Dizi çılgınlığı hakkında aslında söylenecek çok şey var, çoğu da bildiğiniz şeyler. O yüzden birşey yazmaya gerek duymuyordum ama bu akşam kulak misafiri olduğum bir diyalog yazmamı zorunlu kıldı. Akşam üstü Ankaray'la Kızılay'a gidiyordum. Bir anne, kucağında da tahminen 3 yaşında veya biraz daha büyük oğlu oturuyorlardı. Ondan bundan konuşurken anne bir ara "yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz ne başlayacak?" diye sordu. "Yatcaz kalkcaz" kelimelerini kocamla çok sık kullandığımız için (ör: yatcaz kalkcaz Eskişehir'e evime geleceğim gibi), çocuğun vereceği cevabı merakla beklemeye başladım. Aha gelen cevap bu: "Melekler korusun".
Pes dedim, bu nasıl bir dizi çılgınlığı, çocuğu çekirdekten yetiştiriyorlar, valla bravo.
Bizim televizyonlarda seyrettiğim tek bir dizi var, Avrupa Yakası. Onun haricinde hiçbir şey seyretmiyorum. Cnbc-e dizilerinin ise müdavimlerindenim. Yanlış anlamayın, Türk dizilerini aşağılayan, Amerikan dizilerini üstün gören veya o dizileri seyrettiğini söyleme amacı ingilizce bildiğini vurgulamak olan, hatta konuşurken araya İngilizce kelimeler sıkıştıran birisi asla değilim, olmam da. Bu dizilerin üstün bir-iki tarafı var ama onu da kabul etmeliyim:
1) Kısa sürüyorlar. Sit-com denenler taş çatlasa yarım saat, diğerleri ancak 1 saat.
2) Arada dakikalar süren, birbiri ardına yayınlanan reklam kuşakları yok. Böyle olunca da yarım saat-1 saat süreyi tutturmak kolay oluyor olmalı.
3) Konular hızlı şekilde ilerliyor. Kadının göz süzüşünü, adamın buna karşılık olarak arkasını dönüp kadına bakmasını dakikalar boyunca seyretmiyorsunuz. Olaylar çat başlıyor, çat bitiyor.
Dizi müdavimi olabilirsiniz, hatta yayın saati değişsin, izleyemiyorum diye kanallara e-posta yazıyor da olabilirsiniz, tercihinize saygım sonsuz. Annem de dizi müdavimidir mesela, çakışanları videoya kaydeder, ertesi gün seyreder. Ama ben dayanamıyorum, vaktim zaten az benim, Ankara-Eskişehir arasında gidip geliyorum, eve iş getiriyorum, ders çalışıyorum, açıkçası dizilerin karşısında geçen vaktime acıyorum. Avrupa Yakasını bile kaydedip aradaki reklamları geçe geçe seyretsem diye ciddi ciddi düşünüyorum çoğu zaman.
Haydi anne babalar neyse de, mini mini yavruların oturup dizi seyretmesini anlayamıyorum. O çocuk için kitap okumak, oyun oynamak, ne bileyim belgesel seyretmek daha faydalı değil mi? Oda arkadaşımın oğlunu yetiştirme şekline hayranım. Evlerinde çok az televizyon seyrediliyor. Müzik dinliyorlar, kitap okuyorlar, oyun oynuyorlar, birlikte vakit geçiriyorlar.
Hamile olduğum zamanlarda okuduğum anne-bebek-hamilelik dergilerinden birinde Fransa'da 3 yaşına kadar olan çocukların tv seyretmesinin yasaklandığı şeklinde bir haber vardı. Normal kanallar haricinde ailelerin kurtarıcısı olan baby tv gibi bebek kanalları da dahil. Nedeni çocukların-bebeklerin 5 duyuyu birden kullanma yeteneğini köreltmesiymiş. Çocuklar sadece bazı uyarıcılara yanıt veriyorlar, bu da gelişmekte olan beyinlerine, sinir hücrelerinin gelişimine zarar veriyormuş. Oysa Ankaray'daki anne oğluna sevinç içinde ve hasretle 3 gün sonra ne seyredeceklerini soruyordu. Bu nasıl bir tezat.
Dediğim gibi, kimseyi kınamıyorum, kimseye de hava atmaya çalışmıyorum, asla, yanlış anlamayın. Sadece fikrimi söyledim.
Raporluyken sabahın köründe ilaç+yemek için kalktığımda Kanal D'de Gümüş dizisinin tekrarı oluyordu. Diziyi yayınlandığı zaman hiç seyretmemiştim. Arkası yarın gibi, arka arkaya verilince olaylar biraz hızlı ilerliyor gibi geliyor. Zaten dizi de bitiyormuş, kendimi istesem de kaptıramazdım. Belki de seyretmenin en güzel şekli bu, arka arkaya, arada reklam olmadan, sabahın köründe ıvır zıvır yaparken, ilacın verdiği mide bulantısı ve krampların, kasılmaların geçmesini beklerken battaniyenin altına girmiş hafif hafif uyuklarken. Ama yine de çocukları uzak tutalım.
29 Nisan 2009 Çarşamba
28 Nisan 2009 Salı
Haftasonundan son kalan+ Pazartesi sürprizi
Haftasonunun bir türlü sonunu getiremedim farkındayım, özellikle Pazartesi için yazmam gereken çok önemli birşey vardı ancak bu 2 hafta sonrasındaki feci bir iş yoğunluğu, akşamları sızıp kalma derken ancak yazabiliyorum, affedin beni (özellikle de sen affet Haydins).
Cumartesi camları sildiğimden bahsetmiştim. Hatta bunun daha önce şaşmaz bir yağmur duası olduğundan da bahsetmiştim. Yağmur getirici bir diğer faktör olarak kocam da arabayı yıkatınca pazar günü yağmur yağması kaçınılmaz oldu. Usul usul, bazen de şakır şakır yağan yağmur camlara vurdukça içimiz bir garip oldu kocamla. Ama yağmur bitmeden ortaya çıkan harika bir gökkuşağı tekrar içimizi ısıttı, amaaan dedik, yağarsa yağsın ne yapalım, yine sileriz camları/yıkatırız arabayı. İşte o harikulade gökkuşağının fotoğrafları:
Haftasonu bitince bir kez daha Ankara yoluna koyuldum. Fakülteye geldiğimde yaklaşık 5 günden beri masamın üzerinde beni bekleyen sürprizi biliyordum ama yine de merakla girdim odama. Haydins bana kuş yuvası küpe-kolye seti yapmıştı, kargoyla yollayacaktı. Hafta içi oda arkadaşım arayıp kargonun geldiğini haber vermişti, o yüzden çok sevinçliydim. Kargo şirketinin torbasını açıp üzerinde minik bir süsü olan minik bir kutu görünce, içinde ne olduğunu bilmiyormuş gibi heyecanlandım nedense. Haydins'in minik bir kartı çıktı küpelerin ve kolyenin yanında. Sevgili Haydins, tasarımların kesinlikle uyduruk değil, blogunda fotoğraflarını yayınladığında bayılmıştım onlara, gerçekleri çok daha güzel. İşte benim güzel takı setim: (Ah bir de fotoğraflarını güzelce çekebilseydim. Gecenin bu saati olunca flaşla çektim olmadı, flaşsız çektim olmadı. Oysa doğal ışıkta çok daha güzel görünüyorlar. En iyisi Haydins'in kendi sayfasındaki resimlere de bakın.)
Haydins, ellerine sağlık, çok güzeller, büyük bir zevkle takacağım ve eminim ki bir çok kişi nereden aldığımı soracak :) Tekrar teşekkür ederim.
Cumartesi camları sildiğimden bahsetmiştim. Hatta bunun daha önce şaşmaz bir yağmur duası olduğundan da bahsetmiştim. Yağmur getirici bir diğer faktör olarak kocam da arabayı yıkatınca pazar günü yağmur yağması kaçınılmaz oldu. Usul usul, bazen de şakır şakır yağan yağmur camlara vurdukça içimiz bir garip oldu kocamla. Ama yağmur bitmeden ortaya çıkan harika bir gökkuşağı tekrar içimizi ısıttı, amaaan dedik, yağarsa yağsın ne yapalım, yine sileriz camları/yıkatırız arabayı. İşte o harikulade gökkuşağının fotoğrafları:
Haftasonu bitince bir kez daha Ankara yoluna koyuldum. Fakülteye geldiğimde yaklaşık 5 günden beri masamın üzerinde beni bekleyen sürprizi biliyordum ama yine de merakla girdim odama. Haydins bana kuş yuvası küpe-kolye seti yapmıştı, kargoyla yollayacaktı. Hafta içi oda arkadaşım arayıp kargonun geldiğini haber vermişti, o yüzden çok sevinçliydim. Kargo şirketinin torbasını açıp üzerinde minik bir süsü olan minik bir kutu görünce, içinde ne olduğunu bilmiyormuş gibi heyecanlandım nedense. Haydins'in minik bir kartı çıktı küpelerin ve kolyenin yanında. Sevgili Haydins, tasarımların kesinlikle uyduruk değil, blogunda fotoğraflarını yayınladığında bayılmıştım onlara, gerçekleri çok daha güzel. İşte benim güzel takı setim: (Ah bir de fotoğraflarını güzelce çekebilseydim. Gecenin bu saati olunca flaşla çektim olmadı, flaşsız çektim olmadı. Oysa doğal ışıkta çok daha güzel görünüyorlar. En iyisi Haydins'in kendi sayfasındaki resimlere de bakın.)
Haydins, ellerine sağlık, çok güzeller, büyük bir zevkle takacağım ve eminim ki bir çok kişi nereden aldığımı soracak :) Tekrar teşekkür ederim.
Haftasonu birikenler-2 (Serrose'ye bir kez daha teşekkür ederim)
Nerde kalmıştım? Sevgili Serrose'nin Japonya'dan yanında getirdiklerinde. Öncelikle tekrar teşekkür ederim Serrose, ellerin dert görmesin. Çok sevindirdin beni.
Aldiklarimi listeleyeyim.
1) Origami kagidi. Siparis verirken cok dikkat etmemişim ama kağıtlar sakura desenliymiş meğerse. Daha da çok bayıldım. Napacaksın origami kağıtlarını derseniz geleceğe yatırım. Bir origami kitabı almıştım oralardan dönerken, içinde bir miktar kağıt da vardı ama yetmez diye düşünerek biraz daha alayım dedim. Ne de olsa geleceğe yatırım benim için, azimliyim.
Aldiklarimi listeleyeyim.
1) Origami kagidi. Siparis verirken cok dikkat etmemişim ama kağıtlar sakura desenliymiş meğerse. Daha da çok bayıldım. Napacaksın origami kağıtlarını derseniz geleceğe yatırım. Bir origami kitabı almıştım oralardan dönerken, içinde bir miktar kağıt da vardı ama yetmez diye düşünerek biraz daha alayım dedim. Ne de olsa geleceğe yatırım benim için, azimliyim.
2) Onigri. İçi pirinç ama bizim alıştığımız gibi değil, Japon pirinçleri bizimkilerden biraz farklı, daha yapışkan (normal pilav yaptım gerçi, gayet güzel oluyordu). Tam ortasında ton balığı, tavuk, ne isterseniz, dışı nori kaplı. Harika lezzetler. 6 yıldır tadı damağımda kalmış meğerse. Serrose sağolsun ben 1 tane beklerken kargoma 2 tane onigri koymuş, tam bir sürpriz oldu. Birini kocama verdim, diğerini ben afiyetle mideye indirdim. Hiç beklemiyordum ama kocam da bayıldı. Bizim pirinçlerle yapmayı deneyeceğim :)
3) Japon Pazarı'nda olmayan birşey, aradı buldu benim için sağolsun. Sushi roll. Yıllar önce ağbime getirmiştim, sushi yaparken çok kullanışlı birşey. İçine koyup sarıyor, sonra da dilimliyorsunuz. Taşınma sırasında kaybetmişti ağbim, Ona sürpriz yapmak istedim. Serrose de yardımcı oldu, dediğim gibi sipariş listesinde olmamasına rağmen buldu sağolsun. Hem de iki boyda. Tekrar teşekkür ederim.
4) Sushi roll alınca yanında Nori olmazsa olmaz değil mi, sushileri neye sarıp yiyeceğiz. Sağolsun, yine Japon pazarı'nda olmayan bir sipariş aldı sevgili serrose. (1 paketini onigri için ayırdım). Fotoğraf çekmemişim, onigri yemiştim tabi, aklım başımdan gitmiş :)
5) Bu ise tamamen bir sürpriz. Pocky'lerden bahsetmiştim bir ara. Yazdığım bir yorumda olabilir, ben hatırlamıyorum ama Serrose unutmamış, büyük bir paket pocky de almış bana. Bayıla bayıla yedik (diyet gereği ben daha az).
