çocuk yapıyoruz. Bunu maddi anlamda söylemiyorum sadece, manevi anlamda da bakabileceğimizden fazla çocuk yapıyor, saldım çayıra mevlam kayıra şeklinde büyütüyoruz. Anne babanın birebir ilgilenmediği, bir şeyler öğretemediği çocuklar da ileride sorunlu bireyler haline geliyorlar maalesef.

Sadece hayvan sevgisi değil öğretemediğimiz, her konuda bu böyle. Bu aralar en fazla gördüğüm şey de başkalarını rahatsız etmeme kuralının hiçe sayılması. Çocukları dünyanın kedi etraflarında döndüğü minik prensler, prensesler gibi yetiştirip iyice bencilleştiriyoruz. Aman kişilik gelişmesi bozulmasın diye sınırlar koymuyor, hatalarını söylemiyoruz. Sonra da annesinin bir kaş göz işaretiyle hizaya giren bizler yerine her lafa bir cevabı olan büyümüş de küçülmüş veletlerimiz oluyor, biz de ebeveyn olarak "aman da ne güzel cevap verdi benim tosunum" diye boş yere gerim gerim geriliyoruz. Coştum yine sabah sabah, nereden nerelere geldim ama uykum var, herhalde bundan. Gece bu sıcakta zor bela uyumayı başarmışken 12:30'da dışarıdan gelen bir kikirdeme ve konuşma sesine uyandık. Zaten uygun bir pozisyon bulup uyumak zorlaşıyor artık benim için, sıcak da cabası, bir de sürekli bir konuşma sesi olunca çok rahatsız oluyor insan. Yarım saat döndük durduk belki uyuruz diye ama olmadı. Sonunda ışığı ve pencereyi açtım ve konuşanın karşı apartmanın zemin katındaki bir genç kız olduğunu gördüm. Herhalde evdekileri rahatsız etmemek ya da uyandırmamak için başını pencereden çıkarmış dışarıda konuşuyordu. O saatte arayan sevgilisiydi herhalde, başka kim olacak. Tam "sabah işe gideceğiz, içeride konuşun" diye müdahale etmeye karar vermişken galiba rahatsız olduğumuzu görüp konuşmayı bitirdi geri zekalı. Hangi odada yattığını bilsem o yattıktan sonra gidip camına taş falan atıp bu sefer de ben onu uykusuz bırakacaktım. Sonra bu yazıya geldik işte. Kendini rahatsız edene çemkirmekte sakınca görmeyen ama başkalarını rahatsız etmekten hiç çekinmeyen bireyler yetiştiriyoruz topluma. Hepimizin ellerine sağlık.

15 Temmuz 2010 Perşembe

21+2

Sıcaklardan bunaldık hep beraber. Hamile olduğum için herkes bana daha fazla acıyor. Geçen yaza göre çok fazla şikayetim yok aslında sıcaklardan. Sadece ayaklarım şişiyor daha önce de yazdığım gibi, onun haricinde çok şükür fazla bir derdim, sıkıntım yok.

Dün birşey farkettim, yazayım dedim. Kocam saçmalama dedi ama yazacağım işte.

Bilirsiniz, hamilelerin göbek delikleri son aylara doğru dışarı fırlar. En azından gördüğüm resimlerde genelde öyle. Bebek gelişip rahim büyüdükçe içe dönük olan göbek deliği de dışarı fırlıyor anlaşılan. Bende de olacak mı diye merak ediyordum hep, ikiz bebek taşırken olmaması zaten mümkün değil ya.

İşte 2 gün önce bunu farkettim. Göbek deliğim küçülmeye başladı, bir süre sonra da resimlerdeki hamileler gibi dışarı fırlayacak anlaşılan. Bu da yazılır mı demeyin, bana ilginç geldi işte.