6) Bunlar da sonuncu siparişlerim. Sake şişeleri :) Sake bardaklarım vardı ama şişelerim yoktu. O yüzden Japon Pazarı'nda görünce bayıldım. 3 tane aldım, ikisi bana biri de anneme olmak üzere. Ama desenleri o kadar güzeldi ki, hangilerini kendime ayıracağımı şaşırdım. Sonuçta seçebildim ve sake bardaklarımın arkasına yerleştirilmiş halde çektim fotoğraflarını. Çevrelerinde diğer Japon ıvır zıvırım da var. Yerlerine çok yakıştırlar bence. Elim değmişken diğer Japon ıvır zıvırımın da fotoğraflarını çektim, bakalım beğenecek misiniz. Bir kez daha gidebilsem daha neler neler alacağım, ah bir fırsatım olsa :)
27 Nisan 2009 Pazartesi
Haftasonu birikenler
Raporlu olduğum son haftasonu da geçti. Bakıyorum da son günler nedense hep olduğu gibi çok hızlı geçivermiş sanki. Haftaya da geleceğim evime ama dediğim gibi gitmek zor geliyor.
Cumartesi kocamın uyumasından faydalanarak tüm camları sildim. Evsahibimiz balkonlardan birini kapattırmıştı sağolsun, orayı silememiştik yapıldığından beri. Diğer camlar da zaten berbat durumdaydı. Hamile olunca kocam maymun gibi camlara tırmanmamı istememişti, kendisi silecekti ama araya giren durum nedeniyle camları da sallamıştık.
Raporumun ilk 2 haftasını kocama ve anneme söz verdiğim gibi camlardan uzak geçirdim ama c.tesi günü daha fazla dayanamayarak aldım elime bezleri, o cam senin, bu cam benim pırıl pırıl yaptım. Camlar silinince dışarıya bakmaya bayılıyorum. Gözüm gönlüm açılıyor. Herhalde evhanımı falan olsam kirlendikçe silerim, manayağa dönerim (iyi ki değilim :) ) Kocam uyanınca hem kızdı hem de "dışarısı böyle mi görünüyordu, vay canına" diye şaşırdı. Camların halini siz tahmin edin :)
Haftaya da halıları ve salonun koltuklarını silme gibi düşüncelerim var. Tekrar hamile kalmak istiyorum madem, olmadan önce aklımdaki işleri bitireyim. Bu 2 hafta mükemmel fırsattı aslında ama dediğim gibi hem izin vermedi kocam hem de vücudu zorlamanın anlamı yok, iyileşmek de lazım.
Öğleden sonra evden çıkmamız gerekiyordu, müzik setini tamirden al, market alışverişi yap, annemleri ziyaret et, sinemaya git derken yoğun bir programımız vardı. Ben bu arada da kargo şirketini bekliyorum. Sevgili serrose Japon pazarı siparişlerimi ve ekstra isteklerimi yollayacaktı bana. Artık evden çıkmak üzereyken kargo şirketini aradım, görevli kargomun dağıtımda olduğunu söyledi. Acaba akşamüstü sinemadan önce uğrayabilir miyiz ama kesinlikle yol üstü değil, hatta çok ters yerlerdeler, tüh pazartesiye kalacak, o sabah da otobüse daha erken bir saatte bineceğim alamam, haftaya kalacak ne kötü derken kapı çaldı ve kargom geldi. Paketi açıp içindeki bazı şeyleri buzdolabına kaldırdıktan sonra dışarı fırladık.
Eve gelmeden önce gittiğimiz filmden bahsedeyim. "Erkekler ne söyler kadınlar ne anlar (He`s Just Not That Into You)"a gittik. Nasıl bir kadro kurmuşlar helal olsun, duyan gelmiş gibi, kime baksanız tanıdık, kime baksanız ünlü. (İkinci bir "Stepford Wives" vakası olacak diye korktuk ama fena değildi, ilişkiler üzerine romantik komedi işte, eğlencelik). Ana fikir şu, "kadınlar erkeklerin söylediklerine farklı ve bir sürü anlamlar yükler, oysa erkekler bu kadar detaylı düşünmez, sizinle görüşmek istiyorlarsa ne yapar eder görüşürler, mutlaka ararlar". Gerçekten de öyle aslında, adam saati sorsa bile aslında farklı şeyler ima ettiğini düşünebilen ve bu konu hakkında arkadaşlarımızla saatlerce konuşabilen tipleriz biz kadınlar. Bu anafikir üzerine farklı kişilerin hayatlarına giriyor kamera ve neler olup bitiyor görüyorsunuz. Gidilebilir bir film. En azından "vay anasını, bu adam da mı oynuyor" demek veya kendinizle karşılaştırmak için. Mesela kocam Eskişehir'deki bir toplantıda tanıştıktan 2 gün sonra geri dönerken (benimle birlikte bir sürü adamı otogardan uğurlarken) telefonumu istemişti, ben de nedense vermiştim ve gecenin 3'ünde bana mesaj yazmıştı da bu hallere gelmiştik. Demek gerçekten de erkekler görüşmek isterse mutlaka ulaşıyorlar insana. Bu konu hakkında mutlaka yorum yapacaktır, bekliyorum. :)
Sinemada toplam 10 kişiydik. Toplamda 3 çift, 2 sap ve biri sinemada çalışan bir kız olmak üzere 2 kız arkadaş. Çiftin biri yanımızdaydı, üniversite öğrencisi oldukları belliydi. Sinemaya neden gelmişler anlamadım. İkisi de filmin başında cep telefonuyla mesajlaşıyordu. Kız bir süre sonra filme verdi kendini ama çocuk aynen devam. Abartmıyorum, çocuğa dakikada bir mesaj geliyordu. Es kaza 2 dakikaya ulaşsa mesaj aralığı endişe eder hale gelmiştik, ne oldu, karşıdaki cevap yazmayacak mı diye. Filmden birşey anladığını sanmıyorum. Cep telefonunun ışığını sürekli gözümüze sokarak beni sinir etti, kocamı dellendirdi, zor tuttum adamı. İkinci yarıda bir ara bir mesaj geldi ve apar topar kalkıp gittiler. Bir de mesajları kıza göstermeden yazıyordu, kızı aldatıyor mu ne? Aman bana ne. Onlar gittikten sonra film daha bir güzelleşti sanki.
Yazı uzun oldu galiba, o zaman sevgili serrose'nin yolladığı kargoyu akşam eve gidince yazayım. Daha bavulumu toparlamadım, gidip o işlerimi halletmem lazım. Dedim ya, geri dönmek neyse de insanlarla karşılaşmak ah vah dinlemek istemiyorum. Ama yapılması lazım maalesef.
Cumartesi kocamın uyumasından faydalanarak tüm camları sildim. Evsahibimiz balkonlardan birini kapattırmıştı sağolsun, orayı silememiştik yapıldığından beri. Diğer camlar da zaten berbat durumdaydı. Hamile olunca kocam maymun gibi camlara tırmanmamı istememişti, kendisi silecekti ama araya giren durum nedeniyle camları da sallamıştık.
Raporumun ilk 2 haftasını kocama ve anneme söz verdiğim gibi camlardan uzak geçirdim ama c.tesi günü daha fazla dayanamayarak aldım elime bezleri, o cam senin, bu cam benim pırıl pırıl yaptım. Camlar silinince dışarıya bakmaya bayılıyorum. Gözüm gönlüm açılıyor. Herhalde evhanımı falan olsam kirlendikçe silerim, manayağa dönerim (iyi ki değilim :) ) Kocam uyanınca hem kızdı hem de "dışarısı böyle mi görünüyordu, vay canına" diye şaşırdı. Camların halini siz tahmin edin :)
Haftaya da halıları ve salonun koltuklarını silme gibi düşüncelerim var. Tekrar hamile kalmak istiyorum madem, olmadan önce aklımdaki işleri bitireyim. Bu 2 hafta mükemmel fırsattı aslında ama dediğim gibi hem izin vermedi kocam hem de vücudu zorlamanın anlamı yok, iyileşmek de lazım.
Öğleden sonra evden çıkmamız gerekiyordu, müzik setini tamirden al, market alışverişi yap, annemleri ziyaret et, sinemaya git derken yoğun bir programımız vardı. Ben bu arada da kargo şirketini bekliyorum. Sevgili serrose Japon pazarı siparişlerimi ve ekstra isteklerimi yollayacaktı bana. Artık evden çıkmak üzereyken kargo şirketini aradım, görevli kargomun dağıtımda olduğunu söyledi. Acaba akşamüstü sinemadan önce uğrayabilir miyiz ama kesinlikle yol üstü değil, hatta çok ters yerlerdeler, tüh pazartesiye kalacak, o sabah da otobüse daha erken bir saatte bineceğim alamam, haftaya kalacak ne kötü derken kapı çaldı ve kargom geldi. Paketi açıp içindeki bazı şeyleri buzdolabına kaldırdıktan sonra dışarı fırladık.
Eve gelmeden önce gittiğimiz filmden bahsedeyim. "Erkekler ne söyler kadınlar ne anlar (He`s Just Not That Into You)"a gittik. Nasıl bir kadro kurmuşlar helal olsun, duyan gelmiş gibi, kime baksanız tanıdık, kime baksanız ünlü. (İkinci bir "Stepford Wives" vakası olacak diye korktuk ama fena değildi, ilişkiler üzerine romantik komedi işte, eğlencelik). Ana fikir şu, "kadınlar erkeklerin söylediklerine farklı ve bir sürü anlamlar yükler, oysa erkekler bu kadar detaylı düşünmez, sizinle görüşmek istiyorlarsa ne yapar eder görüşürler, mutlaka ararlar". Gerçekten de öyle aslında, adam saati sorsa bile aslında farklı şeyler ima ettiğini düşünebilen ve bu konu hakkında arkadaşlarımızla saatlerce konuşabilen tipleriz biz kadınlar. Bu anafikir üzerine farklı kişilerin hayatlarına giriyor kamera ve neler olup bitiyor görüyorsunuz. Gidilebilir bir film. En azından "vay anasını, bu adam da mı oynuyor" demek veya kendinizle karşılaştırmak için. Mesela kocam Eskişehir'deki bir toplantıda tanıştıktan 2 gün sonra geri dönerken (benimle birlikte bir sürü adamı otogardan uğurlarken) telefonumu istemişti, ben de nedense vermiştim ve gecenin 3'ünde bana mesaj yazmıştı da bu hallere gelmiştik. Demek gerçekten de erkekler görüşmek isterse mutlaka ulaşıyorlar insana. Bu konu hakkında mutlaka yorum yapacaktır, bekliyorum. :)
Sinemada toplam 10 kişiydik. Toplamda 3 çift, 2 sap ve biri sinemada çalışan bir kız olmak üzere 2 kız arkadaş. Çiftin biri yanımızdaydı, üniversite öğrencisi oldukları belliydi. Sinemaya neden gelmişler anlamadım. İkisi de filmin başında cep telefonuyla mesajlaşıyordu. Kız bir süre sonra filme verdi kendini ama çocuk aynen devam. Abartmıyorum, çocuğa dakikada bir mesaj geliyordu. Es kaza 2 dakikaya ulaşsa mesaj aralığı endişe eder hale gelmiştik, ne oldu, karşıdaki cevap yazmayacak mı diye. Filmden birşey anladığını sanmıyorum. Cep telefonunun ışığını sürekli gözümüze sokarak beni sinir etti, kocamı dellendirdi, zor tuttum adamı. İkinci yarıda bir ara bir mesaj geldi ve apar topar kalkıp gittiler. Bir de mesajları kıza göstermeden yazıyordu, kızı aldatıyor mu ne? Aman bana ne. Onlar gittikten sonra film daha bir güzelleşti sanki.
Yazı uzun oldu galiba, o zaman sevgili serrose'nin yolladığı kargoyu akşam eve gidince yazayım. Daha bavulumu toparlamadım, gidip o işlerimi halletmem lazım. Dedim ya, geri dönmek neyse de insanlarla karşılaşmak ah vah dinlemek istemiyorum. Ama yapılması lazım maalesef.
25 Nisan 2009 Cumartesi
Zaman akıyor
Evime geleli 2 hafta oldu. 2 haftadır işten güçten uzağım. Bol bol dinlendim, hafif yürüyüşlerle birlikte spor yaptım, kocamla vakit geçirdim, kıtırla oynadım.
Bu kadar ara verdikten sonra geri dönmek aslında çok zor geliyor. Ankara'dan ne şartlar altında geldiğimi, neler yaşadığımı bu 2 haftada tamamen kafamdan sildim sanki. Evde olunca zaman mevhumu da kalmıyor, günler birbirine karışıyor. O yüzden bu 2 hafta bana 2 yıl gibi geldi. Dertlerimi, tasalarımı Ankara'da bırakmıştım ama şimdi tekrar karşılaşmak zorundayım.
Hamile olduğumu pek az kişiye söylemiştim. Ama bu 2 haftalık yokluğum nedeniyle ve aldığım raporda durum açıkça yazıldığı için herhalde fakültedekilerin çoğu öğrenmiştir. Şimdi ahlar, vahlar olacak, bir sürü kişiye dert anlatmak zorunda kalacağım. Taziye ziyaretlerini pek sevmem, tamam başsağlığı dilemek, acıyı paylaşmak güzel birşey ama bir yakınını kaybeden birine başsağlığı ziyaretine gittiğimizde sanki yarasını kanatıyor, acısını unutmasına izin vermiyormuşuz gibi geliyor bana. Yanlış düşünüyorum belki ama karşımdakini üzmek, nasıl-neden olduğunu tekrar tekrar anlatmasına neden olarak deşmek istemem yarasını. İşte şimdi de bana öyle olacak. "Aaaa, hamile miydin sen? Peki neden böyle oldu? Birşey mi yaptın acaba? İlaç falan mı kullandın bilmeden? Tüh tüh, nerde oldu operasyon? Gençsiniz nasıl olsa yine olur. Yaş ilerliyor, acele edin. Acaba kız mıydı erkek miydi?" Falan filan.
Umarım korktuğum gibi olmaz da insanlar fazla kurcalamaz. :(
Bu kadar ara verdikten sonra geri dönmek aslında çok zor geliyor. Ankara'dan ne şartlar altında geldiğimi, neler yaşadığımı bu 2 haftada tamamen kafamdan sildim sanki. Evde olunca zaman mevhumu da kalmıyor, günler birbirine karışıyor. O yüzden bu 2 hafta bana 2 yıl gibi geldi. Dertlerimi, tasalarımı Ankara'da bırakmıştım ama şimdi tekrar karşılaşmak zorundayım.
Hamile olduğumu pek az kişiye söylemiştim. Ama bu 2 haftalık yokluğum nedeniyle ve aldığım raporda durum açıkça yazıldığı için herhalde fakültedekilerin çoğu öğrenmiştir. Şimdi ahlar, vahlar olacak, bir sürü kişiye dert anlatmak zorunda kalacağım. Taziye ziyaretlerini pek sevmem, tamam başsağlığı dilemek, acıyı paylaşmak güzel birşey ama bir yakınını kaybeden birine başsağlığı ziyaretine gittiğimizde sanki yarasını kanatıyor, acısını unutmasına izin vermiyormuşuz gibi geliyor bana. Yanlış düşünüyorum belki ama karşımdakini üzmek, nasıl-neden olduğunu tekrar tekrar anlatmasına neden olarak deşmek istemem yarasını. İşte şimdi de bana öyle olacak. "Aaaa, hamile miydin sen? Peki neden böyle oldu? Birşey mi yaptın acaba? İlaç falan mı kullandın bilmeden? Tüh tüh, nerde oldu operasyon? Gençsiniz nasıl olsa yine olur. Yaş ilerliyor, acele edin. Acaba kız mıydı erkek miydi?" Falan filan.
Umarım korktuğum gibi olmaz da insanlar fazla kurcalamaz. :(
23 Nisan 2009 Perşembe
Bugün 23 Nisan ve yine yağmur yağıyor
Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan gibi bir giriş yapmak isterdim ama hava kapalı, insana neşeden çok karamsarlık veriyor, melankolik bir ruh haline sokuyor. Geçen yazdan beri yağmur yağdığı için şikayet eden kimse duymadım gerçi. Geçen yaz Ankara'da yaşadığımız rezilliği hatırlarsınız. Suları günaşırı vermeye başladı adam, sonra borulardaki basınçları ayarlayamadığı için boruları patlatıp 1 aylık suyu heba etmişti. Tam bir bilgisizlik ve beceriksizlik örneği.
Yağmur yağdığı için tek bir gün mutlu değilim, o da bugün. Her yıl 23 Nisan'da ya yağmur, ya da kar yağar Ankara'da. Bu yıl gördüğüm kadarıyla Eskişehir'de de durum pek farklı değil. İnce ince yağmur yağıyor kimbilir ne zamandan beri. Ülkemizin belki de en büyük bayramını, aynı zamanda çocuklara adanan yegane bayramını yine yağmurlar eşliğinde kutlayacağız. Haftalardır prova yapan çocukların emekleri yine boşa gidecek. 19 Mayıs'ta ise yine pırıl pırıl bir güneş olacak, stadyumlardaki törenler aksamadan yapılacak. Çocuklar gıcık oluyordur herhalde bu duruma, ben onların yerinde olsam kesin olurdum.
Yağmur yağdırması kesin olan birkaç şey var bildiğim. Sizlerle de paylaşayım:
1) 23 Nisan provaları. Provalar yapıldı mı 23 Nisan günü yağmur yağması kaçınılmaz.
2) Babamın arabasını yıkaması. Kesin ve sayısız kez ispatlanmış bir yöntemdir. 1-2 saat içinde yağmur yağması garantilidir.
3) Kocamın arabasını yıkatması. Ne zaman arabayı yıkamaya versek akşamına mutlaka yağmur yağar. Bu da çok kez ispatlanmış bir yöntemdir.
4) Cam silmeyi düşünmem. Buna da garantili bir yöntem denebilir. Ne zaman cam sileyim desem yağmur yağar. Geçen hafta kocam izin vermedi, "daha tam iyileşemedin, kendini sakın yorma, eve gelince kontrol edeceğim pencereleri" demişti. Ben de bu hafta daha iyiyim, gizli gizli 1-2 cam sileyim en azından diyordum ki yağmur yağmaya başladı. Yarına diner mi acaba? Sanmam, aklımda cam silme fikri oldukça zor.
5) Başka bir yöntem de kocamın haftasonu için Ankara'ya gelişi. Bir ara yazın tam ortası olmadığı sürece kocam ne zaman Ankara'ya gelse yağmur yağıyordu. Bir ara hiç yoktan tipi gibi bir kar bile yağmaya başlamıştı. Hatta Gökçek su sorununu çözmek için kocama maaş bağlamalı, her hafta Ankara'ya getirtmeli bile diyorduk bir ara.
Ha yağmur duası, ha yukarıdaki maddeler. Mutlaka sizlerin de yağmur garantili yöntemleriniz vardır :)
Yağmur yağdığı için tek bir gün mutlu değilim, o da bugün. Her yıl 23 Nisan'da ya yağmur, ya da kar yağar Ankara'da. Bu yıl gördüğüm kadarıyla Eskişehir'de de durum pek farklı değil. İnce ince yağmur yağıyor kimbilir ne zamandan beri. Ülkemizin belki de en büyük bayramını, aynı zamanda çocuklara adanan yegane bayramını yine yağmurlar eşliğinde kutlayacağız. Haftalardır prova yapan çocukların emekleri yine boşa gidecek. 19 Mayıs'ta ise yine pırıl pırıl bir güneş olacak, stadyumlardaki törenler aksamadan yapılacak. Çocuklar gıcık oluyordur herhalde bu duruma, ben onların yerinde olsam kesin olurdum.
Yağmur yağdırması kesin olan birkaç şey var bildiğim. Sizlerle de paylaşayım:
1) 23 Nisan provaları. Provalar yapıldı mı 23 Nisan günü yağmur yağması kaçınılmaz.
2) Babamın arabasını yıkaması. Kesin ve sayısız kez ispatlanmış bir yöntemdir. 1-2 saat içinde yağmur yağması garantilidir.
3) Kocamın arabasını yıkatması. Ne zaman arabayı yıkamaya versek akşamına mutlaka yağmur yağar. Bu da çok kez ispatlanmış bir yöntemdir.
4) Cam silmeyi düşünmem. Buna da garantili bir yöntem denebilir. Ne zaman cam sileyim desem yağmur yağar. Geçen hafta kocam izin vermedi, "daha tam iyileşemedin, kendini sakın yorma, eve gelince kontrol edeceğim pencereleri" demişti. Ben de bu hafta daha iyiyim, gizli gizli 1-2 cam sileyim en azından diyordum ki yağmur yağmaya başladı. Yarına diner mi acaba? Sanmam, aklımda cam silme fikri oldukça zor.
5) Başka bir yöntem de kocamın haftasonu için Ankara'ya gelişi. Bir ara yazın tam ortası olmadığı sürece kocam ne zaman Ankara'ya gelse yağmur yağıyordu. Bir ara hiç yoktan tipi gibi bir kar bile yağmaya başlamıştı. Hatta Gökçek su sorununu çözmek için kocama maaş bağlamalı, her hafta Ankara'ya getirtmeli bile diyorduk bir ara.
Ha yağmur duası, ha yukarıdaki maddeler. Mutlaka sizlerin de yağmur garantili yöntemleriniz vardır :)
21 Nisan 2009 Salı
Aman Tanrım, mutfakta birşey var
Evet mutfakta birşey var ama yabancı değil, bizim kıtır. Hayvancağız herhalde çok sıkıldı kafesinin içinde, bizi görür görmez tellere tırmanıyor, beni de çıkarın dışarı diyor. Kafesi açıp elimi kenarına tutunca hırsla elime atlıyor hayvan (normalde rahat çıksın diye kıçından hafifçe iteklerdik oysa). Bu aralar kendi derdimize düştük, kafesini temizlemeyi ihmal ettik, ondan da dışarı çıkmak istiyor olabilir. Ama dışarıda çok mutlu. Topunun içine koyunca fıldır fıldır koşturuyor evin içinde. Bu sefer kocam halının üzerine bırak dedi, yanımızda, gözümüzün önünde olsun diye mutfak halısının üstüne koyduk. Halıya bayıldı. Halı dediysem de normal halı gibi değil, değişik birşey, şimdi ne olduğunu düşünerek kafamı yoramayacağım ama hayvanın bayılacağı cinsten. Nereyi kemirsem diye manyak oldu. Top olmadan etrafı görebildiği için de sanıyoruz çok mutluydu. Biraz sağa sola gitti, tırnakları oraya buraya takıldı, kurtuldu, kurtulamadı derken iyice eğlendikten sonra tekrar kafesine konuldu.
Geçenlerde babamlar aradı. Hantai virüsü var bu aralar biliyorsunuz. Kuş gribi, kene derken dünyanın çivisi çıktı, ekolojik denge iyice bozuldu, bakalım sonumuz ne olacak. Haberlerde virüsün farelerden geçtiğini duymuşlar, panikle aradılar. Bizimkinin fare olmadığını biliyorlar, cüce hamster kendisi, haydi yakın akrabalar diyelim ama yine de olmaz ki. Hayvan dışarı çıkıp yabani farelerle yarenlik etmiyor ki virüsü kapsın. Ancak bizim getirip hayvana bulaştırmamız lazım. Anne ve babamın içini rahatlattım ama evlerde beslenen hamster ve türevleri için de şimdiden üzüldüm. Kuş gribi vakaları hortladığında millet panikten evlerindeki muhabbet kuşlarını dışarı atmıştı hatırlarsınız. Hatta babam bir Şubat sabahında yürüyüş yaparken yere konmuş bir muhabbet kuşu bulmuştu da eve getirmişti. Ufacık hayvanlar doğada kendilerini nasıl korusunlar. Muhabbet kuşlarının uçma kapasitesi belli, hemen yorulur yere düşerler, bir kediye yem olurlar. O da olmazsa Şubat soğuğunda nasıl yaşasın bu hayvancıklar. Ne acımasız insanlar var ya inanamıyorum. Evlerdeki hamster ve cüce hamsterleri de atar bunlar dediğim gibi. Bunlar da fazla uzaklara gidemez ki. Yeterince hızlı değiller. Bizim kıtır mesela, kafesini açık bırak kendi başına çıkamaz bile. Bir keresinde de topunun içinde dolaşırken ben kapağı iyice yerine oturtamadığım için mutfakta dolanırken kapak açılmış bu garibim de dışarı çıkmıştı. Neden sonra bulduğumuzda topun dibinde öylece pısmış duruyordu. İlk defa dışarıda bulunca kendini ne yapacağını şaşırmış, bir kenara sinmiş garibim. Dışarıda ne yapsın peki bu minik şey.
Not: Mutfakta dolanıyor diye içiniz kalkmasın, hayvan sizden, benden temiz. Elimize aldıktan sonra bile hemen temizlenip tüylerini düzeltiyor. Ayrıca kocam sürekli şampuanlarla köpürte köpürte yıkıyor kendisini, endişeniz olmasın.
20 Nisan 2009 Pazartesi
Star Wars için ekleme
Geçen gün bir şeyi yazmayı unutmuştum, onu yazayım , son filmde gördüğüm bir şeyi de ekleyeyim derken bu ek yazı çıktı ortaya.
İlk filmin daha doğrusu serinin 4. filminin (3 kuruşluk aklım vardı, onu da aldın benden George Lucas) son sahnelerini hatırlarsınız sanıyorum. Hani Prenses Leia bizimkilere hizmetlerinden dolayı madalya takar (Neden Chewbecca'ya takmazlar onu anlamam, tamam pek yakışıklı değil, hatta kıl yumağı ama o da gemideydi, fazlasıyla hak ediyordu.) Neyse. Bizimkiler madalya takıldıktan sonra seyircilere dönerler, mahcup mahcup bakınırlarken Chewbecaa arhhhhhhhhhhhhhhhhhh diye bağırır (garibim herhalde bana neden yok diye feryat ediyordu ama biz anlamadık tabii). İşte bu sahneyi çok iyi bildiğim için, yıllar sonra haberlerde gördüğüm bir başka ödül töreni bana aynen bu sahneyi hatırlatmıştı. Bahsettiğim tören Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat ödülünü alışı. Bu arada şunu da ek bilgi olarak vereyim, Orhan Pamuk okumam, sevmem. Yıllar önce bir kitabını okumaya başlamıştım. Kara Kitap idi ve feci halde içim sıkılmıştı. Başladığım kitabı bitirmeden bırakmayı sevmem, o yüzden kendimi zorlamıştım okumak için ama ne fayda. Kitabı bir daha asla okunmayacak kitaplar listemini başına yerleştirmiştim. Sonrasında da bu önyargıyla diğer kitaplarını okumadım zaten. Nobel'i alması, neye göre aldığı vs. başka hikaye zaten, konumuz bu değil. Haberlerde vs. töreni gördüyseniz benzerliği siz de fark etmişsinizdir belki. Orhan Pamuk'a madalyası takılır, o da Luke Skywalker ve Han Solo gibi yüzünde mahcup bir ifadeyle seyircilere döner ve selam verir. İşte o anda Chewbecca bir yerlerden çıkıp arrrhhhhhhhhhhh diye bağıracak gibi gelmişti bana. İşte bunu yazayım demiştim.