Bu hafta kocam yanımda bu arada, değmeyin keyfime.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Dünya Kupası bitti

2010 Dünya Kupasını da bitirdik. Düşünüyorum da, eskiden futbolla takım tutmanın dışında ilgisi olmayan, maç falan seyretmeyen ben kocam sayesinde bayağı iyi bir futbol seyircisi olmuşum. Dün düşündüm de, kocamla birlikte seyretmeye başladığımız 2010 Dünya Kupası maçlarının çoğunu hafta içi tek başıma olsam da seyretmişim. Kocamın dediğine göre zaman zaman Öner Üründül'den daha iyi yorumlar yapmışım. Hele geçenlerdeki Hollanda-Uruguay yarı final maçının 2. yarısında hop oturup hop kalktım. Dün akşamki Şampiyonluk maçı umduğum kadar güzel geçmese de kupa törenine kadar ısrarla oturdum, yatmadım. Hollandalıların üzüntüsünü, İspanya Prensi Felipe ve Prensesi Letizia'nın gol atıldığı an tribünlerde çocuklar gibi sıçramasını, Hollanda Prensi Alexander'ın madalya töreninde tüm oyunculara sarılmasını, İspanya Kraliçesi' Sofia'nın yine madalya töreninde her oyuncuyu öpmesini, madalyalarını ve kupalarını alan İspanyol futbolcuların saha içine inerken Hollandalı oyuncular ve teknik ekipten oluşan bir çift sıranın içinden geçmesini, bazı oyuncuların Hollandalı oyunculara sarılıp öpmesini hayranlıkla izledim.

Sonuç olarak bu Dünya Kupası'ndan aklımda kalanlar şunlar oldu:

- Berbat vuvuzela gürültüsü, neyse ki sonlara doğru buna bile alıştık.
- Ömer Üründül'ün korkunç yorumları.
- Bazı spikerlerin Ömer Üründül'den eksik kalmaması.
- Ve en önemlisi de Almanya'da yaşayan, Arjantinlilerden kızartılıp yenme tehditleri alan kahin ahtapot Paul.

2008'deki Avrupa kupasında da tahmin yapmış ahtapot, sadece Almanya-İspanya maçında yanılmış. Biliyorsunuz, Avrupa Kupasını da İspanya almıştı. Bu sefer %100 tuttu tahminleri. Acaba sayısal loto rakamlarını da bilir mi? Gerçi kocamın da Paul'den geri kalır yanı yok. Gönlü Arjantin'den yana olsa da taa en başta "Kupayı İspanya alacak" demişti. Benim Paul'üme bir sayısal loto oynatayım ben en iyisi.

Sizi bilmem ama kupa bitince ben biraz buruldum galiba.

11 Temmuz 2010 Pazar

Yeni cicilerim

Dün dışarı çıkıp bu sefer de kendime birşeyler almaya karar verdim. Gerçi bu zorunlu bir karar oldu, keyif veya lüks alışverişi değil. Hamilelikte ayaklar şişer derlerdi, ben de gidip lastikli düz bir sandalet tipi ayakkabı almıştım. Her yeri lastik olduğu için aklım sıra ayaklarım şişse bile lastikler esneyeceği için rahat edecektim. Ama lastiklerin ayaklarımı acıtabileceği aklıma gelmemişti.

Yeterince su içmiyorum sanıyorum, bunun da etkisi vardır mutlaka. Daha çok içmeye çalışacağım ama ne yaparsam yapayım şişmeye engel olabileceğimi sanmıyorum. O yüzden gidip kendime rahat 1-2 çift terlik almaya karar verdim.

Hedefim 5 nokta terliklerde indirim yapmış olan Polaris'ti. Antares'teki mağazalarına giderken Deichmann'da harika bir mavi terlik buldum. 39.9 olan fiyat üzerinden %50 indirim yapmışlardı üstelik. Model güzel, bant düzelt, bağcık bağla derdi de yok ve hafif topuklu. Daha ne isterim diyerek hemen aldım. Biliyorsunuz hamilelikte mutlaka 2-3 cm topuklu ayakkabı veya terlik giymek gerekiyor. Düz ayakkabıları tavsiye etmiyorlar. Hamilelik ilerledikçe ve vücudun denge merkezi öne doğru kaydıkça omurga da garip şekillere girermiş. Bu yüzden ileride bel ağrıları, sırt ağrıları, omurga problemleri yaşamamak için hafif topuklu terlik giymek gerekirmiş. Normalde bile terlik giyince ayağını burkan ben hemen aldım terlikleri ve mağazadan çıkmadan ayaklarıma geçirdim. Ne kadar rahatladım size anlatamam. Ne ayakkabı giymek için eğilme derdi var ne de acıtan lastiklerin yerini değiştirme ihtiyacı. Ferah ferah yürüdüm ve galiba topuklu oldukları için de daha rahat ettim. İşte aldığım terlikler.