Diğer yazacağım şey de 3. yani 6. filmle ilgili (ayyyyyyy). Bu filmin en son sahnesinde imparator yenilmiş, Cumhuriyet'in tüm gezegenlerinde havai fişekler eşliğinde kutlamalar yapılmaktadır bilirsiniz. Kahramanlarımızın kutlamalarının sonunda Luke bir yerlere doğru bakar ve Yoda ve Ben'i mutlu mutlu gülümserken görür. 1-2 saniye sonra yanlarına Jedi kıyafeti giymiş halde Babası Anakin Skywalker (eski Darth Vader) da katılır. İşte bu sahnede şöyle bir değişiklik var. Sinemalarda gösterilen filmde babası olarak kaskı çıkarttığında gördüğümüz yaşlı adam görünüyordu, tabii, saçlı, yüzü vücudu düzelmiş halde. Bu yeni DVD'lerde ise Yoda ve Ben'in yanında 3. filmde (Revenge of the Sith) gördüğümüz genç Anakin Skywalker beliriyor. Kocamla neden böyle yaptılar acaba, adamcağızın yaşlı halini neden koymadılar derken şu karara vardık. Luke babasının içinde kalan iyilik kırıntısı sayesinde onu ölmeden önce iyi tarafa çekmişti, bu durumda öldükten sonra ruh ya da her ne halde etrafta belirirken Darth Vader olmadan önceki, iyi zamanlarındaki haliyle koymayı tercih etmişler sanıyoruz. Ya da ne akla hizmet böyle yaptılar bilmiyoruz. Dediğim gibi, bu George Lucas insanın kafasını çok ama çok karıştırıyor. :)
İlk filmin daha doğrusu serinin 4. filminin (3 kuruşluk aklım vardı, onu da aldın benden George Lucas) son sahnelerini hatırlarsınız sanıyorum. Hani Prenses Leia bizimkilere hizmetlerinden dolayı madalya takar (Neden Chewbecca'ya takmazlar onu anlamam, tamam pek yakışıklı değil, hatta kıl yumağı ama o da gemideydi, fazlasıyla hak ediyordu.) Neyse. Bizimkiler madalya takıldıktan sonra seyircilere dönerler, mahcup mahcup bakınırlarken Chewbecaa arhhhhhhhhhhhhhhhhhh diye bağırır (garibim herhalde bana neden yok diye feryat ediyordu ama biz anlamadık tabii). İşte bu sahneyi çok iyi bildiğim için, yıllar sonra haberlerde gördüğüm bir başka ödül töreni bana aynen bu sahneyi hatırlatmıştı. Bahsettiğim tören Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat ödülünü alışı. Bu arada şunu da ek bilgi olarak vereyim, Orhan Pamuk okumam, sevmem. Yıllar önce bir kitabını okumaya başlamıştım. Kara Kitap idi ve feci halde içim sıkılmıştı. Başladığım kitabı bitirmeden bırakmayı sevmem, o yüzden kendimi zorlamıştım okumak için ama ne fayda. Kitabı bir daha asla okunmayacak kitaplar listemini başına yerleştirmiştim. Sonrasında da bu önyargıyla diğer kitaplarını okumadım zaten. Nobel'i alması, neye göre aldığı vs. başka hikaye zaten, konumuz bu değil. Haberlerde vs. töreni gördüyseniz benzerliği siz de fark etmişsinizdir belki. Orhan Pamuk'a madalyası takılır, o da Luke Skywalker ve Han Solo gibi yüzünde mahcup bir ifadeyle seyircilere döner ve selam verir. İşte o anda Chewbecca bir yerlerden çıkıp arrrhhhhhhhhhhh diye bağıracak gibi gelmişti bana. İşte bunu yazayım demiştim.
Diğer yazacağım şey de 3. yani 6. filmle ilgili (ayyyyyyy). Bu filmin en son sahnesinde imparator yenilmiş, Cumhuriyet'in tüm gezegenlerinde havai fişekler eşliğinde kutlamalar yapılmaktadır bilirsiniz. Kahramanlarımızın kutlamalarının sonunda Luke bir yerlere doğru bakar ve Yoda ve Ben'i mutlu mutlu gülümserken görür. 1-2 saniye sonra yanlarına Jedi kıyafeti giymiş halde Babası Anakin Skywalker (eski Darth Vader) da katılır. İşte bu sahnede şöyle bir değişiklik var. Sinemalarda gösterilen filmde babası olarak kaskı çıkarttığında gördüğümüz yaşlı adam görünüyordu, tabii, saçlı, yüzü vücudu düzelmiş halde. Bu yeni DVD'lerde ise Yoda ve Ben'in yanında 3. filmde (Revenge of the Sith) gördüğümüz genç Anakin Skywalker beliriyor. Kocamla neden böyle yaptılar acaba, adamcağızın yaşlı halini neden koymadılar derken şu karara vardık. Luke babasının içinde kalan iyilik kırıntısı sayesinde onu ölmeden önce iyi tarafa çekmişti, bu durumda öldükten sonra ruh ya da her ne halde etrafta belirirken Darth Vader olmadan önceki, iyi zamanlarındaki haliyle koymayı tercih etmişler sanıyoruz. Ya da ne akla hizmet böyle yaptılar bilmiyoruz. Dediğim gibi, bu George Lucas insanın kafasını çok ama çok karıştırıyor. :)
18 Nisan 2009 Cumartesi
Bu George Lucas uzaylı olmalı
Kocamla geçen gün Espark'taki D&R'a uğrayıp ne DVD'ler çıkmış, nelerin fiyatı inmiş diye bakalım dedik. Star Wars serisinin ilk 3 filmini box set halinde görünce gözlerime inanamadım (aslında son 3 film demeliyim, adam feci halde kafa karıştırıyor). Daha önce internette aramış ancak hep "tükendi" ibaresiyle karşılaşmıştım. Görünce hemen atladık üstüne. (Eve gelince internetten tekrar kontrol ettiğimizde piyasaya muhtemelen yeni çıktığını ve D&R'da çok daha ucuza satılmakta olduğunu görüp pek sevindik.)
Serinin 3. filmi olan Revenge of the Sith evde vardı, yakınlarda tekrar seyretmiştik. Dün 4. filmi izlemeye başladık. Filmi daha önce seyrettiğimizde gözümüze çarpmayan detayları farkedip iyice şaşırdık. Adamın 30 yıl sonra tekrar film çekeceğini nereden bilelim. Ama o biliyormuş tabii ki, filmin içine ipuçlarını koymuş. Mesela Luke, Obi-wan Kenobi'ye "Klon savaşlarında savaştın mı?" diye soruyor. Savaştı tabii adam, biz de bayıla bayıla seyrettik ama bu cümlenin söylenmesinden 30 yıl kadar sonra. Daha da pek çok şey.
Sonuçta iki nedenden dolayı adamın ya uzaylı ya da büyücü olduğuna karar verdik kocamla.
1) Sen film serisine 4. filmden başla, 5'i, 6'yı çek ve sonrasında geriye dönüp 1, 2, 3'ü çek ve tüm bunların kararını 4'ü çekmeden önce ver. Be adam film beğenilmez, gerisi gelmez, ya da geçen bu 30 yılda ölür kalırım, ya da millet 1, 2 ve 3'ü görünce 30 yıl önceki teknolojiyle yapılan filmleri izleyince güler korkun olmadı mı hiç?
2) Asıl büyücülük şu olsa gerek. Yukarıdaki maddenin son tümcesi asla gerçekleşmiyor. Adama gülemiyorsunuz çünkü teknoloji 30 yıl öncesinin değil gibi. Sahne geçişleri, kullandığı efektler, yarattığı yaratıklar, hayvanlar hepsi sanki günümüz teknolojisinin ürünü gibi (ya da bana öyle geliyor). Superman filmleri de aynı yıllarda çevrilmişti, ama şimdi izlediğinizde efektler komik geliyor ama bu öyle değil işte. Yok canım, bu adam kesin uzaylı ya da büyücü.
Gidip 2. pardon 5. filme başlamalı. Sonra da 1 ve 2. filmi bulup almalı. Kafamı karıştıyorsun George Lucas.
17 Nisan 2009 Cuma
Şu ağacın dili olsa da...
Evimizin tam karşısındaki parkta kocaman bir beyaz dut ağacı (Morus alba L.) var. Meyve verme vakti geldi mi hem kuşlar hem de insanlar yer meyvelerini ama bu ağacın asıl faydası aşıkların altında oturması için güzel bir gölgelik ve kamuflaj alanı oluşturması. Şu anda hiç yaprağı yok üzerinde ama baharın gelmesi ve kanların kaynamasıyla birlikte sevgililer gelip altında oturmaya başladılar bile.
Çok verimli bir ağaçtır, gün içinde 3-5 çift faydalanır bu ağaçtan. Ben de her seferinde şunu merak ederim: Acaba geçen sene veya geçen aylarda gelen çiftler şu anda hala beraber midir, yine birlikte gelip bu ağacın altında oturuyor mudur? Sanmam, çok gençler çünkü. Daha olgun olanlar da ağaç altında oturmak yerine kafelerde, sinemalarda buluşuyordur herhalde.
Ağaç yapraklarını verdiğinde biraz kamuflaj sağlar, özellikle de üst katlardan bakanlara karşı. Ama bizim gibi nispeten alt katlarda olanlar tabak gibi görürüz herşeyi. Bazen de yoldan geçen yaşlı amcalar ayıplar gençleri, 1-2 laf söylerler ama gençler umursamaz. Aşkın gözü kör ne de olsa, ama bizlerin değil. Özellikle de biraz ötede çocuk parkı olduğu için, birbirine sarılan, öpüşen gençleri gördükçe çocukların kafası karışıyordur diye düşünüyorum. Dün hava serindi, o yüzden gelen giden olmadı ama bugün hava pırıl pırıl, öğleden sonra mutlaka gelenler olur.
İşte o ağacın fotoğrafı da aşağıda. 17 Nisan oldu ama hala tek bir yaprak bile yok. Bir ara kara dut hakkında bir araştırma yapıyordum. Nerede bulduğumu şu anda hatırlamıyorum ama dut ağaçları için "ağaçların en akıllılarıdır" şeklinde bir ifade kullanılmıştı. "Havalar iyice ısınmadan bırak çiçek vermeyi, yaprak bile çıkarmazlar" diyordu. Oysa kirazlar, bademler güneşin ilk parıldamasında çiçek açıp sonra da havanın soğumasıyla üşüdüler bile. İşte bu fotoğraf da bu ifadenin canlı kanıtı. Demek ki ne zaman baharın veya yazın tam olarak geldiğine karar verebileceğiz? Dut ağaçları yaprak çıkarmaya başladığında :)
16 Nisan 2009 Perşembe
Döndüm
Hayat devam ediyor. Ben de bir süre ayrı kaldıktan sonra geri döndüm. Hepinize ilginiz için tekrar teşekkür ederim. Bayağı toparlandım sayılır ama dandik komedi filmlerindeki hafif duygusal sahnelerde ağlama potansiyeline sahibim. Zaten sulugözdüm ama hormonların iniş ve çıkışları iyice duygusal yaptı beni galiba.
Neyse. Pazar günü kocamla birlikte evimize döndük. Son 3 haftadır evime gelememiştim, doktorum yola çıkabilirsin deyince raporumu evimde, kocamla birlikte geçirmeye karar verdim. Ve bu sayede ilk defa hızlı trene bindim. Rahatsızlığım nedeniyle Business Class'a bilet aldı kocam. Herhalde görüp görebileceğim tek business class yolculuğu bu olacaktır, o yüzden görmemiş gibi fotoğraf çekip durdum.
Business Class internet bağlantısının, tekli koltuğun (normal trenlerin aksine, hızlı trende ekonomi sınıfında tekli koltuk yok), koltukların arkasında minik ekranların olduğu bir vagon. İçeçecek ve çikolata veya minik fındık paketi de ayrıca ücretsiz olarak veriliyor. Uçaklarda tepede olan ekranlardan da var. Yola çıkınca nerede olduğunuz, ne kadar yol kaldığına dair bilgiler veriyor. İster oradan bakın, ister önünüzdeki koltuktaki ekrandan, o size kalmış. Ayrıca müzik dinleme, film izleme şansına da sahipsiniz. Fazla alışmamaya çalıştım, ne de olsa ekonomi sınıfında yok bunlar.
Kocamla şansımıza bizim önümüzdeki ekranlar çalışmıyordu. O kadar da üstünde durmadım, sağlık olsun derken biz talep etmeden bir görevli geldi ve hemen düzeltti sistemleri. Business farkı bu olsa gerek. Tren boş olur diye düşünüyordum ama vagon tamamen doluydu (diğer vagonlardaki durumu bilmiyorum). Sanıyorum yolcuların çoğu İstanbul bağlantılı seferdeydi, inenleri bir kısmının Eskişehir Garı'nda bekleyen Sakarya Ekspresine bindiklerini gördük çünkü. Diğer saatlerde nasıldır bakmak lazım.
Tren Ankara çıkışında Sincan'ın ilerisine kadar yavaş hızda, daha sonra kendi hattına geçince normal hızda (250 km/saat civarı) ilerliyor. Eskişehir girişi de aynı şekilde. Böylece 1.5 saatte gelmiş oluyorsunuz. Şöyle diyeyim, film olarak Jumper gösteriliyordu, filmini sonunu göremedik, o kadar kısa sürdü yani yol. :)
Yolda giderken herkes bize bakıyordu. Hemzemin geçitlerde duran arabalar, istasyonlardaki yolcular, yanından geçtiğimiz diğer trenlerdeki yolcular... Ben de olsam bakardım. Onlar bize bakarken sanki hatları ben döşemişim, treni ben kullanıyormuşum gibi gururlandım nedense. Büyük bir yatırım bu ülkemiz için. Hele İstanbul hattı da tamamlansa harika birşey olacak. Bir vatandaş olarak gururlanıyorum elbette.
Yolda giderken, daha doğrusu kendi hattında kayarak ilerlerken bir ara mp3 player'ımda Apocalyptica'nın çok sevdiğim bir şarkısı çalıyordu. Grubu duymuşsunuzdur belki, ilk çıkışlarını Metallica'nın şarkılarını çello ile yorumlayarak yaptılar. Bence kendi şarkılarını çaldıkları albümler çok daha güzel. Genelde enstrümantaldir şarkıları, ama son albümlerinde 1-2 şarkıcıyla düet de yaptılar. Şebnem Ferah'ın bir albümünde de çalmışlardı hatırlarsanız. Bahsettiğim şarkı Reflections albümünden "Conclusions". Çok hüzünlü bir şarkıdır, çellonun nağmeleri insanın hem içini acıtır hüzünlendirir, hem de alıp başka yerlere götürür, iniş çıkışlarıyla sanki hüznün sonunda başka güzellikler gelecek der gibidir (ya da bana öyle gelir). Ama bu sefer şarkının tamamını dinlemeye dayanamadım. Çok sevmeme rağmen kapamak zorunda kaldım. Belki daha sonra.
1-2 fotoğrafla trenin içini göstereyim size. İşte ilk ve sanıyorum ki yegane lüks hızlı tren yolculuğum.
11 Nisan 2009 Cumartesi
Hamilelikle ilgili son yazım - ama şimdilik
Öncelikle yanımda olan, yorumlarıyla bana destek veren, okuyan ama ne diyeceğini bilemediği için yorum yazmayıp iyi dileklerini içinden yollayan hepinize çok teşekkür ederim. Birşey demek, teselli etmeye çalışmak çok zor biliyorum. Hepinize dualarınız ve iyi dilekleriniz için tekrar tekrar teşekkür ederim.
Ne olduğunu merak ediyorsunuzdur, o yüzden hem size bilgi vermek hem de bebeğime veda etmek istiyorum.
Perşembe günü kocamla birlikte 11. haftada yapılan ikili test ve ultrason taraması için hastaneye gideceğimizi yazmıştım. O anki endişem ikili test sonucunun ne çıkacağıydı, böyle birşey olacağı aklımın ucundan bile geçniyordu. Doktorumuz ultrasonla karından muayene ederken bebeği net göremedi. Kocam o an bir terslik olduğunu anlamış. Diğer yolla baktı ve bebek oradaydı, hatta şekli biraz daha insana benzemişti. İçim rahatladı ama erken sevinmişim. Doktorumuz baktı etti, sonra doppler görüntüsüne geçti. Bu görüntülemede renkli olarak kanlanan bölgeleri görebiliyorsunuz. 6. haftada kalp atışlarını ilk duyduğumuzda yine renkli doppler ile bebeğin kalp taslağını kırmızı olarak görmüştük. Kanla dolup boşalan minik yanıp sönen kırmızı bir pırıltıydı. Bu sefer ise hiçbirşey yoktu. Yine de konduramıyor insan. CRL yani baş popo mesafesini ölçünce anladım. Ölçüm sonucu bebek 9 hafta ve 1 günlük görünüyordu. Bir sorun mu var diye sordum, aldığım cevap maalesef var oldu. Bunları yazarken ağlıyorum ama bu son olacak, güçlü olacağım ve ağlamayacağım bundan sonra. Siz de üzülmeyin benim için.
Doktorumuz bize durumu özetledi. Missed Abortus deniyormuş buna. Belirti vermeyen bir düşük türüymüş. Sadece 1 damla kan olur, onun haricinde birşey olmaz dedi. Ne ağrı, ne sancı ne de yoğun bir kanama. Bizimki gibi rutin kontrollerde anlaşılabilirmiş ancak. Demek geçenlerde yaşadığım sıkıntı bunun belirtisiymiş. O gün apar topar gittiğimizde kalp atışını duymuştuk bebeğimizin. Birazcık daha dayanmış, sonrasında gücü kalmamış demek ki.
Belli bir nedeni yokmuş. Kendimi suçlayıp buna neden olacak bir şey yapıp yapmadığımı sorguladım ama buna neden olacak hiçbirşey yapmamıştım. 10 haftadan önceki düşüklere bebekteki bir anormallik neden olabilirmiş. Bir terslik olduğunda vücut hamileliği sonlandırırmış. Doktorumuz "teselli olmaz sizin için biliyorum ama 4.-5. aylarda amniyonsentezle genetik bozukluk olduğu tespit edilen hastalarımız oluyor, bebeği bir nevi doğumla almak zorunda kalıyoruz, en azındna böyle bir durum yok" dedi. Sonrasında ne yapacağımızı konuştuk, kararlaştırdık ve dün akşam için randevulaştık.
Yollarda ağlaya ağlaya fakülteye gittik kocamla. Hamile olduğumu bilen 1-2 arkadaşıma ve Ana Bilim Dalı Başkanımıza durumu yine ağlaya ağlaya anlattım. En zoru anne-babalara, abla ve ağbiye haber vermek oldu. Herkesi neşeye boğmuştu bu bebek ama olmadı işte.
O gün sürekli ağladım, gözlerim kurbağaya döndü, kocamla birbirimize sarılıp teselli etmeye çalıştık. Çok sarsıcı bir durum bu, ilk 3 ay bitmek üzere, artık daha rahat oluruz, düşük tehlikesi azalır derken hiç beklemediği bir anda böyle bir şeyle karşılaşmak insanın suratına bir tokat gibi çarpıyor, sersemletiyor.
Dün nispeten iyiydim. Herşeyin hayırlısını diledim her zaman. Herşeyin bir zamanı var, ne kadar istesen de, kendini yırtsan da o belli zamandan önce olmaz hiçbir şey dedim. Ve hep dedim ki, doğacak hiçbir bebeğe engel olamazsın, kaderinde doğmak varsa doğar o minik mucize. Ve iyi olmaya, güçlü olmaya karar verdim. Kendimi hazırladım, bebeğimle vedalaştım. Biliyorum ki bizi bırakıp giden meleğimiz yine gelecek bize. Onun gelişini çabuklaştırmak için ruhen ve bedenen bir an önce toparlanmam gerek. Bu yüzden iyi olacağım.
Dün operasyona girerken de bizi ileriki aylarda bebeği aldırma-aldırmama ikileminde bırakmadığı için Allaha şükrettim. Başka bir teselli bulamıyor insan bu durumda. Meleğimiz bizi böyle bir durumda bırakmamak için sessizce gitmeyi tercih etmiş, anne-babasını daha az üzmek istemiş.
Dediğim gibi dünden beri daha iyiyim ve bebeğimizin bir an önce geri gelmesi için iyi olacağım. Kocam da daha iyi olacak. Yaralarımızı birlikte saracak ve bebeğimizi kucağımıza alacağımız günü bekleyeceğiz.
Ne olduğunu merak ediyorsunuzdur, o yüzden hem size bilgi vermek hem de bebeğime veda etmek istiyorum.
Perşembe günü kocamla birlikte 11. haftada yapılan ikili test ve ultrason taraması için hastaneye gideceğimizi yazmıştım. O anki endişem ikili test sonucunun ne çıkacağıydı, böyle birşey olacağı aklımın ucundan bile geçniyordu. Doktorumuz ultrasonla karından muayene ederken bebeği net göremedi. Kocam o an bir terslik olduğunu anlamış. Diğer yolla baktı ve bebek oradaydı, hatta şekli biraz daha insana benzemişti. İçim rahatladı ama erken sevinmişim. Doktorumuz baktı etti, sonra doppler görüntüsüne geçti. Bu görüntülemede renkli olarak kanlanan bölgeleri görebiliyorsunuz. 6. haftada kalp atışlarını ilk duyduğumuzda yine renkli doppler ile bebeğin kalp taslağını kırmızı olarak görmüştük. Kanla dolup boşalan minik yanıp sönen kırmızı bir pırıltıydı. Bu sefer ise hiçbirşey yoktu. Yine de konduramıyor insan. CRL yani baş popo mesafesini ölçünce anladım. Ölçüm sonucu bebek 9 hafta ve 1 günlük görünüyordu. Bir sorun mu var diye sordum, aldığım cevap maalesef var oldu. Bunları yazarken ağlıyorum ama bu son olacak, güçlü olacağım ve ağlamayacağım bundan sonra. Siz de üzülmeyin benim için.
Doktorumuz bize durumu özetledi. Missed Abortus deniyormuş buna. Belirti vermeyen bir düşük türüymüş. Sadece 1 damla kan olur, onun haricinde birşey olmaz dedi. Ne ağrı, ne sancı ne de yoğun bir kanama. Bizimki gibi rutin kontrollerde anlaşılabilirmiş ancak. Demek geçenlerde yaşadığım sıkıntı bunun belirtisiymiş. O gün apar topar gittiğimizde kalp atışını duymuştuk bebeğimizin. Birazcık daha dayanmış, sonrasında gücü kalmamış demek ki.
Belli bir nedeni yokmuş. Kendimi suçlayıp buna neden olacak bir şey yapıp yapmadığımı sorguladım ama buna neden olacak hiçbirşey yapmamıştım. 10 haftadan önceki düşüklere bebekteki bir anormallik neden olabilirmiş. Bir terslik olduğunda vücut hamileliği sonlandırırmış. Doktorumuz "teselli olmaz sizin için biliyorum ama 4.-5. aylarda amniyonsentezle genetik bozukluk olduğu tespit edilen hastalarımız oluyor, bebeği bir nevi doğumla almak zorunda kalıyoruz, en azındna böyle bir durum yok" dedi. Sonrasında ne yapacağımızı konuştuk, kararlaştırdık ve dün akşam için randevulaştık.
Yollarda ağlaya ağlaya fakülteye gittik kocamla. Hamile olduğumu bilen 1-2 arkadaşıma ve Ana Bilim Dalı Başkanımıza durumu yine ağlaya ağlaya anlattım. En zoru anne-babalara, abla ve ağbiye haber vermek oldu. Herkesi neşeye boğmuştu bu bebek ama olmadı işte.
O gün sürekli ağladım, gözlerim kurbağaya döndü, kocamla birbirimize sarılıp teselli etmeye çalıştık. Çok sarsıcı bir durum bu, ilk 3 ay bitmek üzere, artık daha rahat oluruz, düşük tehlikesi azalır derken hiç beklemediği bir anda böyle bir şeyle karşılaşmak insanın suratına bir tokat gibi çarpıyor, sersemletiyor.
Dün nispeten iyiydim. Herşeyin hayırlısını diledim her zaman. Herşeyin bir zamanı var, ne kadar istesen de, kendini yırtsan da o belli zamandan önce olmaz hiçbir şey dedim. Ve hep dedim ki, doğacak hiçbir bebeğe engel olamazsın, kaderinde doğmak varsa doğar o minik mucize. Ve iyi olmaya, güçlü olmaya karar verdim. Kendimi hazırladım, bebeğimle vedalaştım. Biliyorum ki bizi bırakıp giden meleğimiz yine gelecek bize. Onun gelişini çabuklaştırmak için ruhen ve bedenen bir an önce toparlanmam gerek. Bu yüzden iyi olacağım.
Dün operasyona girerken de bizi ileriki aylarda bebeği aldırma-aldırmama ikileminde bırakmadığı için Allaha şükrettim. Başka bir teselli bulamıyor insan bu durumda. Meleğimiz bizi böyle bir durumda bırakmamak için sessizce gitmeyi tercih etmiş, anne-babasını daha az üzmek istemiş.
Dediğim gibi dünden beri daha iyiyim ve bebeğimizin bir an önce geri gelmesi için iyi olacağım. Kocam da daha iyi olacak. Yaralarımızı birlikte saracak ve bebeğimizi kucağımıza alacağımız günü bekleyeceğiz.
10 Nisan 2009 Cuma
9 Nisan 2009 Perşembe
Hayal dünyasında mı yaşıyorum?
Geçen gün oda arkadaşımla konuşurken hayal dünyasında yaşadığımı farkettim. Öğrenci lab.ı için tahtayı yazması gerekiyordu ve ben gayet kendimden emin bir şekilde "kalemliğinin içi boş, dün oradan kalem alayım dedim ama hiç yoktu, haberin olsun dedim". Sonra dün ne zaman geldim ki ben Fakülteye, pazar günüydü derken kalemliğe baktım ve kalemlerin hepsinin aynen durduğunu gördüm. Rüya mıydı, hayal miydi anlamadım? Gayet net yaşamışım gibi gelmişti bana oysa.