Oradan da Polaris'e gittim ve 39.90'a beyaz topuklu terlik aldım. Bu arada normalde ayakkabı numaram 37 iken mavi terliğim 38, beyazlar da 39 numara oldu ancak. Hamilelik sonrasında annem yaşadı, 2 güzel terliği olacak. Beyazların fotoğrafını bulamadım bir türlü, kendim çekmeye de üşendim o yüzden sözüme güveneceksiniz. Çok şık ve rahat, dolgu topuklu terlikler. Tabanları da pütür pütür yapıda olduğu için ayak kaymıyor. Harikalar.
Kendime onu bunu aldım, bebeklerime de almadan olur mu? CA'ya gidip 2 banyo havlusu aldım yavrularıma. Kafaya geçirilebilen, hayvan suratlı, minik kulakları olan pek şeker havlular. Daha önce de görmüştüm onları ama almamıştım daha başkasını, yumuşağını bulur muyum diye. Sonunda bunları almaya karar verdim. Ayrıca bebeklerime banyo filesi, 1-2 çorap ve silikon emzik aldım.
Emzik konusu kafama takılıyordu ne zamandır. Silikon mu kauçuk mu? Hangisi olmalı, ne farkları var diye düşünüp duruyordum. İnternet sağolsun sorularımın cevabını buldum. ilk 3 ay bebeklere silikon emzik vermek gerekirmiş. Hem temizlemesi daha kolaymış hem kokusuz falan olduğu için bebek emzirmeden de soğumazmış. Tek dezavantajı bebeklerin dişleri çıktığında diş darbelerine dayanıksız olmasıymış. Zaten 3. aydan sonra kauçuk emziğe geçilmesini öneriyor doktorlar. Kauçuk darbelere daha dayanıklıymış, dişler çıkmaya başlanınca kullanılacak emzikler kauçuk olmalıymış. Su çekmesi ve bu nedenle çabuk bozulması da bunun dezavatajıymış. Silikon emziklerimiz hazır, kauçukları da sonra alırım artık :)

9 Temmuz 2010 Cuma

KIsa bir ara

Feci yoğun geçen 2 haftadan sonra biraz boş vakit bulmanın şaşkınlığı içindeyim. Birşeyler yazarak değerlendireyim bari dedim.

2 haftadır dosya hazırlamakta olduğumdan bahsetmiştim. Pazartesi günü 7 klasörümüzü jüri üyelerine teslim ettik, şehir dışında olanlara kargoyla yolladık. Daha doğrusu oda arkadaşım bana kıyamadı sağolsun ve her biri 4 kilo gelen klasörlerin dağıtımını kızkardeşiyle birlikte kendisi yaptı. İkisine de çok teşekkür ederim, elleri dert görmesin.

Sonrasında yardımcı doçentlik dosyalarına başladım. 4 dosya da ona hazırlayınca (kendime aldıklarımla birlikte toplamda 14 dosya oluyor) iş sadece teslime kaldı. Dün öğleden önce klasörlerimi gidip Rektörlüğe teslim ettim. Mutlu ve gururluyum.

Harcadığım kağıdın haddi hesabı yok, ağaçlar beni affetsin.

Dün akşamüstü biraz erken çıkıp kendi kendime kutlama yapmaya karar verdim. Kutlama dediysem pastalar, şampanyalar değil elbette. Tek başına yapılabilecek en uygun olan şey sinemaya gitmeye karar verdim ve kocamın kesinlikle gitmeyeceğini aylar öncesinden beyan ettiği Alacakaranlık'ın 3. filmine bilet aldım.

5 aydır sinemaya gitmeyen biri olarak oldukça heyecanlıydım aslında. Biletimi alıp en arka sıradaki koltuğuma yerleştim. AFM-Ankamall'de en arka sıradaki koltuklar Love seats oluyormuş. Ne zaman değiştirdiler hiç bilmiyorum. Aradaki kolçak kısmı sevgilinize rahatça sarılabilmeniz için kaldırılabiliyormuş. Neyse ki sağım ve solum boştu, ben de bebeklerimle birlikte yayıla yayıla oturdum. Ancak önceleri korkunç rahat ettiğim koltuklarda bu sefer rahat oturamadım bir türlü. Sağa sola hafifçe kaykılmak suretiyle rahat bir konum buldum ama anlaşılan ilerleyen aylarda sinemaya gitmek benim için hayal olacak. Gerçi Eskişehir'deki Cinebonus'larda en arkadaki koltuklar arkaya doğru eğilebiliyordu hafif, belki onlar derdime derman olur (yani hiç heveslenme kocacığım). Bir ara Ankamall'de VIP salonu vardı, bilet mi kazanmıştım ne, annemle birlikte gittiğimizi hatırlıyorum. Sonra bir kez de kocamla gitmiştik galiba. Küçük bir salondu, bardağınızı, kola şişenizi koyacak yerler vardı koltukta (o zaman normal salonlardaki koltuklarda yoktu). Ayrıca koltuklar çok geniş ve rahattı ve baba koltukları gibi uzatılabiliyordu. Aslında beni orası paklar. Neyse.