Bu sabah ta geçenlerde aldığım smart blog ödülünün cevaını yazayım, bloguma resmini koyayım, ben de dağıtayım dedim ama kimden aldığımı bir türlü bulamadım. Kalem olayından sonra artık aldığımdan da emin değilim. Unutkanlığım var diye üzülürken şimdi bir de hayalperestlik çıktı başıma. Bakalım bunun sonu nereye varacak :)
Bugün bizim için önemli bir gün. Kocamla birlikte bebeğimizi görmeye ve ikili test yaptırmaya gideceğiz. Anneleri bir başka hamileye hep şöyle derken duyardım: "Bunlar en güzel zamanların, asıl telaş doğduktan sonra başlıyor, şimdi en azından nerede ve nasıl olduğunu biliyorsun". Aynı fikirde değilim çünkü hamileyken de pek çok husustan endişe duyuyor insan. Kıpırtılarının hissedilmediği dönemlerde daha da paranoyak olunuyor hatta. Ne bileyim, haftasına göre gelişimi normal mi, herhangi bir sorun var mı yok mu? İkili test sonuçları ne der ne olur vs. bir sürü endişe. Annemin "anne olunca anlarsın" lafı kulaklarımda çınlıyor zaman zaman. Daha anneliğin başında böyle oluyorsa insan, doğduktan sonra iyice manyaklaşmamak büyük başarı sanıyorum.
Bu sabah ta geçenlerde aldığım smart blog ödülünün cevaını yazayım, bloguma resmini koyayım, ben de dağıtayım dedim ama kimden aldığımı bir türlü bulamadım. Kalem olayından sonra artık aldığımdan da emin değilim. Unutkanlığım var diye üzülürken şimdi bir de hayalperestlik çıktı başıma. Bakalım bunun sonu nereye varacak :)
Bugün bizim için önemli bir gün. Kocamla birlikte bebeğimizi görmeye ve ikili test yaptırmaya gideceğiz. Anneleri bir başka hamileye hep şöyle derken duyardım: "Bunlar en güzel zamanların, asıl telaş doğduktan sonra başlıyor, şimdi en azından nerede ve nasıl olduğunu biliyorsun". Aynı fikirde değilim çünkü hamileyken de pek çok husustan endişe duyuyor insan. Kıpırtılarının hissedilmediği dönemlerde daha da paranoyak olunuyor hatta. Ne bileyim, haftasına göre gelişimi normal mi, herhangi bir sorun var mı yok mu? İkili test sonuçları ne der ne olur vs. bir sürü endişe. Annemin "anne olunca anlarsın" lafı kulaklarımda çınlıyor zaman zaman. Daha anneliğin başında böyle oluyorsa insan, doğduktan sonra iyice manyaklaşmamak büyük başarı sanıyorum.
8 Nisan 2009 Çarşamba
Acayip şeyler oluyor
Sabahın köründe kalkmış, biraz etrafta dolanıyordum. Televizyonun bir kanalında bir önceki gece yayınladıkları magazin programının tekrarını veriyorlardı. Vakit geçsin diye televizyonu 15 dakika sonra otomatik olarak kapanmaya ayarladım ve seyretmeye başladım. Ne gördüğüme inanamazsınız ya da inanırsınız çünkü hakkında yazacağım şahıs düşünülürse çok makul ve mantıklı geliyor insana.
Uzaylı türkücümüz Mustafa Topaloğlu'yla ilgili bir haber vardı. Kendisi Obama için bir şarkı yazmış, bir de üstüne klip çekmiş. Klibin tamamını gösterdiler. Obama, welcome to presidency diye kah Türkçe kah İngilizce sözleri olan bir şarkı. İngilizce sözlerin tercümesini de altyazı halinde koymuşlar. "Durdur bu savaşlarııııı" derken arkada meşhur ağlayan çocuk resmi vardı. Burhan'ın Çiko'su yani. Ağzım açık bakakaldım. Görmediyseniz mutlaka görmeniz lazım. Google'dan arayıp bulabilirsiniz. Bu klibi gördükten sonra acaba Ajdar'a haksızlık mı ettiler diye de düşünmedim değil. Ama en büyük haksızlık Mustafa kardeşimize yapılmış bence. Adam ne güzel hoşgeldin başkanlığa diye bir şarkı yazmış ama onu Obama'nın yemin töreninden önceki kutlama törenine davet etmemişler. Fena mı olurdu, U2 çıktığında sahnenin bir köşesinden de bizimki çıksaydı ve Bono ile düet yapsaydılar. "Obaaamaaaaaaaaaa, Hoşgeldiiinnnnnnnnnnnn başkanlığaaaaaaaaaaaaaaaaaa".
Daha neler göreceğiz bu hayatta :)
Uzaylı türkücümüz Mustafa Topaloğlu'yla ilgili bir haber vardı. Kendisi Obama için bir şarkı yazmış, bir de üstüne klip çekmiş. Klibin tamamını gösterdiler. Obama, welcome to presidency diye kah Türkçe kah İngilizce sözleri olan bir şarkı. İngilizce sözlerin tercümesini de altyazı halinde koymuşlar. "Durdur bu savaşlarııııı" derken arkada meşhur ağlayan çocuk resmi vardı. Burhan'ın Çiko'su yani. Ağzım açık bakakaldım. Görmediyseniz mutlaka görmeniz lazım. Google'dan arayıp bulabilirsiniz. Bu klibi gördükten sonra acaba Ajdar'a haksızlık mı ettiler diye de düşünmedim değil. Ama en büyük haksızlık Mustafa kardeşimize yapılmış bence. Adam ne güzel hoşgeldin başkanlığa diye bir şarkı yazmış ama onu Obama'nın yemin töreninden önceki kutlama törenine davet etmemişler. Fena mı olurdu, U2 çıktığında sahnenin bir köşesinden de bizimki çıksaydı ve Bono ile düet yapsaydılar. "Obaaamaaaaaaaaaa, Hoşgeldiiinnnnnnnnnnnn başkanlığaaaaaaaaaaaaaaaaaa".
Daha neler göreceğiz bu hayatta :)
7 Nisan 2009 Salı
Diyet haberleri - artık nasıl olacaksa
Sabah diyetisyenimle olan randevuma gittim. Geçen haftakine feci trafik nedeniyle gidemeyince toplamda 3 hafta sonra görüşmüş olduk. Bu sefer kilo aldığımı tahmin ediyordum ama bu kadar olacağını düşünmemiştim. 3 haftada 2 kilo almışım. 5 gün boyunca yataktan sadece tuvalet ve banyoya gitmek üzere kalkınca ve diyetime uymaya çalışsam da annem tarafından "belki de bebek tutunmak için daha fazla besine ihtiyaç duyuyordur" diye besiye çekildiğim için kilo almam normal. Az hareket-çok yemek, gel bakalım 2 kilo. Karnım şişmeye başladı, onun da etkisi vardır, hepsi yediklerimden olamaz. İyi ki aşermiyorum, iştahım açık değil, yoksa ne olurdum bilmiyorum. "4. aya kadar kiloyu böyle tutmamız lazım" dedi diyetisyenim ve yeni listemi verdi.
Yeni listemde yiyecek çok fazla şey var. Bu kadar yiyerek kilomu şimdilik nasıl bu seviyede tutabilirim bilemiyorum ama öncelikli olan şey bebeğin iyi beslenmesi. Alınan kilolar nasıl olsa verilir, o konuda hiç endişem yok. Yemek dışında en büyük değişiklik haftada bir kez bir tatlı kaşığı pekmez yiyecek olmam. Demir eksikliğine karşı önlem alıyoruz sanıyorum. Herhalde ilerleyen aylarla birlikte miktarı da artacaktır.
Anlaşılan artık size bir süre diyet haberi veremeyeceğim. Çünkü artık tam olarak tefal tartı reklamındaki kadına döndüm. Kilo artışına rağmen gülümsüyorum :)
Yeni listemde yiyecek çok fazla şey var. Bu kadar yiyerek kilomu şimdilik nasıl bu seviyede tutabilirim bilemiyorum ama öncelikli olan şey bebeğin iyi beslenmesi. Alınan kilolar nasıl olsa verilir, o konuda hiç endişem yok. Yemek dışında en büyük değişiklik haftada bir kez bir tatlı kaşığı pekmez yiyecek olmam. Demir eksikliğine karşı önlem alıyoruz sanıyorum. Herhalde ilerleyen aylarla birlikte miktarı da artacaktır.
Anlaşılan artık size bir süre diyet haberi veremeyeceğim. Çünkü artık tam olarak tefal tartı reklamındaki kadına döndüm. Kilo artışına rağmen gülümsüyorum :)
6 Nisan 2009 Pazartesi
Was ist das?
İki gündür AÖF sınavındaydım. İkinci günüm 80 ve 120 dakika olmak üzere 200 dakikalıktı, cumartesi gününe göre daha kısaydı en azından.
Cumartesi günü öğleden sonra pencereye bir arı musallat oldu. Israrla içeri girmeye çalıştı. Acaba parfüm kokusu falam mı geldi de içeriyi çiçek bahçesi sandı, yoksa narsist bir arıydı da camdaki yansımasına mı bakıyordu bilemedim ama dakikalarca dolandı durdu. Pazar sabahı tekrar geldi. Aynı arı mıydı bilemem. Yine aynı şekilde dolandı. Pencereyi açıp içeri alsaydım da içeride umduğu şeylerin olmadığını görse miydi acaba? Sınav zamanı herhalde paniğe neden olurdu öğrenciler arasında.
Gerçi birkaç pencere ileride açık olan bir vasistas vardı, oradan girmeyi tercih etmedi sevgili arı, 2 gün boyunca aynı pencerede dolandı durdu. Vasistas adını kim koymuş çok merak ettim ben bu esnada. Kim dedi, kim nasıl anladı da muhtemelen Was ist das? olan bu soru cümlesi bu hale geldi, geldi de dilimize yerleşti bilinmez. Peki bir Alman bu pencereyi gösterip Was ist das? diye sorduğunda alacağı vasistas cevabı karşısınsa şaşırmaz mı? Belki de kendisiyle dalga geçiyoruz sanır.
Gördüğünüz gibi insan sınavda boş boş otururken aklına binbir türlü saçma sapan şey geliyor :)
Cumartesi günü öğleden sonra pencereye bir arı musallat oldu. Israrla içeri girmeye çalıştı. Acaba parfüm kokusu falam mı geldi de içeriyi çiçek bahçesi sandı, yoksa narsist bir arıydı da camdaki yansımasına mı bakıyordu bilemedim ama dakikalarca dolandı durdu. Pazar sabahı tekrar geldi. Aynı arı mıydı bilemem. Yine aynı şekilde dolandı. Pencereyi açıp içeri alsaydım da içeride umduğu şeylerin olmadığını görse miydi acaba? Sınav zamanı herhalde paniğe neden olurdu öğrenciler arasında.
Gerçi birkaç pencere ileride açık olan bir vasistas vardı, oradan girmeyi tercih etmedi sevgili arı, 2 gün boyunca aynı pencerede dolandı durdu. Vasistas adını kim koymuş çok merak ettim ben bu esnada. Kim dedi, kim nasıl anladı da muhtemelen Was ist das? olan bu soru cümlesi bu hale geldi, geldi de dilimize yerleşti bilinmez. Peki bir Alman bu pencereyi gösterip Was ist das? diye sorduğunda alacağı vasistas cevabı karşısınsa şaşırmaz mı? Belki de kendisiyle dalga geçiyoruz sanır.
Gördüğünüz gibi insan sınavda boş boş otururken aklına binbir türlü saçma sapan şey geliyor :)
5 Nisan 2009 Pazar
Bugün sınavdaydım
Bugün AÖF sınavlarında görevliydim. AÖF sınavları özellikle ek ders ücreti alamayan biz araştırma görevlileri ve idari personel için ilaç gibi bir şey. Hele de dört oturum birden gelmişse. Oturum süresi biraz şans, biraz kısmet. 40 dakika da olabiliyor 160 dakika. Benim bugünkü görevlerimin biri 120 dakikaydı mesela, diğeri 160 dakika. Umarım yarınkiler kısa olur. Genellikle ay sonunda ilaç gibi gelen bu paraların yeri şimdiden belli bile, yazıcı ve bilgisayarımın tamirine gidecekler. Oturarak para kazanmak derler ya, işte onun gibi birşey. Sınav başında görevlerinizi yapıp ara sıra öğrencilerin başında dolaşıp sınav düzenini kontrol ediyorsunuz. Çok yorucu birşey değil. O yüzden rahatlıkla görevlerime gidebildim.
Sınav sırasında birşeyler okumamız yasak. Yapanlar yok mu? Var elbette ama ben yapmam. Öğle aralarında çalışmak için makale, okumak için kitap getiririm ama sınav esnasında bunlara baktığım pek olmamıştır. Otura otura para kazanıyoruz, onu da tam yapalım bari.
Sınav süresinin yarısını atlattıktan sonra gerisi daha çabuk geçer. Vakit geçirmek için öğrencileri yarıştırırım (onların bundan haberi olmaz tabii). Aralarda dolaşırken kim ne kadar soru çözmüş kontrol eder ilk çıkacak ve son çıkacak öğrenciyi tahmin etmeye çalışırım. Genelde tahminlerim pek tutmaz çünkü hızlı başlayan öğrenciler genelde sonradan yavaşlar. Mesela bugün ilk 1 saat içinde 3 testi çözüp 4.'ye başlayan bir kız ancak 14. olarak çıkabildi. Bundan başka sıraları yarıştırırım. Bir sıradaki öğrencilerin tümü çıktığında o sırayı birinci ilan ederim. İçimden anonslar yaparım. "Veeeee arka sıradaki yeşilli kadın kalkmaya hazırlanıyor, acaba soldaki orta yaşlı adam bu atağa karşılık verip kağıtlarını ondan önce teslim edebilecek mi?" gibi. Başka türlü vakit geçmiyor ne yapayım :)
Sınav tam bir Türkiye kesiti olur. Bir kademe, derece ilerlemek için sınava giren orta yaşın üzerindeki memurlar, hayatından bezmiş gibi görünen bakımsız kadınlar, başka bir yerde okuduğu halde 2. üniversite olsun diye AÖF'ye de giren öğrenciler (akıllıca), hiçbir şey umrumda değil tarzında sarışın, bakımlı, şık kızlar, kurtlar vadisinden çıkmış gibi erkekler (sayıları bu sene bayağı azalmış), daha ne tipler. Bugün 2 erkek öğrencide bir miktar metal zincirli, siyah ve beyaz boncuklu uzun kolyeler gördüm mesela. Demek ki erkekler arasında boncuk kolye takma modası başlamış. Kolyelerin birisi çok güzeldi mesela, çok beğendim. Dediğim gibi tam bir ülke kesiti. bakalım yarınkiler nasıl tipler olacak.
En büyük zevkim de kimlikleri kontrol ederken benden küçüklerin benden büyük gösterdiklerini görerek sevinmek. 86'lıların daha büyük gösterdiğini görünce yüreğimin yağları eriyor mesela (hayır hayır kendimi kandırmıyorum :) ). Küçük şeylerden mutlu olurum demiştim ya. İşte bu da onlardan biri.
Sınıfımda hem sabah hem de öğleden sonra birer hamile vardı. O sıralara sığmaya çalıştı gariplerim. Uzun süre nasıl otururlar o daracık sınavlarda diye onlar için üzülürdüm her zaman, bu sefer kendi hamileliğim nedeniyle daha da fazla empati yapabildim. Onlar su içtikçe ben de bir yudum aldım. bir nevi hamilelik dayanışması, onlar benim de hamile olduğumu anlamadılar tabii :)
Sınav yerim Ulus'ta Anafartalar caddesinin çok yakınındaydı. Anadolu Medeniyetleri Müze'sine, Çıkrıkçılar Çarşısı'na, Samanpazarı'na çok yakındı ama ben hiçbir yere gidemedim. ilk 3 ayı atlatmış olsam fittiri fittiri gezer, bilgisayar tamiri için ayıracağım bu paraları harcardım (aslında çıkamadığım iyi olmuş). Ben de penceremden görünen eski Ankara manzarasının fotoğraflarını çektim. Daracık sokaklar, çoğunlukla bakımsız evler, farklı hayatlar. Ah bir de bilgisayarımın bluetoothu çalışsaydı, aktarma kablosu temassızlık yapmasaydı da telefonumdan aktarabilseydim bu resimleri derken sayısız denemem sonunda nihayat aktarabildim. İşte penceremdeki Ankara. İlk resimde birbirine bitişik ikiz evler var. Birisi restorana çevrilmiş, diğeri feci halde bakımsız (bir de üstüne iki oda çıkma yapılmış galiba). Keşke buraları da restore etseler, Eskişehir'deki Odunpazarı evleri gibi yavaş yavaş güzelleştirseler.
Sınav sırasında birşeyler okumamız yasak. Yapanlar yok mu? Var elbette ama ben yapmam. Öğle aralarında çalışmak için makale, okumak için kitap getiririm ama sınav esnasında bunlara baktığım pek olmamıştır. Otura otura para kazanıyoruz, onu da tam yapalım bari.
Sınav süresinin yarısını atlattıktan sonra gerisi daha çabuk geçer. Vakit geçirmek için öğrencileri yarıştırırım (onların bundan haberi olmaz tabii). Aralarda dolaşırken kim ne kadar soru çözmüş kontrol eder ilk çıkacak ve son çıkacak öğrenciyi tahmin etmeye çalışırım. Genelde tahminlerim pek tutmaz çünkü hızlı başlayan öğrenciler genelde sonradan yavaşlar. Mesela bugün ilk 1 saat içinde 3 testi çözüp 4.'ye başlayan bir kız ancak 14. olarak çıkabildi. Bundan başka sıraları yarıştırırım. Bir sıradaki öğrencilerin tümü çıktığında o sırayı birinci ilan ederim. İçimden anonslar yaparım. "Veeeee arka sıradaki yeşilli kadın kalkmaya hazırlanıyor, acaba soldaki orta yaşlı adam bu atağa karşılık verip kağıtlarını ondan önce teslim edebilecek mi?" gibi. Başka türlü vakit geçmiyor ne yapayım :)
Sınav tam bir Türkiye kesiti olur. Bir kademe, derece ilerlemek için sınava giren orta yaşın üzerindeki memurlar, hayatından bezmiş gibi görünen bakımsız kadınlar, başka bir yerde okuduğu halde 2. üniversite olsun diye AÖF'ye de giren öğrenciler (akıllıca), hiçbir şey umrumda değil tarzında sarışın, bakımlı, şık kızlar, kurtlar vadisinden çıkmış gibi erkekler (sayıları bu sene bayağı azalmış), daha ne tipler. Bugün 2 erkek öğrencide bir miktar metal zincirli, siyah ve beyaz boncuklu uzun kolyeler gördüm mesela. Demek ki erkekler arasında boncuk kolye takma modası başlamış. Kolyelerin birisi çok güzeldi mesela, çok beğendim. Dediğim gibi tam bir ülke kesiti. bakalım yarınkiler nasıl tipler olacak.
En büyük zevkim de kimlikleri kontrol ederken benden küçüklerin benden büyük gösterdiklerini görerek sevinmek. 86'lıların daha büyük gösterdiğini görünce yüreğimin yağları eriyor mesela (hayır hayır kendimi kandırmıyorum :) ). Küçük şeylerden mutlu olurum demiştim ya. İşte bu da onlardan biri.
Sınıfımda hem sabah hem de öğleden sonra birer hamile vardı. O sıralara sığmaya çalıştı gariplerim. Uzun süre nasıl otururlar o daracık sınavlarda diye onlar için üzülürdüm her zaman, bu sefer kendi hamileliğim nedeniyle daha da fazla empati yapabildim. Onlar su içtikçe ben de bir yudum aldım. bir nevi hamilelik dayanışması, onlar benim de hamile olduğumu anlamadılar tabii :)
Sınav yerim Ulus'ta Anafartalar caddesinin çok yakınındaydı. Anadolu Medeniyetleri Müze'sine, Çıkrıkçılar Çarşısı'na, Samanpazarı'na çok yakındı ama ben hiçbir yere gidemedim. ilk 3 ayı atlatmış olsam fittiri fittiri gezer, bilgisayar tamiri için ayıracağım bu paraları harcardım (aslında çıkamadığım iyi olmuş). Ben de penceremden görünen eski Ankara manzarasının fotoğraflarını çektim. Daracık sokaklar, çoğunlukla bakımsız evler, farklı hayatlar. Ah bir de bilgisayarımın bluetoothu çalışsaydı, aktarma kablosu temassızlık yapmasaydı da telefonumdan aktarabilseydim bu resimleri derken sayısız denemem sonunda nihayat aktarabildim. İşte penceremdeki Ankara. İlk resimde birbirine bitişik ikiz evler var. Birisi restorana çevrilmiş, diğeri feci halde bakımsız (bir de üstüne iki oda çıkma yapılmış galiba). Keşke buraları da restore etseler, Eskişehir'deki Odunpazarı evleri gibi yavaş yavaş güzelleştirseler.
2 Nisan 2009 Perşembe
Salı gününden kalan bir yazı
Salı günü hava harikaydı hatırlarsınız. Hele bugünkü karanlık, puslu havayla ve arada sırada duyulan gökgürültüleriyle karşılaştırırsanız tam bir bahar havasıydı. Sabah diyetisyen radvuma gitmeye çalıştım. Çalıştım diyorum çünkü gidemedim. Her gün en fazla 20 dakikada aldığım ev-okul mesafesini bu sefer ancak 1 saat 10 dakikada alabildim. Randevuma oldukça geç kalmıştım bu yüzden haftaya ertelemek zorunda kaldım. Gecikmenin sebebi yolların feci halde kalabalık oluşuydu, bunun nedeni de bildiniz, Salı günü yapılan cenaze töreni. İnanılmaz bir trafik vardı. AKM'nin orası otobüs doluydu. Gelenler Kocatepe Camiine gitmek için Tandoğan üzerinden Maltepe'ye yürümeye kalkışınca trafik iyice karıştı. Cenaze Gazi Tıp morgunda olduğu için Tandoğan'dan Beşevler'e gidiş geliş yolu tamamen kapalıydı. O trafikte hastaneye yetişmek zorunda olan yoktu umarım. Bırak normal bir aracı, ambulansa yol vermenin bile imkanı yoktu.
Bu keşmekeş trafik nedeniyle arabadan inip yolun bir kısmında yürümek zorunda kaldım. Kendimi yormamak için yavaş yavaş yürüdüğüm için de fakülteye bir hayli geciktim. Neyse. Ertesi gün AKM'nin önünden geçerken felaket bir manzarayla karşılaştım. Çimlerin üzerinde yüzlerce torba, pet şişe, çöp vardı. Keşke liderlerini uğurlamak için gelenler çevreye de bir miktar duyarlı olabilseydiler ve çöplerini uygun bir yerde, torbalar içinde toplayabilselerdi.
Öğleden sonra iğnemi olmak için fakülteden çıktım. Güzel havalarda dışarı çıkmanın tek bir kötü yanı var bilirsiniz: işe geri dönmek. Turgut Reis caddesinden (daha önce Ankara'daki en sevdiğim caddelerden biri olduğunu yazmıştım) geçerken ışıl ışıl güneşli bir hava ve çiçekli ağaçları görünce herşeyi boşverip yürüyüp gitsem diye düşündüm ama heyhat, 3 ayı bitirdikten sonraya erteledim. Bir binanın önündeki ağacın resmini çekmeden edemedim. Bu ağaçları çok severim. Rosaceae familyasından erik, badem, kiraz vs. bahsettiklerim. En sevdiğim yanları da ağaçların dallarının, sürgünlerinin koyu renkli oluşu ve bu koyu renge tezat olarak cıvıl cıvıl beyaz, pembe renkli çiçekler vermeleri. Yaprakları çiçeklerin döllenmesinden sonra çıkardıkları için sanki ortada kuru, cansız bir ağaç ve onun üzerine bir ressamın kondurduğu minik çiçekler var. Her biri ince ince işlenmiş bir tablo gibi, insan gözünü alamıyor. Her yerde görüyorsunuz onları ama yine de bir fotoğraflarını koymak istedim. İçimi ısıtan mucizeler bunlar. Bugün yağan yağmurla birlikte petallerinin bir kısmı döküldü. Yarınki yağmurlarla daha fazla dökülecek, rüzgar çıkınca her biri bir yere savrulacak, meyveler oluşmaya, yapraklar çıkmaya başlayınca bu güzellikleri kalmayacak ve ben onları tekrar görmek için gelecek baharı bekleyecek ve umarım bu sefer ağaçlarımın çiçek açışını bebeğimle birlikte dolaşarak kutlayacağım.
1 Nisan 2009 Çarşamba
Bugünün 3. yazısı-bir nevi kişisel rekorum
Gittim ve yeni yazıcımı aldım. Çok şanslısın, ballısın yorumları yapan herkese katılıyorum, galiba gerçekten de öyleyim. HP servise gittiğimizde çocuğun biri dellenmiş, bilgisayarım 2.5 aydır zaten burada, daha da 1 ay mı bekleyeceğim, yenisini istiyorum diye ortalığı ayağa kaldırıyordu. Ama birşey elde edemedi. Ondan hemen sonra bir başka kız daha yine bilgisayarı için İstanbul'la görüşme talep etti, o da dert yanıyordu. Onlar işlerini halledemezken bana cillop gibi yazıcımı verdiler, ödememi yaptım ve yüzümde kulaklarıma kadar yayılan bir gülümsemeyle oradan çıktım. 1 yıl garantisi de varmış bu arada. Ben sırıtmayayım da kim sırıtsın. Cihaz benimkinden daha gelişmiş. Üzerinde minik, renkli bir LCD ekranı var, oradan da yönlendiriyor insanı. Özelliklerini kurcalamam iyice öğrenmem lazım. Bir diğer hoşuma giden şey de her yeni yazıcıda olduğu gibi bunda da siyah beyaz ve renkli kartuşların bulunması. İkisinin toplam satış fiyatı 84 TL imiş. Kocam tam dolu değildir onlar dedi ama olsun, yarısı dolu olsun, ben verdiğim tamir parasının bir kısmını daha çıkardım ya.