Film yoğun bir mısır kokusuyla başladı. Diyet yaparken burnuma hiç gelmeyen mısır kokusu bu sefer beni benden aldı. Doktorum yağda kızaran herşeyi yasakladığı için yutkunmakla yetindim tabii ki. 3-4 koltuk solumda genç bir çift vardı. Sürekli konuşup duruyordu gerzekler en sonunda müdahale ettim. Filmin sonuna kadar çıt çıkarmadılar. Kadın hamile haliyle hem de tek başına sinemaya geldiğine göre deli ya da manyak olabilir diye düşünerek korktular herhalde.

2 solumda muhtemelen 13 yaşından küçük ve filme alınmaması gereken bir erkek çocuğu vardı. Garip şekillerde oturdu, önündeki kızın topuzundan dolayı göremediğini iddia edip eğilmesini istedi ama kendisi ayağını neredeyse önündeki diğer kızın kafasına dayadı ve kızdan azarı da yedi elbette. Bir de mısır yiyişi vardı ki elinden kapacaktım paketi artık yeter diye çılgınca bağırarak. Çocuğa yemek vs. yerken ağzın kapatılması gerektiği öğretilmemiş anlaşılan. Buradan yine herkes anne baba olmamalı fikrime geliyoruz. Benim çocuklara öğretmem gereken çok şey var :)

Filme gelince, kocamın düşündüğü kadar kötü değildi. İlk filmdeki yönetmen sağolsun, çok ağır tempolu bir film yaptığı için film aval aval birbirlerine baktıkları sahnelerle doluydu. 2 ve 3'te biraz daha aksiyon vardı. Yine de kandıramadım kocamı. Neyse, 4.'ye de artık (galiba Harrry Potter serisinin son kitabı gibi bunu da 2 bölüm halinde çekeceklermiş) bebekleri babalarına bırakıp bir ara kaçarak giderim :)

6 Temmuz 2010 Salı

Aslında buralardayım

En son yazımı yazalı 1 hafta olmuş, hatta geçmiş bile. Bir yere gitmedim, buralardayım ama feci meşguldüm, hala da öyleyim aslında. Ama deniz beni merak edip iyi olup olmadığımı sorunca (sağolsun) 2 satır yazayım dedim.

Daha önce doçentlik sınavına başvurduğumu yazmıştım. Geçen pazartesi ÜAK'dan "dosyalarınızı hazırlayıp 7 gün içinde jüriye teslim edin" diyen resmi yazımız geldi. Ben ve oda arkadaşım harıl harıl 7'şer dosya hazırlamakla meşgüldük. Dün teslim ettik ama tam olarak rahatlayamadık. En azından ben rahatlayamadım çünkü geçen hafta pazartesi aynı zamanda 7 yıldır beklediğim yardımcı doçentlik kadrom da ilan edilmiş. Şimdi 5 ayrı dosya da onun için hazırlamak zorundayım. İkizlerimle birlikte kısmetler de ikili ikili geliyor galiba. Bu hafta da bu işleri tamamlarsam proje analizlerime başlayabilirim. Yine yoğun günler beni bekliyor anlayacağınız.

Bunun dışında cumartesi bebeklerimizi gördük yine. Çok mutlu olduk. Şaka maka 20. haftadayız bugün. Normal gebelik 40 hafta dersek yolu yarıladık bile. Genelde 37. haftada doğum gerçekleşiyor dersek yarıyı geçtik. Sıcaklardan sıtkım sıyrıldı iyice ve artık ayaklarım falan şişmeye başladı. Bol su içmem lazım biliyorum ama masam evraklardan, klasörlerden, fotokopilerden o kadar karışık vaziyette ki klavyeye bile zor ulaşıyorum. Su şişeleri de orada burada dolaştığı için içmeyi unutuyorum.

Biraz daha çalışıp şu işlerimi halledeyim, sonra gene buradayım.