Bilgisayarımın sorununu da şıkırt diye halledebilirsem değmeyin keyfime.
Bilgisayarımın sorununu da şıkırt diye halledebilirsem değmeyin keyfime.
Cihaz problemleri (her zaman problem mi?)
Geçen gün serrose kendisini üzen ve hakkını aradığı bir internet alışverişinden bahsetmişti. Ben de zaman zaman sinir bozukluğu yaşadım bu yüzden. Mesela hepsiburada.com'un bir hatası nedeniyle 2-3 yıldır kendilerinden tek bir çöp bile almadım. Mağdur ettiler beni, böylece bir müşteri kaybettiler. Devede kulak olabilir belki ama müşteri memnuniyeti esas olmalı, üstelik ben internetten sürekli onu bunu alan bir müşteriyim, onların kaybı olduğu konusunda ısrar ediyorum :)
Güzel şeyler olmuyor mu? Oluyor tabii. Eğer bilgisayarımda sorun çıkmasaydı dün akşam yazacaktım ama ancak oluyor işte.
Yıllar önce yine internetten bir bürosit koltuk almıştım. Kolçaklı model bir miktar daha pahalıydı ve masanın altına rahat girebilmesi için kolçak olmasa daha iyi olurdu. Ben de kolçaksız bir koltuk sipariş etmiştim. Paket geldiğinde içinden çıkan model kolçaklıydı. Uzun yıllar önce askeri kampta dondurma aldığında, görevli askerin 5 top yerine 6 top dondurma verdiğini ama yine de 5 top parası aldığını gören ben gidip ekstra topun parasını vermek istemiştim. Benden olsun demişti asker ağbi gülerek. Bu kadar küçük bir çocuğun saflığı mı yoksa o yaşta bile hak-hukuk duygusuna sahip olması mı hoşuna gitmişti bilemem. Sonuçta o ekstra topu bayıla bayıla ve içim rahat olarak yemiştim. Bu olayda da hemen İstanbul'u aradım, durumu anlattım, bir hata oldu herhalde diyerek aradaki farkı vermeyi veya koltuğu geri göndermeyi teklif ettim. (O zamanlar cep telefonları bu kadar yaygın değildi, odadaki hattan şehir dışına çıkamadığım için ankesörlü telefondan aramıştım.) Karşımdaki adam hediyemiz olsun efendim demişti. Böylece dondurma vakasından yıllar sonra dürüstlüğümün karşılığını bir kez daha almıştım. (Gerçi ortaokulda bir sınav notunu öğretmenin yanlış topladığını, bana almam gerekenden daha fazla not verdiğini görünce ona da itiraz etmiştim ama öğretmen notu değiştirmeme gibi bir jest yapmamıştı, bilakis indirmişti. Burada işe yaramamıştı yani :) )
Bunun dışında geçenlerde yazdığım comfydesk siparişim var mesela. Klasik model yerine 40 lira daha pahalı olan plus modeli yollamışlardı. İzmir'i arayıp durumu anlattığımda, 40 lirayı göndermeyi teklif ettiğimde şirketimizin bilmem kaçıncı müşterisi olduğunuz için hediyemiz demişlerdi. Beni mi onore ettiler yanlış mı gönderdiler anlamadım ama yine sevindim.
Bunun dışında beni mutlu eden 2 şey daha oldu. Geçen sene Canon marka fotoğraf makinem bozulmuştu. LCD ekranı karardı, hiçbir şey çekemez hale geldi. 2003 yılında Japonya'dan almıştım kendisini. Sadece 2 megapiksel ama o zamanlar kraldı, aldığım fiyat da Avrupa'daki satış fiyatından çok daha düşüktü (Türkiye'de henüz yoktu), 2.5 cm'lik bir makro objektif bile almış, süper detaylar veren bitki resimleri çekmiştim, inanılır gibi değil. (Hala da kocamın 7 megapiksellik Olympus'undan daha şahane fotoğraflar çeker). Yurtdışından alındığı için garanti kapsamına zaten girmiyordu, girse bile alınalı 5 yıl olmuş, garanti mi kalır artık? Kızılay'daki Erkayalar servisine bıraktığımda kimbilir kaç lira tamir ücreti çıkacak, o fiyata yenisini mi alsam acaba derken, birkaç gün sonra gönderdikleri sms'de ücretsiz olarak tamir edileceği belirtiliyordu. Çok şaşırdım, gidip yine sordum tabii, doğrucu davutum ya ben. Benim ulaşamayacağım bir yerinde, benden kaynaklanmayan bir hatası varmış, o yüzden ücret almıyorlarmış. Canon'da başka bir birimde çalışan arkadaşıma anlatıp gıyabında Canon şirketine teşekkür etmiştim. O bile şaşırmıştı.
Son olay ise geçenlerde gerçekleşti. Kocamın tez döneminde aldığımız HP çok fonksiyonlu yazıcı uzun süredir bozuktu. Kağıt alma sisteminde bir sorun vardı, kağıt almıyordu, aldı mı vermiyordu, sinir bozucu bir durumdu. Ankara'ya getirip HP servisine teslim ettim. Çıkacak fiyata göre tamir edilmesine karar vermesem bile işçilik için 20 dolar alacaklarını söylediler, kabul ettim. Sonuçta mekanik bir parçasının değişmesi gerektiğini söylediler, 48 dolar da o tutar dediler. Kocama danıştım, düşündüm taşındım. Acaba 68 dolara (artı KDV vardır herhalde) tamiri boşverip üzerine para koyup yenisini mi alsak da 2 yıllık garantiden faydalansak yoksa tamir mi ettirsek derken kocam son kararı bana bıraktı. Aynı fiyata yenisini alamayacağımızı anlayınca ve mekanik parçanın 6 ay garantisinin olduğunu öğrenince tamir olsun, sağlık olsun dedim.
1 hafta kadar sonra benim cihazı yeni bir modelle değiştireceklerini bildiren bir mail aldım. Anladığım kadarıyla bizim cihaz eski model kalmış, mekanik parçasını bulamamışlar ya da getirtmeleri çok uzun zaman alacakmış ve tüketici yasası gereği (cihazların yedek parçaları 10 yıl süreyle bulundurulmalı, bulundurulmuyorsa yenisiyle değiştirilmelidir) bana yenisini vermeyi teklif ediyorlarmış. Yani 48 dolara yepyeni bir çok fonksiyonlu yazıcım olacak. İyi ki tamir ettirmeye karar vermişim.
Diyeceğim o ki, sinir bozucu şeyler de var hayatta, hatta belki de daha çok, ama arada böyle 1-2 güzellik de çıkıyor. Artık Canon ve HP'ye vermediğim paraları bilgisayarımın tamirine vereceğim. Buna da şükür :)
Güzel şeyler olmuyor mu? Oluyor tabii. Eğer bilgisayarımda sorun çıkmasaydı dün akşam yazacaktım ama ancak oluyor işte.
Yıllar önce yine internetten bir bürosit koltuk almıştım. Kolçaklı model bir miktar daha pahalıydı ve masanın altına rahat girebilmesi için kolçak olmasa daha iyi olurdu. Ben de kolçaksız bir koltuk sipariş etmiştim. Paket geldiğinde içinden çıkan model kolçaklıydı. Uzun yıllar önce askeri kampta dondurma aldığında, görevli askerin 5 top yerine 6 top dondurma verdiğini ama yine de 5 top parası aldığını gören ben gidip ekstra topun parasını vermek istemiştim. Benden olsun demişti asker ağbi gülerek. Bu kadar küçük bir çocuğun saflığı mı yoksa o yaşta bile hak-hukuk duygusuna sahip olması mı hoşuna gitmişti bilemem. Sonuçta o ekstra topu bayıla bayıla ve içim rahat olarak yemiştim. Bu olayda da hemen İstanbul'u aradım, durumu anlattım, bir hata oldu herhalde diyerek aradaki farkı vermeyi veya koltuğu geri göndermeyi teklif ettim. (O zamanlar cep telefonları bu kadar yaygın değildi, odadaki hattan şehir dışına çıkamadığım için ankesörlü telefondan aramıştım.) Karşımdaki adam hediyemiz olsun efendim demişti. Böylece dondurma vakasından yıllar sonra dürüstlüğümün karşılığını bir kez daha almıştım. (Gerçi ortaokulda bir sınav notunu öğretmenin yanlış topladığını, bana almam gerekenden daha fazla not verdiğini görünce ona da itiraz etmiştim ama öğretmen notu değiştirmeme gibi bir jest yapmamıştı, bilakis indirmişti. Burada işe yaramamıştı yani :) )
Bunun dışında geçenlerde yazdığım comfydesk siparişim var mesela. Klasik model yerine 40 lira daha pahalı olan plus modeli yollamışlardı. İzmir'i arayıp durumu anlattığımda, 40 lirayı göndermeyi teklif ettiğimde şirketimizin bilmem kaçıncı müşterisi olduğunuz için hediyemiz demişlerdi. Beni mi onore ettiler yanlış mı gönderdiler anlamadım ama yine sevindim.
Bunun dışında beni mutlu eden 2 şey daha oldu. Geçen sene Canon marka fotoğraf makinem bozulmuştu. LCD ekranı karardı, hiçbir şey çekemez hale geldi. 2003 yılında Japonya'dan almıştım kendisini. Sadece 2 megapiksel ama o zamanlar kraldı, aldığım fiyat da Avrupa'daki satış fiyatından çok daha düşüktü (Türkiye'de henüz yoktu), 2.5 cm'lik bir makro objektif bile almış, süper detaylar veren bitki resimleri çekmiştim, inanılır gibi değil. (Hala da kocamın 7 megapiksellik Olympus'undan daha şahane fotoğraflar çeker). Yurtdışından alındığı için garanti kapsamına zaten girmiyordu, girse bile alınalı 5 yıl olmuş, garanti mi kalır artık? Kızılay'daki Erkayalar servisine bıraktığımda kimbilir kaç lira tamir ücreti çıkacak, o fiyata yenisini mi alsam acaba derken, birkaç gün sonra gönderdikleri sms'de ücretsiz olarak tamir edileceği belirtiliyordu. Çok şaşırdım, gidip yine sordum tabii, doğrucu davutum ya ben. Benim ulaşamayacağım bir yerinde, benden kaynaklanmayan bir hatası varmış, o yüzden ücret almıyorlarmış. Canon'da başka bir birimde çalışan arkadaşıma anlatıp gıyabında Canon şirketine teşekkür etmiştim. O bile şaşırmıştı.
Son olay ise geçenlerde gerçekleşti. Kocamın tez döneminde aldığımız HP çok fonksiyonlu yazıcı uzun süredir bozuktu. Kağıt alma sisteminde bir sorun vardı, kağıt almıyordu, aldı mı vermiyordu, sinir bozucu bir durumdu. Ankara'ya getirip HP servisine teslim ettim. Çıkacak fiyata göre tamir edilmesine karar vermesem bile işçilik için 20 dolar alacaklarını söylediler, kabul ettim. Sonuçta mekanik bir parçasının değişmesi gerektiğini söylediler, 48 dolar da o tutar dediler. Kocama danıştım, düşündüm taşındım. Acaba 68 dolara (artı KDV vardır herhalde) tamiri boşverip üzerine para koyup yenisini mi alsak da 2 yıllık garantiden faydalansak yoksa tamir mi ettirsek derken kocam son kararı bana bıraktı. Aynı fiyata yenisini alamayacağımızı anlayınca ve mekanik parçanın 6 ay garantisinin olduğunu öğrenince tamir olsun, sağlık olsun dedim.
1 hafta kadar sonra benim cihazı yeni bir modelle değiştireceklerini bildiren bir mail aldım. Anladığım kadarıyla bizim cihaz eski model kalmış, mekanik parçasını bulamamışlar ya da getirtmeleri çok uzun zaman alacakmış ve tüketici yasası gereği (cihazların yedek parçaları 10 yıl süreyle bulundurulmalı, bulundurulmuyorsa yenisiyle değiştirilmelidir) bana yenisini vermeyi teklif ediyorlarmış. Yani 48 dolara yepyeni bir çok fonksiyonlu yazıcım olacak. İyi ki tamir ettirmeye karar vermişim.
Diyeceğim o ki, sinir bozucu şeyler de var hayatta, hatta belki de daha çok, ama arada böyle 1-2 güzellik de çıkıyor. Artık Canon ve HP'ye vermediğim paraları bilgisayarımın tamirine vereceğim. Buna da şükür :)
Bilgisayar problemi
Dün neler neler yazacaktım ama eve gelince bir sürprizle karşılaştım: bilgisayarım bozulmuş. Aslında hakkını yemeyeyim, alet çalışıyor, internete bağlanıyor, herşeyi yapıyor ama görüntü yok denecek kadar az. Öyle ki ekrana fener tutarak görmeye çalışıyorum, o derece karanlık yani. Kocam ve ağbime danıştım, LCD ekranın arkasındaki floresan yanmış olabilir dediler. Ben de biraz internete bakmaya çalışıp fener de artık kar etmemeye başlayınca vazgeçtim. Şimdi tamire götüreceğim. Bakalım ekranın arkasına ne sıkışmış. :(
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)